Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Ömer Madra: Muharip medya

“Büyük Temizlik”... “Harekât başladı, netice alınacak” ... “Sonuç alana kadar”... “Bitirmeden dönmeyin”... “Bu defa bitecek” ... “10 bin askerle Irak’tayız”...

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-11-07 11:11:53

Ömer Madra: Muharip medya
Ömer Madra


Muharip Medya
 
Akademisyen, yazar ve Açık Radyo programcılarından Ahmet İnsel “Demokratik Otoritarizm” başlıklı kapsayıcı ve analitik yazısında iktidar temerküzü, ülkede hızla güçlendiği görülen otoriter eğilimlerin, demokrasinin yıpratılması sürecinin, ve sansür ile otosansürün içiçe geçmesinin simgesi olarak gördüğü toplantıyı şöyle anlatıyordu: “Böyle bir toplantıda, bazı kitapların neden yazıldığı, bazı söyleşilerin neden yapıldığı, bazı yerlere neden gidildiği, neredeyse isim vererek sorulmaya başlanıyorsa, o zaman otosansüre davetten öteye, doğrudan bir sansür işlemeye başlamış demektir. Ayrıca, bir başbakan gazete sahip veya yöneticileriyle kamuoyunun bilgisi dahilinde, boy boy fotoğrafları yayımlanan bir toplantı yapıp, burada konuşulanların kamuoyuna aktarılmamasını isteyebiliyorsa o zaman bu gazeteleri iktidarının bir organı olarak görüyor demektir. Zaten bunun belirgin bir işareti, böyle bir toplantıya, dört günlük gazetenin davet edilmemiş olmasıdır. Her otoriter gücün makbul gazete listesi farklı oluyor.” [19] 
 
İnsel şöyle devam ediyor: “Bu koşullarda yapılan bir toplantıyı protesto etmeyen, katılmayan veya koşulları öğrenince terk etmeyen ‘bağımsız’ medya temsilcileri de bu durumu zımnen kabul ederek, kendilerini bir iktidar organı olarak gördüklerini ele vermiş olurlar. Fransa’da taşra gazeteleri patronları, Sosyalist Parti adayı olan bir gazete patronu davet edilmeyince, cumhurbaşkanının özel davetini toplu biçimde boykot ettiler birkaç hafta önce. Türkiye’de ise böyle netameli bir toplantıya katılmakla yetinmeyip, birçoğu Başbakan’ın söylediklerine hınk deyicilik yapma yarışına giriyor. Otosansür çağrısını dinlemekle yetinmeyip, işi resmen sansür işlevi görecek kurumların kurulmasını, yasaların çıkarılmasını talep etmeye götürüyor. Bu durumda Başbakan’da artan biçimde gözlemlenen otoriter semptomların önünde duracak herhangi bir engel kalmamasına şaşırmak ancak safdillik olur.” [20]
 
Toplantıya katılan ve “koşulları öğrenince terk etmeyen ‘bağımsız’ medya temsilcilerinden” biri olan editör Yasemin Çongar ise şaşıranlardan biri olmuş. Başbakan’ın “halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi” yönündeki, basın özgürlüğüne alenen müdahale niteliğindeki tavsiyesinden çok, “gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdığını” ve ... “Medyayı daha da ‘tektipleştirecek’ yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesi konusunda ise “insanın nefesini kesen birşey” olduğunu söylüyor. [21]
 
Temizlikçi Medya
 
Asıl şaşırtıcı olan, gazetecinin şaşırması. Zira, gazetecilerle gazete sahiplerinin otoriter başbakanla birlikte boy gösterdikleri o tuhaf “basınla toplantı” yapılırken, bir gece öncesinden başlamış askerî bombardıman ve taarruz 49 PKK’lı genci “etkisiz hale getirmekte”ydi. O uzun çiçekli masif masadaki görüntüleri altın yaldızlı oymalı kakmalı çerçeveli billur boy aynasında akseden gazete sahipleriyle yayın yönetmenlerinin o sabah yayınlanan ürünlerinin çok büyük çoğunluğunun birinci sayfa manşetlerinden bazıları şöyleydi mesela:
“Büyük Temizlik”... “Harekât başladı, netice alınacak” ... “Sonuç alana kadar”... “Bitirmeden dönmeyin”... “Bu defa bitecek” ... “10 bin askerle Irak’tayız”...
“22 Taburla kara harekâtı” ... “55 kilometrelik abluka” ... “Kamplara kuşatma” ... “Katiller çemberde” vb...
 
İlk ağızda, tartışmaya yer bırakmayacak netlikte derhal etnik temizliği çağrıştıran, baştan başa militer ve militarist bir dille dokunmuş bu 1. sayfaları, aynı zamanda her türlü insanî ve sivil unsurdan, hatta bizatihi insandan arındırılmış, yüksek teknoloji ürünü uçak, tank, top, otomatik tüfek, bomba, füze ve bilumum diğer donanımları gösteren, resmeden fotoğraflar, illüstrasyonlar, harita ve krokilerle donatılmış savaş “vitrin”lerinden başka birşey olarak nitelemek herhalde mümkün olmasa gerek. Bu vitrinleri özene bezene elbirliğiyle hazırlayanların, ertesi günkü toplantıda “Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz” türünden soruları kudretli Başbakan’a arz etmeleri neden şaşırtıcı olsundu ki o zaman?
 
Ya hemen sonraki gün? Aynı gazetelerin toplantının ertesi günü çıkan nüshalarındaki 1. sayfa manşetlerinden bir demet de şöyleydi:
“Hain kaçacak delik arıyor” ... “Cellat’ın peşindeler”... “Çukurca katilleri Kazan kıskacında” ... “Yakından kumanda” ... “Kazan’dan çıkış yok” ... “Bilgi havadan, darbe karadan” ... “Tepenin hesabı vadide görüldü” ... “Aslanlar: Elli hain inlerinde vuruldu” ... “İşte bu, Mehmedim” ... “Misliyle yanıt”...
 
Bir gün öncesi ile bir gün sonrası arasındaki farkları arayıp bir tane olsun bulamayınca insan, iktidarın böylesine kudret tapıncı içinde olan bir medya ile “tavsiye toplantısı” düzenlemesine dahi gerek var mıydı acaba diye sormadan da edemiyor doğrusu: Ayna ayna, güzel ayna, söyle bana...
 
Kardeş Medya
 
PKK saldırıları ve onun arkasından sınır ötesine açılan askeri harekâtla birlikte ölümcül bir şiddet sarmalının içinde savrulurken, üstüne bir de Van ilinde yaşanan deprem faciası bindirdi. Çok âşina olduğumuz yıkım, enkaz, şok, ıstırap ve çok nadiren de küçük mucize görüntüleri geldi. Hepsinin arkasından da devletin “duruma hakimiz, bunun altından da kalkarız evelallah” söylemi... “1999 Depreminden hemen sonra kendiliğinden patlak veren o büyük sivil uyanış olmadan önceki dönemlerde sürekli dayatılan o “her şeye kaadir kerîm devlet yaraları saracak” teranesinin 12 yıl sonra, değişen hiçbir şey yokmuşçasına kendini göstermesi, biraz sıkıcı bir hal olmakla birlikte, şaşırtıcı olduğu söylenemezdi. Bölgedeki felaket sonrasında, huzur ve barışı özleyen sıradan vatandaşlar kendilerini biraz kırk katırla kırk satır arasında kalmış hissederken, ana akım medyanın belli başlı gazeteleri, önceden sözleşmiş gibi, âlicenap Türklerin, kardeşlerine bir hayli tepeden bakan birlik ve beraberlik şarkısını bir ağızdan söylemeye koyuldular. Depremin 2. gününün manşetlerinden seçme yaparken zorlandığımızı söylemeyiz:
 
“İşte Türkiye”... “Türkiye seferber oldu” ... “74 milyon kenetlendik” ... 74 milyon 7.2'de tek yürek” ... “Tek bilek tek yürek” ... “Kardeşlik fırsatı” ... “Kardeşlik bu” ... “Kardeşlik fayı kırılmadı” ... “Kardeşim ben geldim” ...
 
Böylesine infantil bir dille kurgulanmış bir gerçekliği her allahın günü başarıyla yeniden yeniden inşa ettiğini sanan medya sahip ve editörlerinin, kamuoyu araştırmalarının tamamında basının inandırıcılığının daima en alt seviyede yer aldığını, saygınlığının sürekli yerlerde süründüğünü görünce şaşırması mümkün müdür? Ziya Paşa’nın terkîb-i bend’inden o can alıcı mısrayı hatırlamamak elde değil doğrusu: “Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”
 
Sırtından bıçaklanıp katledilmiş kadının kanlı çıplak cesedini, renkli büyük boy fotoğrafıyla maktulenin çoluk çocuğu da dahil olmak üzere tüm toplum önünde keyifle sergileyen merkez medya organları ... Konunun “tartışıldığı” yayın toplantısı”nda itiraz eden meslekdaşlarını “bugün demokrasi yok” diye susturarak demokrasiyi o gün için “askıya alan” genel yayın yönetmenleri ... Bu editörlük anlayışı karşısında, istifa ne demek, tek kelime ses bile etmeyen editörler ... Kaidesinde kocaman harflerle “vatan bütündür parçalanamaz” ibaresi kazınmış Atatürk heykelinin üzerinde durduğu kaidenin önündeki beyaz mermer zemin üzerinde biri bacağından iple sürüklenmiş iki PKK’lı gencin kanlı cesedini gösteren fotoğrafı, dergilerinin kapağında silme basarak bununla övünen editörler... Bunları da yukarıdaki manşetlerle birleştirince ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
 
“Askerî– Endüstriyel Gazetecilik”
 
Ödüllü gazeteci ve yazar Robert C. Koehler, “Askerî - Endüstriyel Gazetecilik” terimiyle vaftiz ettiği bir yazısında vatandaşların bilgiye duyduğu susuzluğu sinik bir şekilde aşağılayan ve bu bilgilenme arzusunu sarakaya alan gazetecilik pratiklerini ele alıyor. Medyanın durumundan çoktandır ikrah etmiş olan vatandaşların bile, “sinizm ve muhabbet tellallığı” konusunda gazeteciliğin ulaştığı yeni “dip noktası” karşısında şoke olmaktan kendilerini alamadıklarını yazıyor. “İçimizde bir organ yırtıldı sanki ve ayrıntılar ortaya çıktıkça, o da birden ortalığa saçılıverdi: Sadece bir ahlak eksikliği değildi bu, ahlâkî bir boşluktu. Kişisel hayatlarımıza karşı gösterilen mutlak bir aşağılama. İşte bu aşağılama bir medya imparatorluğunun temelini oluşturuyordu.” [22] Koehler, yazısında Rupert Murdoch’un (yalan tanıklık, bilgisayar hack’lemek, ticari casusluk ve polise rüşvet dağıtmak vb. suçlamalarıyla başı iyice belada olan) gazete ve TV imparatorluğundan bahsediyor tabii. Ama, Koehler’in tesbit ve teşhislerini günümüz dünyasında pek çok ülkenin ve elbette Türkiye’nin medyasına teşmil etmek ve onun bu medya dünyasını da neredeyse eksiksiz bir şekilde tarif ettiğini söylemek pek de abartma olmaz.
 
Devamla: “İnsanî bir anlayış, duygudaşlık ve sempatiden tümüyle yoksun bir gazetecilik bu,” diyor Koehler. “İnsan soyunun yanlış tarafında kalmış diyebileceğim bir gazetecilik. Bilgilenip aydınlanmış (enforme olmuş) bir topluma katkıda bulunma veya toplumsal bağların güçlendirilmesi konusuna zerrece ilgi duymayan bir gazetecilik. Zehirli fast food gibi birşey. Sıkıntıdan gebermiş, atomize olup birbirinden yalıtlanmış okurlara tüyler ürpertici bir “reality” eğlencesi tedarikinden ibaret. Hayattaki tek hedefi de, okur veya izleyicilerin bu ürünü tüketmeyi sürdürmesinden ibaret.” [23]
 
Robert Koehler’in “zıvanadan çıkmış” gazetecilik diye tarif ettiği bu hal, gerçek gazetecilik mesleğiyle taban tabana zıt. Bildiğimiz gerçek gazeteciliği ve yayıncılığı tarif eden şey, Ahmet İnsel’in, yukarıda andığımız yazısında kullandığı deyimle “iktidar yoğunlaşması”nın tam karşısında durması, kudret merkezlerinin dışında kalanların çıkarlarını sürekli savunmak zorunda olması. Oysa, karşımızda duran bu “yeni” gazetecilik tipi, insanlığın tam karşısında, sıradan insan değerlerine tamamen hasmane bir tavır içinde bulunuyor. Niçin? Kâr için. “Gerçek gazeteciler, güç odaklarını, doğruları söyleyerek dağıtır, darmadağın ederler,” diyor Koehler. Ve ekliyor: “Bu rezalet (Murdoch skandali) en nihayet, Murdoch hakkında değil, gazetecilik sanatı ile iştigal eden herkes hakkındadır. Kendi kendimize sorma vakti geldi yani: Bizim sadakat borcumuz kime karşı?” [24]
 

Sadakat Borcumuz Kime?
 
Okurlara, dinleyicilere ve seyircilere tabii. Bu o kadar temel ve basit bir gerçeklik ki, retorik bir soru gibi gözüküyor. Ne var ki, son derece karmaşık bir dünyada “doğru” bilgileri sürekli aktarmak, “doğru” görüşlere yaslanan yorumlar yapmak, ilk ağızda görünenden çok daha zorlu bir çaba gerektiriyor. Özellikle, insanlarda adeta doğal bir yetenek halinde gelişmiş olan “inkâr” mekanizmasının güçlü kalesini aşmanın güçlüğü bazen efsanevi boyutlar alabiliyor. Gazeteci George Monbiot, “Daha Az Hata Yapmak İçin Uğraşmaya Dair” başlıklı yazısında, bizatihi medyanın niteliği, inkâr olgusunu büsbütün azdırır, diye bir tespitte bulunuyor. Gazeteciliğin amacı güç odaklarını hesap vermeye, onları sorumlu tutmaya yönelik. Böyle olmasına rağmen, günümüzde tam aksine güç ve iktidar merkezlerini, onlara meydan okuyanlara karşı desteklemekle yükümlü tutuyor medya kendini. Monbiot’ya göre bunun sebebi de oldukça anlaşılır: Medya kuruluşlarının büyük çoğunluğu ya çok zengin kişilerin ya da şirketlerin sahipliğinde. Onlar da, kendi dünya görüşlerine ve imajlarına uygun yayın yönetmenleri seçiyorlar. “Mal mülk sahibi sınıfın çıkarları ile çatışan fikir ve bilgiler, çalışanları tarafından ya hemen enerjik bir şekilde reddedilip kınanıyor ya da topyekûn görmezden geliniyor.” [25]
 
İkinci sadakat borcumuz ise, kendimize. (Dönüp dolaşıp gene mahut ayna meselesine geliyoruz yani.) Birçok uluslararası ödül kazanmış bir gazeteci olan George Monbiot’ya göre, gazetecilerin kudret odakları dışında sorgulaması, hesap sorması gereken bir şey daha var, o da gazetecinin ya da yayıncının kendisi. Herhangi bir iddiayı ileri sürmeden önce, kendimize inançlarımızı ya da görüşlerimizi destekleyen kanıtlar bulunup bulunmadığını sormamız gerekir, diyor Monbiot. “Bir konuda yanlış yaptığımızı keşfettiğimizde, bunu açıkça söylemeye hazır olmalıyız. Gururumuzu bir kenara bırakıp, hata yapmış olduğumuzu itiraf etmek, dirayet ve bilgeliğe ulaşmada tek umudumuzdur. Başka bir deyişle, daha iyi bir dünya yaratabilme yolunda tek umudumuz.” Kanıtlar sabit şeyler değil. Yeni bulgularla ve ayrıca toplumların, teknolojilerin ve güç ilişkilerinin değişmesiyle birlikte olgular da değişir. Kimlikler de sabit değil. Zalimlerle mazlumlar, ezenlerle ezilenler, zamana ve durumlara bağlı olarak yer değiştirebilirler. “Dolayısıyla, kanıtların ne yönde olduğuna aldırmaksızın olsun bir dizi inanç ve fikre sonuna kadar bağlı kalmakta bir erdem yoktur. Başka insanların ardından sorgusuz sualsiz gitmekte ya da kendisine körü körüne bağlı sadık bir kitle yaratmada da bir erdem yoktur.” [26]
 
Olağanüstü karmaşık bir dünya üzerinde seyretmeye ve onu anlamaya çalışmak gazetecinin görevi, ama kompleks bir sistemin basit ya da her zaman tutarlı cevaplar getirmesini beklemek de anlamsız. Dolayısıyla, her zaman bazı hatalar yapılması da kaçınılmazdır.
 
Temel İlkeler Değişmez
 
“Bununla birlikte,” diye bitiriyor Monbiot, “belli konulardaki fikirlerim değişmiş ve daha karmaşık hale gelmiş olsalar da, fikirlerin temelini oluşturan ilkeler değişmedi. Bu ilkeler şunlar: “Gazeteci olarak bizler, daima mağdur ve kurbanlardan yana tavır almalıyız, o kurban ya da mağdurlar kim olursa olsun. Aynı şekilde, saldırganlara daima karşı olmalıyız, o saldırganlar kim olursa olsun. Yoksulları zenginlere karşı, güçsüzleri güçlüye karşı, savunmasız olanları, eli silahlılara karşı savunmalıyız. Bize hayat veren biyosferi (canlılar âlemini) daima savunmalıyız. Hem yeryüzü harika birşey olduğu için savunmalıyız onu, hem de aramızda elinde güç ve imkân olanların (yani şu anda yaşayan ve parası olanların), öyle olmayanları (yani henüz doğmamış ya da yoksul olanları) hayatta kalma imkânlarından yoksun bırakmalarına izin veremeyeceğimiz için savunmalıyız biyosferi. Bize nasıl davranılmasını istiyorsak biz de başkalarına öyle davranmalıyız.” [27] İşte bu da “sadakat borcumuz kime?” sorusuyla aynı durum: O kadar basit ki, adeta “saçma” gibi duruyor. Oysa, değil: Etik’in en basit, cevabı kendi içinde açık-seçik belli olan birinci ilkesine ömür boyu sıkı sıkıya bağlı kalmaktan başka şansımız yoktur.
 
İşin zor tarafı, bu amaçların hiçbirinin öyle durduk yerde, pasif bir şekilde gerçekleştirilememesi. Hepsinde kıyasıya mücadelelere, kıyasıya çatışmaya girmek gerekiyor. Hem kendi içimizdeki, hem de dışımızdaki inkârcılarla, güç ve iktidarı elinde tutanların yalan dolanlarıyla boğuşmak gerekiyor. Bu bir seçim meselesi aslında. Hayatta yapılabilecek en temel seçimlerden biri.
 
“Teslim Olmak Ahlâken Caiz Değildir”  
 
New York Times’ın uzun yıllar Ortadoğu ve savaş muhabirliğini yapmış olan Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges, aslında ortada bir seçim filan olmadığını, tek seçeneğin bu zorunlu mücadeleden ibaret olduğunu öne sürüyor: [28] “Gerçekçi bir insanın ümitsizlik ve yeise kapılması anlaşılabilir birşey. Kendi iç dünyama çekilme yolunu seçecek olsaydım, yaprak üfleyicilerinin sesini bir daha hiç duymayacağım küçük bir toprak parçası edinir, artakalmış ne kadar huzur kırıntısı varsa onları da ailemde, kitaplarımda ve doğal dünyanın fısıltı ve güzelliğinde bulurdum. Ama teslim olmak ahlâken caiz değildir. Teslim olmak ve mücadeleyi bırakmak, [yerli reisi] Oturan Boğa’nın bizi uyardığı gibi, doğmuşla doğmamışları ve bitkilerle hayvanları –ki Oturan Boğa onları da kutsal sayıyordu– perişanlık, sefalet ve ölüme mahkûm etmektir. Bizim böyle birşey yapmaya hakkımız yok. Dik durmak ve hayatı savunmak için savaşmak zorundayız.
 
“Bizden sonra gelecekler için, şu an itibariyle çok küçük, çok zayıf ve mücadele edemeyecek kadar güçsüz kalmışlar için, doğmuşlarla doğmamışlar için, benim oğlum gibi doğal dünya karşısında hayranlık ve büyülenme yetilerini henüz yitirmemiş olanlar için savaşmak zorundayız. Çocuklarımıza böyle bir borcumuz var. Şu dünyadaki en zor ahlâki duruş ve en büyük cesaret gösterisi, Oturan Boğa’nın yaptığı gibi, karşımızda saf tutmuş ölüm güçlerinin karanlık ve kudretini açık seçik görebildiği halde gene de ona direnme yürekliliğini gösterebilmektir. Oturan Boğa ömrünün son dakikalarında en çok, kendi halkı için yeterince sıkı bir savaş verememiş olmaktan ve ileride halkının kendisini bu yüzden lanetle anması ihtimalinden korkuyordu.
 
“Direnmek, özerk beşerî varlıklar olarak kişisel haysiyetimizi korumaktır. Direnmek, birer nesne olarak sınıflandırılmaya razı gelmediğimiz anlamına gelir. Belirsiz, muğlak varlıklar olarak kabul edilmeye başkaldırmanın bir yoludur direnmek. Hayat kısa. Hepimiz öleceğiz. Adalet uğruna verilen savaşların neredeyse tamamı bizler gittikten çok sonra da devam edecek. Şahsen ben, teselliyi inançta buluyorum. Herhangi bir yerleşik din ya da inanış değil, dediğim: Hepimizin iyilik yapmaya yazgılı ya da çağrılı olduğumuza dair bir iman bu; en azından, kendimize göre en iyi tanımlayabildiğimiz şekliyle iyilik yapmak ve sonra da koyvermek gitsin diye: “iyilik yap denize at, balık bilmezse hâlik bilir” hali. Bu iyiliğin nereye gittiğini bilmeyiz, hatta bir yere gidip gitmediğini de bilmeyiz. Budistler bunu “iyi karma” diye adlandırıyor. Ama direniş eylemlerinin –ki gerçek manevîliğin konusu daima direniştir– asla anlamsız olmadığını gösterir inanç; elle tutulur, gözle görülür tüm işaretler yenilgi ve başarısızlığı gösteriyor olsa bile böyledir bu. İşte bu inanç bana büyük huzur veriyor.” [29]
 
Dik Durmak ve Hayatı Savunmak
 
“Dik durmak ve hayatı savunmak için savaşmak”, Türkiye’de de herkes için, ama öncelikle gazeteciler için belki hiçbir zaman şimdiki kadar âcil ve öncelikli olmamıştı. Özellikle son birkaç yıllık gelişmeler açıkça gösteriyor ki, mevcut iktidar, özellikle Şehircilik ve Çevre Bakanlığı gibi adı bile başlıbaşına büyük bir oksimoron oluşturan araçlar kullanarak Biyosferi, yani canlıların yaşama alanını altın yaldızlı devasa bir kayık tabak içinde inşaat sektörüne sunmaktadır. Hedges’a göre ekosistem kâr adına mahvedilirken, dünya şirketler tarafından korkutucu bir neofeodalizme, bir tür totaliter kapitalizme dönüştürülüp yeniden biçimlendiriliyor. Türkiye de şüphesiz, bu sistemin tamamen içinde. Bu tehlikeli gelişme Birikim dergisi’nin Ekim 2001 sayısında yer alan “İnşaat Ya Resullulah!” dosyasında etraflıca ortaya konuyor. [30] Dosya kapsamındaki yazılardan birinde H. Bahadır Türk, “yeni zaman feodalizmi”ne ilişkin olarak şu soruyu soruyor: “Acaba tüm bu ‘kapanan, kapılan, kapatılan’ topraklar, dış dünyaya çekilen sınırlar, kendi enerjisini kendi üreten ... kendi güvenlik aygıtlarına sahip toplu konut alanları bize yeni feodal alanların doğduğunu mu düşündürmeli?” [31]
 
Evet, öyle düşündürmeli, hem de kara kara. Medya açısından belki de iki kez düşündürmeli hatta. Çünkü, biliyoruz ki, Türkiye’de bazı medya sahiplerinin birçok madencilik, enerji ve altyapı projelerinde doğrudan menfaatleri bulunuyor. Bu durumda, bazı toprakların, arazilerin, suların ve diğer doğal kaynakların yoksullardan alınıp zenginlere aktarılmasında ve kalkınma adı altında gerçekleştirilen bu süreç içinde insanların –gerekirse cebren– yerlerinden yurtlarından edilmesinde de bu medya sahiplerinin “müktesep hak” gözüyle baktıkları çıkarları sözkonusu. Eh, bu durumda, gazete ve televizyonlardan objektif yayıncılık örnekleri beklememiz safdillik olmaz mı? Olur elbette. Benzeri gelişmeleri –hem de kat be kat fazlasıyla– kendi ülkesi Hindistan’da gözlemleyip radikal biçimde eleştiren yazar ve aktivist Arundhati Roy’a göre, asıl şaşırtıcı sayılması gereken şey ise, bütün bunlara rağmen, zaman zaman medyada bu konulara ilişkin çok iyi haber ve röportajlara rastlanıyor olması. [32] Ne var ki, genelde büyük bir sessizliğin hüküm sürdüğü ya da Gerze’de, Hopa’da ve başka yerlerde yaşam kaynaklarının ellerinden alınmasına direnen yerli halkın mücadelesinin ya “es geçildiği” ya da eni konu çarpıtılarak verildiği rahatlıkla söylenebilir. Bir de şu söylenebilir, ilave olarak: Türkiye’de önümüzdeki dönem, geçmiş dönemlerde benzeri görülmemiş ölçüde sert mücadeleler olması çok muhtemeldir: Doğal kaynaklara göz diken ticari ve siyasi odaklarla yaşam kaynaklarını elden bırakmamamak için kelimenin tam anlamıyla canalıcı bir mücedeleye verecek olan insanlardan söz ediyoruz. 
 
Ssoyolojik, Kültürel, Ekonomik ve İdeolojik Yapıyı Tümüyle Söküp Atmak!
 
Yeryüzünün özellikle canlılar âlemi açısından, belki de 3 buçuk milyar yıldan beri gördüğü en büyük sorun, küresel iklim değişikliği. Yer bilimciler, atmosfer bilimciler, iklim bilimciler, coğrafyacılar, etik felsefeciler ve diğer bilim dallarında çalışan insanların muazzam bir çoğunluğu bunu olabilecek en kesin, en anlaşılır bir dille anlatıyor. Sonuçlarının akıl almaz derecede vahim olduğu apaçık ortada. Hatta en miyop olanlarımızın dahi –hani biraz gözlerini kısarlarsa– derhal farkedip çığlığı basacakları kadar net bir durum bu. Çevre konusunda uzun yıllardır mücadele yürüten aktivist ve yazar Chip Ward, “Yeryüzünü İşgal Edelim: Doğa da Yüzde 99’un İçinde” başlıklı yazısında tabloyu özetliyor: Durmadan yükselen sıcaklıklar, gittikçe artan kaos halindeki hava halleri, görülmemiş şiddette fırtınalar, cehennemî orman yangınları, tarih öncesinden beri rastlanmamış efsanevî boyutta kuraklıklar, Nuh tufanını aratmayan seller, kitlesel olarak yokolan türler... “Çöküş, tepemize binmiş durumda. İnsanların dünyasına tercüme edersek, kitlelerin açlığı, her yerde şiddet, kitlesel göçler, iç (sivil) didişme ve savaşlar, işlevini yitiren devletler ve doğal kaynak savaşları...” [33]
 
Oysa, yerleşik medya bunu hiç de böyle görmüyor. Aksine, ortada iyice belirsiz bir durum varmış, önemli bir tartışma yapılıyormuş gibi bir yayıncılık tavrını bıkmadan usanmadan sürdürüyorlar. Bu deli saçması durumu “İnsan Zekâsı ve Çevre” yazısında hayli ironik bir dille ele alan ve keskin şekilde eleştiren Noam Chomsky [34], Amerikan medyasının saygın gazetelerinden bazı örnekler veriyor. Mesela saygın ve liberal New York Times, size ortada gayet ciddi bir “tartışma” olduğunu söyleyecek, iklim bilim dalında çalışanların çoğunluğunun küresel iklim değişikliğini doğrulaması karşısında bazı ciddi bilim insanlarının da bu konuda şüphe belirttiğini ileri sürecektir. Hatta, Times’ın bir “haber”ine bakılırsa, televizyonda meteoroloji raporunu sunanlar bu tartışmanın bir tarafında yer almakta, bu konuda yayın yapmış iklim bilimcilerin tümü de öbür yanında! yer aldığı bir “denge” durumu var. “Vatandaşın karar vermesi lazım. Meteorolojiyi sunan bu güzel hanımlarla yakışıklı erkeklere güvenecek mi? Sunucular bize yarın yağmurluk alıp almayacağımızı söylüyor. Beki bilim insanları hakkında ne biliyorum? Onlar da ücra bir laboratuarda bilgisayar modellerine bakıyorlar. Eh, o zaman da halkın kafasının karışıklığını anlayışla karşılamamız lazım.” [35]
 
Chomsky tam bu noktada önümüze son derece önemli bir yeni veri getiriyor. Ana akım medya organlarının yarattıkları bu “tartışma”larda asıl ele alınması gereken bir üçüncü tarafın bulunduğunu, ama medyanın bu tarafı neredeyse tümüyle dışarıda bıraktığını belirtiyor: Yani, bayağı hatırı sayılır sayıda yetkin bilim insanı, küresel ısınma konusunda bilim dünyasında varılmış mutabakatın çok çok iyimser olduğu kanısında! Örneğin, ABD’nin en seçkin birkaç üniversitesinden biri olan MIT’de (Massachussetts Institute of Technology) bir grup bilim insanı, kendi ifadelerine göre şimdiye kadar yeryüzünde yapılmış en kapsamlı iklim modellemesini gerçekleştirmişler! Medyada yer almadığı için kamuoyunun maalesef bil(e)mediği rapora göre, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Kurulu’nun (IPCC) üzerinde mutabakat sağladığı bilimsel görüş, gerçeğin çok uzağına düşmekte! Bu görüş fazlasıyla iyimser! Ve eğer Kurul’un doğru dürüst hesaba katmadığı diğer faktörler de ilave edilirse, sonuç çok daha vahim çıkıyor. MIT iklim bilimcilerinin vardığı sonuç ise çok net: Fosil yakıtların kallanımını pek yakında sona erdirmediğimiz takdirde, bu iş bitmiş oluyor. Bunun sonuçlarının üstesinden bir daha asla gelemeyeceğiz.[35] Ormanlar ölüp gidiyor, büyük balıkların yüzde 90’ı tükenmiş durumda, türlerin yokoluşu görülmemiş bir hızla artarak gidiyor ve hayatın dokusu, zincirinden boşamış bir hızla iplik iplik çözülüyor.
 
“Bu durum, medyada tartışmanın bir parçası değil,” diyor Chomsky.[36]
 
Peki ne yapmalı?
 
Mülakatın sonunda Chomsky bu sorunun cevabını soğukkanlılıkla veriyor:
 
“Bütün bunlara karşı potansiyel olarak koyabileceğimiz tek karşı ağırlık, son derece kapsamlı bir halk hareketi. Bu hareket çatılarımıza güneş panelleri koyalım çağrılarıyla yetinmeyecek –ki, bu da ayrıca gayet iyi birşey tabii, ama yetmeyeceği âşikâr – ve bizi hızla büyük bir felakete doğru sürükleyen sosyolojik, kültürel, ekonomik ve ideolojik yapıyı tümüyle söküp atmak zorunda kalacaktır.” [37]
 
Ve ekliyor: “Küçük bir iş demiyorum, ama üstlensek iyi olur. Hem de hemen. Yoksa çok geç olacak.” [38]
 
Ne dersin, ey okur? Bize bir ses vermez misin?

[1] Rebecca Solnit, “Letter to a Dead Man About the Occupation of Hope,” http://www.huffingtonpost.com/rebecca-solnit/letter-to-a-dead-man-abou_b_1017770.html
[2] Dünyadaki isyanların başlamasıyla birlikte, Türkiye’de bu konuda yapılan ilk değerlendirmelerden bazıları Açık Radyo’da Açık Gazete programında, radyonun internet sitesi’nde (http://www.acikradyo.com.tr/) ve Ömer Madra’nın “Devrim Dalgası: Dünyada Demokrasi, Adalet ve Haysiyet Ayaklanmaları” başlıklı blog’unda çıktı. (Hâlâ da çıkmaya devam ediyor.) Bkz.: http://devrimdalgasi.blogspot.com 
[3]http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=28872; veya bkz.: http://devrimdalgasi.blogspot.com/2011/10/evet-isyan.html
[4] David Graeber, “Enacting the Impossible (On Consensus Decision Making),” http://occupywallst.org/article/enacting-the-impossible/
[5]http://www.fpif.org/articles/interview_with_christian_parenti . Tabii, dünyada dörtbir yanda görülen ve görülmeye devam edecek olan bu muazzam sosyal değişim kaynağının Türkiye’de iktidar ve muhalefet ya da sol hareketler tarafından nasıl algılandığına, merkez medyada nasıl kapsandığına ve dolayısıyla genel kitlelerce ne ölçüde farkedildiğine ilişkin fazla veri ve/ya işaret olmadığını da tespit etmek yerinde olabilir. Şüphesiz bu, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde durumun değişmeyeceği, Türkiye’de de kitlelerin hızla harekete geçmeyeceği anlamına da gelmez elbette.
[6] Christian Parenti, Tropic of Chaos – Climate Change and the New Geography of Violence, New York, Nation, 2011, s. 225 – 228
[7] Ahmet Altan, “Tehlike”, Taraf, 27.07.2011
[8]www.grist.org/.../2011-08-29-letter-from-prison-tim-dechristopher-speaks
[9] Bill McKibben, “Tim DeChristopher Is Going to Jail, Now It's Our Turn,” http://www.commondreams.org/view/2011/07/27
[10] Chris Hedges, “Gone With the Papers,” http://www.truthdig.com/report/item/gone_with_the_papers_20110627/
[11] agy
[12] agy
[13] George Monbiot, This media is corrupt – we need a Hippocratic oath for journalists,” http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2011/jul/11/media-corrupt-hippocratic-oath-journalists
[14] agy
[15]http://www.zcommunications.org/occupy-wall-street-at-the-hub-of-global-hypocrisy-by-paul-street
[16] Alper Görmüş, “Tarihimizin ‘Özgürlükçü’ Özgürlük Karşıtı Eylemleri, Taraf, 15.07.2011
[17] agy
[18] Zikreden: Yasemin Çongar, “’Millî’ Gazetecilik ve ‘Gayrımillî Hislerim,” Taraf, 21.10.2011
[19] Ahmet İnsel, “Demokratik Otoritarizm,” Radikal, 25.10.2011, www.radikal.com.tr/Default.aspx (altını ben çizdim - ÖM) 
[20] agy (altını ben çizdim - ÖM)
[21] Bkz.: yukarıda, 15 no’lu dipnotu
[22] Robert C. Koehler, “Military-Industrial Journalism,” http://www.commondreams.org/view/2011/07/21-3
[23] agy
[24] agy
[25] George Monbiot, “Introduction – On Trying To Be Less Wrong,” www.monbiot.com/about/introduction-on-trying-to-be-less-wrong/
[26] agy
[27] agy
[28] Chris Hedges, “Gurur – Neden Savaşmak Zorundayız,” (çev: ÖM) www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=28916; www.adbusters.org/magazine/98/chris-hedges.html
[29] agy
[30] “İnşaat Ya Resullullah” dosyasında 10 ayrı analiz yazısı yer alıyor, Birikim, Sayı 270, Ekim 2011, s. 15-86
[31] H. Bahadır Türk, “ ‘Şantiyeler Kralı’: Bir Yeni Zaman Muktediri Olarak Ali Ağaoğlu,” Birikim, Sayı 270, Ekim 2011, s. 34-39
[32] Bkz.: Arundhati Roy, “Facing Down Tanks,” www.zcommunications.org/facing-down-tanks-by-arundhati-roy
[33] Chip Ward, “Occupy Earth: Nature is the 99%, Too”, www.tomdispatch.com/archive/175459/
[34] www.zcommunications.org/human-intelligence-and-the-environment-by- noam-chomsky
[35] agy
 

* Fotoğraf: Mustafa Özer / AFP / Getty Images (Kaynak: life.com)
  Kaynak: Açık Radyo

Yazının ilk bölümünü okumak için tıklayın

Gazeteci mağdur ve kurbanlardan yana olmalı

 
SON VİDEO HABER

Şam'daki saray yakıldı, eşyalar alındı

Haber Ara