Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Kadın koğuşunda 24 saat

Gazeteci Nuriye Akman Ankara Sincan'daki Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nda geçirdiği 24 saat anlatıyor...

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-11-13 11:00:58

Kadın koğuşunda 24 saat
3 kasım Perşembe günü 14.00'de girdiğim Ankara Sincan'daki Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nun dış kapısından 4 Kasım günü saat 12.00 sularında çıktım. Kadın mahkumlarla 24 saat geçirmek üzere Adalet Bakanlığı'ndan izin almıştım. Cezaevi idaresi kendilerinin belirlediği bir koğuşa yapacağım ziyaretimi saat 16.00'dan ertesi günü 16.00'ya kadar planlamıştı. Saat tam 16.00'da H 4 koğuşuna adımı attım ve geceyi içerde geçirdim. Zamanı verimli kullanabildiğimden ertesi gün öğle vakti işim bitmişti. Sarsıcı bir deneyim yaşamıştım. Olay yerinden bir an önce uzaklaşmak istedim.

*Dış kapıdaki görevli içerde 24 saat geçireceğimizi öğrenince çok şaşırdı ve tepkisini, "Başka işiniz mi yok?" diye ifade etti. Cezaevinin kapısında dev bir tablo vardı. Cezaevine değil de Anadolu'nun mutlu bir köyüne giriyormuşsunuz izlenimi vermeye murad edilmişti sanki. Tahta sofrada gözleme açan, tarlayı süren öküzünün başını okşayan, sırtında ot taşıyan kadınlar, sevinçle oynayan çocuklar, kırlar, ağaçlar, dereler... "Demek ki suçlular hep köy kökenli diye düşünülüyor" diye içimden geçirirken daha küçük başka bir tabloda modern giyimli bir şehir kadınını merdivene çıkmış, duvara resim yaparken görüntülendiğini farkettim.

*Türkiye'de 370 cezaevinde 126 bin mahpus var. Bunların yarısı hükümlü ya da hüküm özlü. Yaklaşık 4 bin 800'ü terör suçlusu, 5 bini organize suçlardan yatıyor, kalanı adli suçlar işlemişler. Toplam 126 bin mahkum ya da hükümlünün 4 bin 800'ü bayan, 2 bin 500'ü çocuk. Sincan'da bulunan kampüsün dünyanın en geniş, en organize, mahkum hakları bakımından en iyi cezaevi olduğunu söylediler. 2 bin 359 dönümlük alanda L ve F tiplerinin yanısıra, kadın, çocuk ve gençlik bölümleri ile yarı açık olarak toplam yedi cezaevi var. 4 bin 200 mahkuma bin 500 personel hizmet ediyor.

KOĞUŞLAR TAHMİN ETTİĞİMDEN DAHA AYDINLIK

*Benim girdiğim kadınlar bölümünde koğuşlar iki katlı bir ev gibi. Umduğumdan daha aydınlık. Katlarda her biri 10,5 metrekarelik altışar oda var. Yani bir evde 12 kişi yaşıyor. Gün boyu odalar açık kalabiliyor. Kapılarda içeri görme imkanı veren ince uzun bir cam var. Dileyen o kısma perde takmış. Ancak perdenin cama gelen kısmı kaldırılıp içeriye bakılabilecek şekilde dikilmiş. Odaların taş zeminine kilim sermişler.

*Her odada banyo tuvalet var. Tuvaletlerin sifon kısmı, sık sık bozuluyor, fazla su sarfiyatı oluyor diye iptal edilmiş. Kovalarla su dökmek mümkün. Hafta iki gün bir kaç saat süreyle sıcak su akıyor. Her mahkum odasını kendi zevkine göre döşemiş. Çoğunlukla çarşaflar kesilerek perde ve masa örtüsü yapılmış, farbelalar, kurdelelerle süslenmiş.

*Her odanın minik bir balkonu var. Oraya çıktıklarında havalandırma bahçesini, birbirlerinin balkonlarını ve sınırları duvarların yüksekliğiyle çizilmiş gökyüzü parçasını görebiliyorlar. Çamaşırlarını leğende kendileri yıkayıp balkona asabiliyorlar. Battaniyeler ancak tahliye olduklarında yıkamaya gönderiliyor. Odalarda ütüye izin yok.

SAKSI ÇİÇEK YASAK

*Ortak kullanım alanı 125, havalandırma bahçesi 90 metrekare. Zemini beton, duvarların üstünde spiral tel örgüler var. Bahçenin uzun kısmı 16 adım, kısa kısmı 13 adım kadar. Sabah sekizde sayımdan sonra açılıyor, gün kararıncaya dek açık kalıyor. Kural olarak saat 24.00'de ışıklar sönüyor. Kimseyi rahatsız etmediğin sürece odanda ışıkların yanık kalabiliyor.

*Saksı çiçeği yasak. Toprağına bir şeyler saklanabilir diye düşünülüyor. Kutlu doğum haftasında herkese bir gül dağıtılıyor. İsterlerse küçük kuşları beslemeye izin var. Arzu edenler saz ya da flüt gibi müzik aletlerini kullanabiliyor. Ama benim gezdiğim koğuşta kimsenin ne kuşu vardı, ne de enstrümanı.

*Odalarda yemek pişirme materyali olarak sadece su ısıtıcılar var. Herkes bu cihazlar için "kettle" kelimesini kullanıyor. "Kettle" onlar için aynı zamanda tencere anlamına geliyor. Menemen, çorba, makarna gibi her türlü yemeği orada pişiriyorlar. Müthiş buluşları var. Bezelye yemeğinin suyunu süzüp taneleri mayonezle karıştırarak rus salatası yapıyorlar. Ekmeğin arasına katık koyup kalorifer dilimlerinin arasında sabaha kadar bekletip kızarmış tost zevkini kaçırmadıkları gibi marul yapraklarına pilav sarıp dolma niyetine yiyebiliyorlar. Büskivi, çukulata ve kakaolu kremalar da kolaylıkla pastaya dönüşebiliyor. Konserve kapaklarını bıçak olarak kullanmayı akıl etmişler.

*Parası olan herkes odasına televizyon ve buzdolabı koyabiliyor. Ayrıca 24 saat merkezi radyo yayını dinleyebiliyorlar. Televizyonda 23 kanal var. Dışarıdan içeri yiyecek, içecek , temizlik ve kişisel bakım ürünleriyle para sokulamıyor. Mahkumun hesabına para yatırmak mümkün. Fakat parası olsa da kantinde ne varsa ancak onu alabiliyor. Kantine gitmesi mümkün değil. Görevlilere verdiği sipariş, sepet içinde ona getirilerek, bedeli hesabından düşülüyor. Elektronik cihazlar hariç, haftada 200 liradan fazla harcama yapılamıyor. Bu kural, parası çok olanın diğerlerine caka atıp bu yolla üstünlük kurmasını önleme amacı taşıyor. Kantinde satılan 37 ekran televizyon 190, radyo 26 lira. Plastik masa 40, çay demleme seti 90 liraya alıcı buluyor.

*Günde üç öğün yemek veriliyor. Benim bulunduğum sürede ertesi sabahki kahvaltı için akşamdan birer tane katı pişmiş yumurta ile yarım ekmek dağıtıldı. Akşam yemeğinde bulgur pilavı, barbunya pilaki ve turşu çıktı. Devlet mahkum başına 4 lira yemek parası veriyor. Altı aylık taksitler halinde mahkumdan bunu geri alıyor. Parası yoksa çıktıktan sonra ödemek zorunda. Sadece çalışan mahkumlar bundan muaf tutulsa da, pratikte onlarca yıl yatan diğer mahkumlardan binlerce lira tutan yemek bedellerini tahsil etmek mümkün olmuyor.

BÖYLE MENEMEN HİÇ YEMEMİŞTİM

*Mahkumlar yemeklerini nadiren birarada yiyiyor. Genellikle odalarında tek başlarınalar. Herkesin kendine yakın bulduğu bir arkadaşı var. Apartman hayatı gibi, daire sakinlerinin öyle her an birlikte yaşamaları söz konusu değil. O akşam yemeği odalardaki masaları birleştirip hep beraber yedik. Gazeteler masa örtümüz oldu. Koğuş sakinleri kendi aldıkları malzemelerle ortak mekandaki çelik tezgahı kullanarak şahane bir salata yaptılar. Ben kantinden yemek sonrası çay faslında yiyeceğimiz atıştırmalıkları ve içecekleri temin ettim. Hapisane görevlileri de kendilerince sofrayı zenginleştirdiler. Geceyarısına kadar sohbet ettik, bir ara Fatmagül'ün Suçu Ne adlı tv dizisine baktık. Daha evvel Fatmagül'ün uğradığı haksızlıklarla kendi yaşadıkları arasında paralellikler kurmalarına rağmen, benimle sohbet etmeyi daha önemsediklerini görünce televizyonu kapattık. Yerler taştı, alan büyük olduğundan iki kalorifer peteği ısınmaya yetmiyordu. Çok üşüdük.

*Sabah kahvaltısı soframız yine mahkumlar sayesinde çok doyurucuydu. Kettle'da pişen sarmısaklı menemenin yanısıra, peynir, zeytin yedik. Çatallarımız ya plastikti ya da kağıt gibi ince metaldi. Ucu küt, minicik metal bir bıçağımız vardı. İnfaz memurları mahkumlara "Aşkolsun bizim için bir gün bile böyle bir sofra hazırlamadınız" diye takılınca ben de "Nazar etmeyin ne olur, çalışın size de olur" dedim. Hep birlikte gülüştük. Daha sonra cezaevinin birinci ve ikinci müdürü koğuşu ziyarete geldiler. Birinci müdür, cezaeviyle ilgili "olumsuz" haber yapan gazetecilerden müştekiydi. Bana "Gördünüz işte, biz kimseye baskı yapıyor muyuz?" diyerek şartların mükemmelliğini onaylamamı istedi. Ben de gördüğüm tek koğuştan yola çıkarak bütün cezaevi hakkında genelleme yapamayacağımı, siyasi mahkumlara nasıl davrandıklarını bilmediğimi söyledim. Siyasi mahkum tabirinin kullanılmadığı, onların terör suçlusu olduğu hatırlatıldı ve "Biz devletimizi çok seviyoruz. Onlarınsa düşünceleri bozuk" denildi. Ben de bunun üzerine kendilerine cezaevinin görevinin insanların beyinlerindeki düşünceleri değiştirmek olmadığını, ayrım yapmadan tüm mahkumlara aynı şartları sağlamak durumunda olduklarını belirttim. Kaderin cilvesine bakın ki, cezaevinden çıktıktan sonra uğradığım Sincan Adliyesi'nde tamamen tesadüf eseri, acı bir haberle yüzyüze kaldım. Benim içerde kaldığım gece erkekler bölümünde Korhan Çalış adlı bir mahkum çarşafla kendini asarak intihar etmişti. Talihsiz adam, bıraktığı notta "Anne burada adalet yok" diyordu ve ölümünden sorumlu olan kişinin de adını vermişti. Adamın üzerinden çıkan giysiler ve eşyalardan son derece kötü bir koku yayılıyordu. Hemen çıktım bulunduğum mekandan.

KOĞUŞ AĞALIĞI İÇİN ÖNLEM ALINMIŞ

*Haftada bir gün on dakika birinci derece yakınlarına telefon etme hakları var. Dört liralık bir kartla sabit telefonları ayda dört kez arayabiliyorlar. Aradıkları cep telefonu olursa tabii daha masraflı oluyor. Koğuştaki her odanın telefon saati farklı. Karşı taraftan aranma imkanları yok. Tabii ki telefonlar dinleniliyor. Ayda üç kez yarım saat kapalı, bir defa da bir saat süreyle açık görüş yapabiliyorlar. Açık görüş yapılan mekandan önce mahkumlar ayrılıyor. Bu arada sayıları en fazla on olan ziyaretçiler bekletiliyor. İçlerinden birinin mahkumun yerine koğuşa giderken, asıl mahkumun kaçmasını önleyen bir uygulama bu. Toplu görüşün yapıldığı masalarda pembe bez örtüler var.

*"Koğuş ağası" kavramına itibar etmiyorlar. Bunun için de bazı önlemler alınmış. Hiç bir mahkum bir diğerinin sorununu idareye aktaramıyor. Herkes kendisinin mümessili ve kendi adına konuşmak zorunda. Koğuşta birinin vekeletini üstlenmek, onun koruyucusu gibi davranmak o kişiye üstünlük sağladığı bu da emir vermeye, baskı kurmaya ve en azından psikolojik şiddete dönüşebildiği için kimse lider olarak öne çıksın istenmiyor. Tabii bu yeni tip cezaevlerinde uygulanıyor. Herkesin aynı mekanda kaldığı, kimsenin özel odasının bulunmadığı eski tip cezaevlerinde koğuş ağası gerçeği herhalde devam ediyor. Çünkü görüştüğüm mahkum kadınlardan biri, bir süre yattığı Antep cezaevinde başkasının yerine temizlik yapıp, nöbet tuttuğunu, onun sigarasını, çayını karşılayarak yaşadığını anlattı. Konya'da yatan bir başka mahkum koğuşta kalanlardan birinin herkese yankesiciliğin püf noktalarını anlattığına şahit olmuş. Daha önce İstanbul Bakırköy cezaevinde kalan bir mahkum da "Orada tam bir kaos vardı, memurlar bizimle hiç ilgilenmezdi, buradekiler, her sorunumuza yardımcı oluyor" diyor.

*Yeni gelenler muayene edilerek içeri giriyor. Fakat cezaevinde sürekli doktor yok. Haftada üç gün aile hekimi, talep eden hastaları muayene edip gerektiğinde kampüsün sağlık ünitesine sevk edebiliyor. Onun dışında sağlık memuru var. Enjeksiyon yapabiliyor, serum takabiliyor. Mahkumların sağlık durumu yapılan işlemler, aldıkları ilaçlar kişisel fişlerine işleniyor. Cezaevine girmek hem fiziksel hem de psikolojik olarak hastalıkları tetikliyor. Hastane sevkleri ring denilen özel araçlarla yapıldığından ve kampüste bulunan yedi cezaevinin kendilerine ait ringleri olmadığı için, sevklerde sorun yaşanabiliyor. Ringlerin sayısı az, çok dar ve havasız olup, tuvalet ihtiyacı giderilemediğinden, kapalı alan fobisi uyandırıyor ve onları çok bunaltıyor. Geçenlerde çıkan yangınla ringde cayır cayır yanan Vanlı mahkumların akibetine uğramaktan korkuyorlar. Hastaneye veya mahkemeye gittiklerinde, erkek mahkumlar daha fazla olduğundan onlara öncelik veriliyor, kadınlar saatlerce içerde bekletiliyor.

İYİ HALLİ GÖRÜLENLER ATÖLYEYE

*İşlenen suç türünün mahpuslar arasında nasıl değerlendirildiği , en çok merak ettiğim konulardan biriydi. Adli suçlar diye tabir edilen gasp, hırsızlık ve cinayet gibi suçlardan mahkum olanların gözünde en büyük suç terör suçu. "Biz terör eylemi mi yaptık ki bu cezaya çarptırıldık!" diye yakınıyorlar. Cinayetle kimin öldürüldüğü , bir diğer kıstas. Çocuk öldürmek "kötü", eş ya da sevgili öldürmek görece "iyi" olarak değerlendirilip "haketmiştir" duygusuyla onaylanabiliyor. Katiller, hırsızları küçümsüyor ve onlara az ceza verildiğine inanıyor. Tabii hırsızlar da cinayetten daha büyük bir suç olamayacağı kanısında.

*İyi halli oldukları ve talep ettikleri sürece makhumların içerideki atolyelerde çalışma hakları var. İş yurtları yönetmeliğine göre günlük kazançları ustalar için 6 lira 25 kuruş, kalfalar için 6 lira, çıraklar içinse 5 lira 75 kuruş olarak belirlenmiş. Bu rakamlar her yıl değişiyor. İş sabah 8.30'da başlıyor, 15.30'da paydos oluyor. Ankara'nın ünlü bir hiper marketine mantı üretebiliyorlar mesela. Ürettikleri günde 5'er kilo mantının karşılığında aylık 100'er lira kazanıyorlar. Mantının bir kilosu mağazada yaklaşık 15 liraya satıldığı düşünülürse bu, oldukça düşük bir meblağ. Yıl sonunda cezaevinin kârından bir miktar pay veriliyor kendilerine. Kendi yaptıkları mantıları yiyemiyorlar. Malın tamamı işverene gidiyor. Gözlem yapma imkanı bulduğum bir diğer iş kolu da Türk Hava Kuvvetleri'nde çalışan işçilerin beyaz-mavi önlüklerini dikmek. Bir kısmı dikiş makinalarının başında, bir kısmı ipleri bağcık haline getiriyor, bir kısmı da dikimi bitmiş giysilerdeki iplik fazlalarını kesiyor. Ayrıca bir tekstil firması adına nevresim ve çarşaf dikimi de yapılıyor.

*Atolyelerde görüştüğüm mahkum ve tutuklular, iş yaparken ceza çektiklerini bir miktar da olsa unutabildiklerini söylediler. Aksi takdirde gün boyu odalarında kalınca akıllarına kötü düşünceler geliyor, tek başlarına zaman akmıyor. "Odamda kalsam intihar ederdim" diyor içlerinden biri. Atolyeye geldiklerinde ise başka koğuşlardaki hemcinsleriyle tanışıp sohbet etme imkanları oluyor. Fakat benim gördüğüm, mesela mantı atolyesinde başlarını kaldırmaya mecalleri kalmıyor. Bir elleri kıymada, bir elleri hamurda, arı gibi çalışıp günlük kotalarını doldurmaya gayret ediyorlar. Çoğunlukla içlerine kapanmışlar, bir çeşit hipnozda, kendi kendileriyle hesaplaşıyorlar. Başlarını ya da sırtlarını okşadığın zaman gözyaşlarını koyuveriyorlar.

*Sabahları sanki mahkum değiller de dışarıda imişler gibi koğuşlarından çıkıp görevliler eşliğinde işlerine gidiyorlar. Suç işlemiş olsa bile işe yaradığını bilmekten sevinç duyanlar da var, herhangi bir duygu belirtisi göstermeyen de. Gerçek bir yol yerine boş koridorlardan geçiyorlar. Sarı boyalı duvarlarda sanat değeri açısından pek parlak olmayan naif tablolar asılı. Belki göz ucuyla bir parçasını görüyorlar, fakat durup inceleyemiyorlar. Aralarında giyim kuşamına, makyajına dikkat edenler olduğu gibi, kendilerini tamamen salanlar da yok değil. On yaşından itibaren gözüne sürme çeken bir kadın, cezaevine ilk girdiğinde "Acaba kantinde sürme var mıdır, yoksa ne yaparım?" diye düşünmüş. Sürme yerine göz kalemiyle idare ediyor şimdi.

*Cezaevinde mahkumların toprakla haşı neşir olmaları için bir kaç hobi bahçesi var. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bu bahçeler daha çok yazın faal oluyor. Benim gördüğüm ürünler toplanmış, iş bitmişti. İsteyen mahkumlar 5 ay süreli kuaförlük kursuna devam edebiliyorlar. Saç kesme, maşa ve fön çekme pratik olarak öğretiliyor. Kursta saç boyası kullanılmıyor. Onun yerine saç kremi ile boyanın saça nasıl sürüleceği gösteriliyor. Kantinden saç boyası alarak koğuşta arkadaşlarının saçlarını boyama imkanları var. Koleston marka saç boyasının fiyatı 8.50 TL.

CEHENNEMDEN ÇIKIP CENNETE GELDİK

*Beni en uyumlu mahkumların kaldığı, en vukuatsız koğuşa verdiler. Misafir olduğum H 4 koğuşunda kalanların tamamının suçu cinayetti. Dördü hüküm özlüydü, yani dava dosyaları Yargıtay'da bekliyordu, diğerlerinin mahkumiyetleri kesinleşmişti. Bir bölümü müebbetlikti. Daha yatacak çok yılları vardı. Doğrudan bu cezaevine gelenler olduğu gibi, başka illerin cezaevlerinde bir müddet yatıp, daha sonra buraya nakledilenler de vardı. İlk cezevi deneyimini Sincan'la yaşayanların zihni, "Parmaklıklar Ardında" adlı tv dizisiyle formatlanmıştı. Başlangıçta kendilerinden haraç alınacağını, şiddete uğrayacaklarını düşünüyorlardı, fakat şartlar bekledikleri gibi kötü çıkmamıştı. Bu cezaevine başka yerlerden gelenler, eski kaldıkları cezaevi ile Sincan'ın fiziki koşullar ve gördükleri muamele açısından kıyas kabul etmeyeceğini belirttiler. "Biz cehennemden çıkıp cennete geldik" sözleriyle şanslarına şükrettiler. Özellikle çalışma hayatının olmadığı, sadece bardağın yeri değişti diye kendini ve başkalarını jiletleyen psikopatların olduğu, koridorda erkek mahkumlarla karşılaştıklarında kadınların yüzlerinin duvarlara döndürüldüğü bir başka cezaevine tayinleri çıkacak diye ödleri kopuyordu.

*Koğuş sakinlerinin en genci 30'larında, en yaşlıları 60'larındaydı... Biri üniversite bitirmişti. Diğerleri ya sadece okuması yazması olan, ya ilkokul mezunuydu. Bir kaçı dışarıdan ortaokulu bitirmiş, şimdi lise bitirmelere hazırlanıyordu. Hepsinin değişik yaşlarda birden fazla çocuğu bulunuyordu. Kimileri çocuklarıyla bağını tamamen koparmıştı. Görüş gününde annelerini düzenli ziyarete gelenler olduğu gibi, ilişkiyi mektupla sürdürenler de vardı.

*Öldürdükleri şahıslar, ya kocaları, ya sevgilileriydi. Bir kısmı, bu adamlar tarafından başka suçlara da karıştırılmışlardı. Kendi çocuğunun ölümüne sebebiyet vermekle suçlanan olduğu gibi, içlerinden biri evsahibini ve onun çocuğunu kemerle boğmuştu. Diğerleri eylemlerinde bıçak ya da tüfek kullanmışlardı. Aralarında "Öldüren biz değildik, suçumuz sadece orada bulunmaktı" diyenler de vardı. Mahkeme onların azmettirici olduğuna hükmetmişti. Bazısı da cinayeti gördüğü halde ihbar etmemekten dolayı ceza almıştı. "Dilim tutuldu, mahkemede kendimi savunamadım" diye hayıflanan kadar, "kendimi aklayacak delilleri sunduğum halde dikkate alınmadı" diyen de vardı.

*Bir çoğunun hikayelerini öğrendim fakat birkaç sebeple okurlarımla paylaşmak istemiyorum. Birincisi, son derece üzücü ve şoke edici detayları var. Ben dinlerken metanetimi korumaya çalıştım fakat dışarı çıktıktan sonra iki gün kendime gelemedim ve sanki olay sırasında oradaymışım gibi hayalimde yaşadım. O kadar travmatize edici yanları var ki, aynı şeye sizleri maruz bırakmakmayacağım. İkincisi, bu satırları görüştüğüm o kadınlar da okuyacak. Adlarını vermemek, yüzlerini fotoğraflarda göstermemek yetmez. Aynı olayları kağıt üstünde de olsa yeniden yaşamalarında hiç bir yarar yok. Üçüncüsü, olayların bana anlatmadıkları bazı yönlerini daha sonra internette yaptığım araştırmalarla öğrendim. Onları belirtmeden hikaye eksik kalacak, belirtsem incinecekler. Dördüncüsü, öldürdükleri insanların yakınları onları teşhis ederse, olayı tek taraflı anlattığım için kendilerine haksızlık yapıldığını düşünecekler. Beşincisi, bu korkunç hikayeleri okuyan kadınlar arasında, yaşadıkları acılar itibariyle mahkumlarla özdeşlik kuranlar çıkabilir. Eğer onlar da birilerini öldürmeyi akıllarından geçiriyorlarsa o fiillere istemeden de olsa destek vermiş olabilirim. Ve son olarak kimsenin aklından "Ama hakketmiş o adamlar da öldürülmeyi" diye bir düşünce uyanırsa bu vebalin altından kalkamam. İnsan ister istemez "O kadar şiddet görsem, aşağılanıp tehdit edilsem aynı durumda ben ne yapardım?" diye düşünüyor. İtiraf edeyim bu soru benim zihnimi çok meşgul etti. Cevap veremedim, Allah'a sığındım.

YANLIŞ ERKEKLERE GEREKSİZ FEDAKÂRLIK

*Öldürdükleri kişilerden "o şahıs" diye sözediyorlar genellikle. Adlarını ve sıfatlarını anmak bile istemiyorlar. "O şahıslar" kendi işledikleri suçtan yırtmak için bu kadınlara tuzak kurmuş. Bir tanesi, ölümü kendi ellerinden olan kişiye "Benim yiğit karayağız delikanlım/ Kızmaya görsün hep eli kanlım/ O büyülü yalanlara kandım/ Yapmayacaktın bunu bana sevdiğim" diye başlayan uzun destanlar kaleme almış. Bir diğeri, çocuklarına "Bir yaz günüydü soldu hazanım/ Hep sizi söylerim sizi yazarım yavrularım/ Kendi emzarımı kendim kazarım/ Artık yaşayamam sizsiz dünyada yavrularım" dizeleriyle sesleniyor.

*İşledikleri suçtan dolayı pişman olup olmadıklarını merak ediyorsanız, hayır değiller. Yılların birikimiyle o noktaya gelmişler. Kendilerini yasal ve duygusal açıdan nasıl koruyacaklarını bilmediklerinden başka çareleri olmadığını düşünüyorlar. Aile bağları güçlü olsaydı, sevgi ve aidiyet ihtiyaçlarını onları fuhuş, hırsızlık, uyuşturucuya sürükleyen yanlış erkekler için gereksiz fedakarlıklar yapmazlardı ve nihayet canlarına tak ettiğinde onları öldürecek kadar ileri gitmezlerdi diye düşünüyor insan. Şimdi sosyal hizmet uzmanları ve psikologların yardımıyla iletişim, kendini ifade etme, hayır deme, öfke kontrolü gibi yaşam becerilerini öğrenmeye çalışıyorlar. Keşke bunları ailede hiç değilse okulda öğrenebilselerdi. Devlet öğrencilere bilgi aktarımı kadar duygu eğitimi de verebilse keşke. Şimdi dışarı çıkmaya kaç gün kaldı diye sayacak durumları yok, çünkü daha çok uzun yıllar var. Süreye takılmadan, çalıştıkları işlerle avunuyorlar.

*Bazılarının başka cezaevlerinde yatan mektup arkadaşı sevgilileri var. Çünkü gazetede haberleri çıktığında yüzlerce mektup geliyormuş erkeklerden. İlkinde "bayan" diye seslenen adamlar, ikinci mektupta adlarıyla, üçüncüde "aşkım" diye hitap ediyorlarmış onlara. "Bizi ancak cezaevine girmiş, bizimle benzer hayatı yaşayan kadınlar anlayıp kabul eder" diye düşünüyormuş bu adamlar. Kadınlar hak veriyor bu görüşe ve diyorlar ki, "Bizi de ancak plastik çatalla yemek yiyen, bizim gibi acil yardım çağrısı olan buton sesiyle irkilen, kapılar yüzüne kapanan erkekler anlayabilir". Bazıları ilk girdikleri cezaevinde yıllarca kahve içememişler, "bizim gibi kahve tadına hasretliği bilmeleri lazım" diyorlar. Sosyal hizmet uzmanı, infaz memurlarının da onları anlayabileceğini hatırlattığında, "Hayır" diyorlar, "onların üniformaları var. Bize hükmederler, mahkum olmalı bizim sevdiğimiz." Mektup arkadaşlarının yüzlerini bir kere görenler olduğu gibi, hiç karşılaşmadan, sadece fotoğraf değiş tokuşuyla aşklarını kağıt üzerinde yaşayanlar da var. Belki hiç kavuşamayacaklar, belki kavuştuklarında çok yaşlanmış olacaklar ama birilerinin onlara sevgi sözcükleri sarfetmesi hayata bağlıyor.

EN BÜYÜK HAYAL HACCA GİTMEK

*Görüştüğüm kadınların biri hariç diğerleri kendilerini dindar olarak niteliyor, çok daraldıklarında Allah'ın onlara maddi manevi yetiştiğini söylüyor, beş vakit namaz kılıyor, türkçesinden Kuran okuyor ve ilahi söylüyordu. İçlerinde "Kuran ahlakına göre yaşamalıydık" diyenler vardı. Bu kadınların en büyük hayali bir gün hacca gidebilmekti. Neden sorusuna, "Peygamberimizin bastığı toprağa basmak, ona yakın olmak için" diye cevap verdiler ve bunları söylerken ağlamaklı oldular. Öldürmenin dinen günah olduğunu biliyorlar ve fakat kendilerini şöyle teselli ediyorlardı: "Evet suçluyuz. Fakat haklıyız da. Çünkü Allah ne yaşadığımızı görüyor, biliyor. Huzuruna çıktığımızda bunları dikkate alarak bizi affedecektir. "

*Bizim koğuştaki hanımların en çok sevdiği tv dizisi Yer Gök Aşk. Aynı erkeğe aşık olan iki kızkardeşin serüveninde kendi hayatlarından izler buluyorlar. Havva'nın hırslı kişiliği onlara ayna tutuyor. İkinci sırada harem hayatı fazla abartılmış bulsalar da Muhteşem Yüzyıl geliyor. Üçüncü sırada Öyle Bir Geçer Zaman ki var. Ali Kaptan'ın Cemile'ye yaptığı eziyetleri kendi yaşadıklarına benzetiyorlar ve Cemile'nin yükselişiyle moral buluyorlar. Kuzey-Güney dizisinde Kuzey'in cezaevinden çıktıktan sonra yaşamını bir türlü düzene sokamayışından etkilenip, "Biz de böyle mi olacağız?" diye soruyorlar. "Kendinle Barışık Olmak" gibi daha çok kişisel gelişim kitapları okuyorlar. Aralarında Mesnevi okuyan da var fakat anlayamadığından yakınıyor. Koğuştakilerin bir tanesi düzenli gazete alıyor, diğerleri ondan okuyor. Genel olarak gündemi takip etmekten yana değiller. "Zaten içimiz kararmış, biraz daha kararmasını istemiyoruz" diyorlar. Sabah tüm koğuşlar için gazete dağıtımı sırasında koridordaydım. Azadiya Welat, Evrensel, Birgün dahil istisnasız tüm gazeteler vardı.

HAYIRSEVERLERE DUYURULUR

*Bayram ve yılbaşı gibi dönemler hem en neşeli hem de en hüzünlü oldukları zaman dilimi. Öncesinde cezaevi yönetimi konser, konferans gibi bazı etkinlikler düzenliyor. Koğuşun içinde çikolata şeker ikramıyla kendi aralarında kutlayıp yakınlarından uzak kalmanın üzüntüsünü dağıtmaya çalışıyorlar. Birinin diğerleri üzerinde üstünlük sağlayacağı düşünüldüğünden, mahkum yakınlarının kurban bağışı veya spor salonu yaptırma teklifi kabul edilmiyor. On kişilik bir talep olduğunda yeni bir kurs açılabiliyor. Yakın zamanda step ve aerobik kursu açılmış ve süresini tamamlayıp kaldırılmış. Yakında yarı değerli taş atolyesi açılacakmış. Bu bir Hollanda projesi imiş. Fakat kadınlar için ağır bir kursmuş. Taşı işlemek bilek gücü istediği ve makineler tehlikeli olduğu için daha çok erkeklere uygunmuş.

*Benim misafir olduğum koğuştaki üç kadının sesleri mükemmeldi, söyledikleri türkü ve şarkılardaki performanslarını beğenince keşke bir müzik aleti de çalabilseler diye düşündüm. Ancak bunun için hem paraya hem de bir öğreticiye ihtiyaçları var. Bu yazıyı okuyanlar arasında eğer cezaevine enstrüman bağışı yapabilecekler varsa, bir kurs açılabilir. Eminim diğer koğuşlardaki müziğe yatkın başka kadınlar da hemen dilekçelerini verip bu kursun müdavimi olacaklardır. Görüştüğüm kadınların üçünün yazdığı şiirler, belli bir düzeyin üstündeydi. "Bunlar bestelense ne güzel şarkı olur" der demez, birisi yazdığı dizeleri şarkı olarak söylemeye başlamasın mı? Nota bilmediği halde meğer çoktan bestelemiş. Hayır yapmak isteyen müzisyenlere veya cezevinden star çıkarmayı ilginç bulacak yapımcılara duyurulur. Onların kim olduğunu cezaevi yöneticileri biliyor.

AH DEME AF DE!

*Herkesin bana yönelttiği tek ortak soru şuydu: Af var mı yakında? Cezaevi ortamında yaşanan en basit olayı bile af çıkacağına işaret sayıyorlardı. Mesela o gece elektrikler mi kesilmişti, hiç beklemedikleri birinden mektup mu almışlardı, bardak mı kırılmıştı, bir görevliden yakın ilgi mi görmüşlerdi, demek ki af kapıdaydı. Birisi "ah ah!" diye içini çektiğinde "öyle deme, af af de!" diye uyarıyorlardı. Medyadan ricaları vardı: "Lütfen af haberleri kesinleşmeden yazılmasın. Büyük hayal kırıklığı oluyor. Boş yere umuda kapılıp yıpranıyoruz." Bir mahkum, "Tvler af çıktı diye bağırışsalar bile, beni şu kapıdan bırakmadıkça inanmam" diyordu.

*Dıştan bakınca günler hep birbirinin benzeriydi ama bedenlerinde ve iç dünyalarında olumlu ya da olumsuz yönde neler değişiyor, belki kendileri bile bilmiyordu. Yatacak o kadar çok gün var ki, biri daha eksilmiş diye sevinemiyorlardı. Şimdilik tek istedikleri telefonla ya da açık görüşte yakınlarıyla daha fazla zaman geçirmekti. Dışarıda daha sabırlıydık diyenler olduğu gibi, sabrı burada öğrendiklerini düşünenler de vardı. En korktukları şeyi unutulmak, çıktıklarında dünyaya ayak uyduramamak, bir iş bulup çalışamamaktı. İnsanlara güvenlerini kaybetmişlerdi. Devletin tahliye olmuş mahkum istihdamı konusunda daha etkin çözümler üretmesini bekliyorlardı.

*En büyük kazançlarımdan biri koğuşlarda geçirdiğimiz zamanda bize eşlik eden sosyal hizmet uzmanı genç bir hanımefendiyi tanımak oldu. Adının zikredilmesini tercih etmeyen, eski Türk filmlerinin idealist öğretmen tiplerine benzeyen bu kadına hayran kaldım. Benim koğuş sakinlerinin hikayelerini öğreneceğim diye onları yeniden travmatize etmekten kaçındığımı hemen anladı. Muhataplarımı yaralamadan, içinde suçlama tonu taşımayan sorularımın nerede durup nerede devam edebileceğimi kalp yordamıyla aradığımı yine kalbiyle görüp yolumu açtı. Sesinde ve vurgularında dozu ayarlanmış bir bilgelik vardı; otoriterlik ile kadınca yumuşaklığı barındırıyordu. Böylesi görevlerde empati kurmanın önemini biliyordum ancak "sizi anlıyorum" mesajının "katil olmanıza hak veriyorum" şeklinde algılanmaması için ne denli profesyonel bir çaba gösterilmesi gerektiğini bu minyon genç kadını izlerken farkettim. Geçmişte ne olduysa olup bitmişti. Madem ki mahpuslar burada uzun yıllar geçirecekti, öyleyse bu zamanı mümkün olduğunca pozitif duygularla, geleceğe dönük umutları taze tutarak yaşamalıydılar. Sosyal hizmet uzmanımızın sadece dili değil, mimikleri ve beden dili de buna tamamen uygundu.

*Görüş gününde kendilerini ziyarete gelen çocuklarına sıkı sarılmalarını, o bir saati iyi değerlendirmelerini, onlara sevgi göstermelerini, kucak sıcaksa çocukların anneye ait olduklarını hissedeceklerini söylüyor, dışarıda olup da evlatlarına hiç bir şey veremeyen anneleri hatırlatıyordu. "Bulunduğunuz yerin cezaevi olduğunu söylemekten kaçınmayın. Durumunuzu saklamayın. Her seferinde başka bir hikaye anlatırsanız çocuğun size güveni kalamaz. Yaptığım bir yanlış var, bunun karşılığı olarak buradayım deyin" önerisinde bulunuyordu.

*Güzel uzmanımız, 6 yaşındaki çocuğuyla iletişim kurmayı onun yararına kestiğini belirten bir mahkuma, "Ona mektup yaz her hafta. Göndermesen de biriktir onları. 18 yaşına geldiğinde topluca verirsin. Anne boşluğu zorlayacaktır. Hiç değilse onu düşündüğünü, sevdiğini, neler yaşadığını bilsin" deyince ben de tüm mahkumlara mektup olmasa bile her gün yaşayıp hissettiklerini kaleme almalarını, yazmanın büyülü bir yanı olduğunu, içlerindeki güzelliklerle tanışacaklarını söyledim. Uzman hanım "Böylece sıkıntılarınızı nasıl büyüttüğünüzü görecek ve hafifleyeceksiniz" diye beni destekledi. Mahkumlar unutkanlıktan mustarip olduklarını belirtince, bunun sebebinin cezaevindeki yetersiz uyarana maruz bırakan monoton yaşam olduğunu hatırlattı ve "Gün içinde kendinizi şaşırtın. Hep aynı tür kitaplar okumayın, yataktan kalkış saatlerinizi değiştirin mesela. Bir şekilde farklılaştırmaya çalışın hayatınızı" diye tavsiyede bulundu.

*Ben hayattan ne anladıklarını sordum mahkumlara. Kendilerince cevap verdiler. Uzmanımız güzel sözlerini onaylayarak destek verdi ve hayat tanımlarını olgunlaştırmaları için onlara yol gösterdi. Kendi yaşadığı acı olaylarla nasıl başettiğini anlatması, onlara dolaylı yoldan güç veriyordu. Birlikte geçirdiğimiz saatlar, onun karşısındaki mahkumlara "suçlu" gözüyle değil, "suç işlemiş insanlar" olarak baktığını gösterdi bana ki, onun gibi uzmanların sayısının az olduğunu düşündüm. Yaptığı iş çok zordu. Benzer işi yapan diğer görevliler gibi tükenmişlik sendromuna yakalanması olasıydı. Devletin bu yönde bir yardımı olmadığını öğrendim. Bu yüzden her gün saat 17.00'de cezaevinden ayrılırken tahliye sevinci yaşıyor, bir dakika daha bile içerde kalmak istemiyordu. Çıkarken ben de aynı duyguları yaşadığım için ona hak vermemek elde değildi.

*Geceyi koğuşta onlarla birlikte geçirmek istedim ama fazladan iki yatak yoktu. Saat 24.00'ü gösterdiğinde foto muhabiri arkadaşım Bahar Mandan ile birlikte koğuştan ayrılıp cezaevi kreşine gittik. Oradaki tek kişilik yatağa kıvrılıp yattık. Bahar yorgunluktan hemen uykuya dalarken benim beynim bir türlü susmadı. Mahkumların yaşadıkları korkunç olaylar sahne sahne gözümde canlanıyor, beni rahat bırakmıyordu. Yattığım yerden gökyüzünün bir parçasını görebiliyordum. Tam karşımda bir yıldız parlıyordu. Ara sıra bir bulut onu kapatıyor, sonra alıp başını başka yıldızları saklamaya gidiyor, biraz sonra onun yerini başka bir bulut parçası alıyordu. İşte dedim, kendi kendime, hayat da buna benziyor, yıldızımız bir parlıyor, bir sönüyor. Özgürlüğümüz bulutların elinde.

YA CEZAEVİNDE ÇALIŞMAK

Cezaevinde çalışmak da oldukça zor. Tükenmişlik sendromu hemen hemen bütün çalışanların ortak derdi. Dinlediğim çalışanlardan ve uzmanlardan derlediğim notları da sizinle paylaşıyorum. İşte cezaevi çalışanlarının dertleri:

- Mahkum yakınlarının görev başındaki memur ve ailesini tehdit ederek ayrıcalık talep etmesi (mafya ve terör örgütleri)

- Personele ait bilgilerin mahkûm yakınları tarafından biliniyor olmasının yarattığı gerginlik

- Psikotik eğilimler gösteren pek çok mahkumun içeride bulunması nedeniyle üzerlerinde sürekli jilet gibi bir saldırı aletini taşıyarak personelde can güvenliği gerginliği yaratması

- Personelin sürekli saldırıya maruz kalabileceği korkusu, saldırıya maruz kalan personelin psikolojik ve maddi olarak desteklenmemesi

- Personelin görevini kanunlar çerçevesinde yapmaya çalışırken basın medya kuruluşlarının personeli hedef olarak göstermesinin yarattığı tedirginlik

- Hep saldırgan ve öfkeli davranışlar gören, bu davranışlara maruz kalan personelin uygun danışmanlık ve süpervizörlük desteğinin sağlanmaması nedeniyle personelin bu olumsuz davranışları yıllar içinde davranış repertuarına katarak ya da katmamak niyetiyle geliştirdiği savunma mekanizmalarının (gereğinden fazla gösterilen savunma mekanizmaları) ruhsal dengesini sarsması

- Toplumdaki herhangi bir insanın ya da kamu da çalışan herhangi bir memurun hayatlarında bir defa belki görebileceği suçlu popülasyonuna ait kişilerle sürekli bir arada kalmanın yarattığı olumsuz duygu durum. Suçlu insanların yaşamlarının parçası olan yalan, entrika, hırsızlık, öfke, saldırganlık, hırs, zarar verme, intihar, kendini kesme ve kan dökme gibi kavramaların hergün personelin gündeminde bulunması ve yarattığı gerginlik. Mahkumlara ait olan duyulan ve karşılaşılan hikayelerin yatattığı gerginlik ve güvensizliğin personel tarafından ailelerine yansıtılması ve tüm topluma karşı şüpheci, tedirgin ve sinirli yaklaşması.

- Personelin sürekli ciddi durmak, doğru davranmak, mesafe koymak gibi gerekçelerle gün boyu tetikte davranması

- Ceza infaz kurumu personelinin gün içerisinde çalışma gündeminde sürekli olarak risk durumlarını ve alınabilecek önlemleri konuşuyor olması

- Görevini yapmaya çalışan personelin sıkça suç duyurularına maruz kalması ve bunun sonucunda suçlu gibi hakim karşısına çıkıyor olmasının yarattığı endişe

- Kamuoyunda işkenceci gibi algılanan CİK personelinin izleme kurulu, insan hakları dernekleri ve komisyonları, cumhuriyet savcıları, müfettişler, kontrolörler ve ziyaret amaçlı gelen heyetler tarafından teftiş havasında geçen ziyaretlerinin personelde yarattığı değersizlik ve güvensizlik duygusu.

- Aramalar sırasında personelin mahkum tarafından sürekli olarak sloganlar vasıtasıyla rencide edilmesi ayrıca terör örgütleri tarafından öngörülen ve düzenli olarak yapılan kapılara vurma ve slogan eylemliliğinin yarattığı gürültü kirliliği ve yarattığı stres (sese karşı hassasiyet geliştirilmesi)

- Cezaevi personelinin olası bir saldırıya karşı kendini savunması için gerekli techizata sahip olmaması. (COP YOK, BAYILTICI SPREY YOK)

- Toplumun cezaevi personelini işkenceci olarak algılaması ve sürekli sosyal ilişkilerinde bu yaftalamaya maruz kalarak kendini sürekli açıklama gereği duyması

- Sürekli kapalı bir ortamda bulunmak, şehir merkezlerine uzak mesafelerinde kurumlaşmak gibi nedenlerle olası acil durumlarda ailesine ulaşamamanın yarattığı kaygı

- Çalışan personelin sosyal yaşam ile ilintisinin kesilmesi ve personelin ücretli bir mahkum gibi mesai saatlerini doldurması. Telefon internet gibi iletişim araçlarını kullanamayan personelin dış hayatla bağlantısının kesilmesinin yarattığı yıpranmışlık. (sabah 06.30'dan akşam 19.00'a kadar)

- Kurumlarda çalışan personelin tahliye acil durum kriz gibi nedenlerle belirli bir mesai saati ile sınırlı kalamaması; kurum personelinin eleştirilmemek, dışlanmamak kaygısı ile görev saatinin dışında çalıştırılması, bunun yaratacağı yorgunluk, değersizlik gibi durumlar.

- Toplu yaşamdan kaynaklı olabilecek hepatit, verem ,aids gibi hastalıklarla her an karşı karşıya kalma ihtimalinin yarattığı kaygı.

- Diğer kurumlara oranlara daha fazla strese ve buna bağlı hastalıklara maruz kalma riski.

- İnsanların TV'de görmeye tahammül edemeyip kanal değiştirdiği kişilere hizmet vermek zorunda olmanın yarattığı yıpranmışlık.

- Devamlı radyasyona maruz kalma, personelin yemek de dahil olmak üzere ilaç ve diğer bütün eşyalarının X-RAY cihazından geçmesi

- Personel sayısının yetersiz olması, toplu gösterilerde (konser gibi) güvenliğin mahkumun iyi niyetiyle sınırlı kalması, tüm personelin olabilecek bir kavga ya da isyan gibi durumlara karşı tetikte ve huzursuz olması.

- Görev tanımında GİH sınıfı olup mesai saatlerinin haftalık 40 saat olmasına rağmen personelin mesaisinin iş bitimi ile orantılı gözükmesi (acil durumlarda günlük 24 saate kadar çıkabilen) nedeniyle fazla mesai yapılması ancak fazla mesai karşılığı olan fazla mesai ücretinden mahrum olması.

- Personelin GİH sınıfında olmasına rağmen güvenlik gerekçe gösterilerek hasta T/H kişisel bakımı, temizliği, oda ve kişisel eşya değişimi, hastane veya mahkeme esnasında T/H taşınması ve ayrıca kirli eşyaların aranıp değişimi ve güvenlik ve gözetim servisi dışında izlem yapması (yardımcı hizmetler sınıfının yapması gereken işleri yapıyor olmak)

Nuriye Akman/Zaman
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara