Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

'İlk defa siyasi özgürlüklerle ilgili talepte bulundu'

Fethullah Gülen Hoca'nın terör sorununun çözüme yönelik çarpıcı açıklamalarını siyaset sosyoloğu Prof. Nur Vergin ve yazar Ali Bulaç, Akşam Raporu'nda değerlendirdi. İşte o değerlendirmeler:

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-11-03 18:23:57

'İlk defa siyasi özgürlüklerle ilgili talepte bulundu'
Önce muhafazakâr kesimin önde gelen isimlerinden Cemal Uşak'ın "Dindarlar Kürtler'in acılarını yeterince hissedemedi" sözleri, ardından da Fethullah Gülen'in terör sorununun çözümüne ilişkin açıklamaları geldi. Gülen Kürtler'e anadilde eğitim hakkının verilmesinin gerekliliğini "Büyük devlet olmanın önemi budur" sözleriyle anlatıyordu.

Muhafazakâr kesimin terör sorunu karşısındaki tutumu ve Fethullah Gülen'in çarpıcı değerlendirmeleri Ece Üner'in sunduğu Akşam Raporu'nda tartışıldı. Üner'in iki konuğu siyaset sosyoloğu Prof. Nur Vergin ve yazar Ali Bulaç bu konu hakkındaki değerlendirmelerini paylaştılar.

"GÜLEN'İN SÖZLERİNİ DUYMAKTAN MUTLU OLDUM"


Vergin, Gülen'in terör sorununun çözümüne yönelik açıklamaları hakkında şunları söyledi:

"Bu konuya en kapalı olanlar dahi anadilde eğitimin gerekliliğini anlamaya başladılar. İster istemez Türkiye o yola girecektir. Bu sadece siyasi bir gereklilik değil. İnsani açıdan çok büyük bir haksızlıktır. Anadili Kürtçe olmayanlar da buna razı olmayacaktır. Çünkü bu bir vicdan meselesi.

Vergin, "Benim Gülen'in ne düşündüğünden haberim yok. Ayrıca yine aynı çevreden gelen Cemal Uşak Bey de benzer yönde bir görüş beyan etmiş" deyip şöyle devam etti:

"Ben de onlardan tamamen habersiz olarak kendi kendimle de biraz hesaplaşarak aynı şeyleri söyledim. Çünkü görmüş olduğumuz eğitim, almış olduğumuz ideolojik beyin yıkaması uyarınca bu çok kolay bir kabul değil. Bir sabah uyanıp birdenbire 'tamam ben ülkemdeki Kürtler'e haklar verilsin' diye bir bilinçlenme değil bu. Beni heyecanlandıran, aynı zaman dilimi içinde, ayrı coğrafyalarda, ayrı ortamlarda olan insanların aynı duyguyu ve zihinsel çabayı üretmiş olmaları oldu. Bu önemli çünkü şunu gösteriyor: Türkiye artık bu konuda kıvama geldi. Artık sadece ben varım, benim dediğim olacak türden bir yaklaşımın Türkiye'de geçerli olmayacağını bunun gereksiz ve sakıncalı olduğunu ayrıca bunun gayrıinsani olduğunu yavaş yavaş bu toplum benimsemeye başlıyor. Ben bunu duymaktan mutlu oldum."

DİN KARDEŞLİĞİ Mİ YUMUŞATACAK?


Vergin, terör sorununun çözümünde din unsurunun önemine de vurgu yaparak şunları söyledi:

"Bu coğrafyada yaşayan Türkler, Lazlar, Kürtler, Araplar arasında dil birliği yok, Siyasi tarih birliği de pek fazla yok ama bir kültür birliği var ve o kültürün içinde en ağırlıklı öğe şüphesiz din. Din kardeşliğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar ülkemizin gayrimemnun insanlarıyla saç saça, baş başa gelmediysek bu din birliğinin yarattığı yumuşatıcı etkidir."

Vergin sözlerini şöyle tamamladı: "Bölgede en yoğun biçimde Kürt nüfusu barındıran ülke Türkiye. Türkiye bütün civar ülkelerdeki Kürtlere de sahip çıkabilecekken bunu yapmadı. Adeta bölgenin Kürt nüfusu İran ve Suriye'ye anahtar teslim verildi. Bu, Türkiye'nin Kürt meselesinin uluslararası boyutunu gözardı etmesinden kaynaklanıyor."

"İLK DEFA SİYASİ ÖZGÜRLÜKLERLE İLGİLİ BİR TALEPTE BULUNDU"

Yazar Ali Bulaç ise Fethullah Gülen'in anadilin altını çizmesine ve ardından terör örgütü PKK'nın "Gülen hareketini artık tanımayacağız" açıklamasına ilişkin konuştu.

Bulaç, "Gülen cemaati bir gönüllüler hareketi. Dolayısıyla PKK kimi hedef alacak? Orada kurban dağıtanları veya çocukları okutanları mı? Bu ne kadar meşrudur ve genel Kürt kitlesi tarafından kabul görür, bunu düşünmek gerekir. Ben bunun kabul göreceğini zannetmiyorum" dedikten sonra Gülen'in anadilde eğitimle ilgili açıklamalarına değindi:

"Gülen'in verdiği son demeç son derece önemli. Bugüne kadar Fethullah Gülen Hoca 'bölge halkına gidin, yardım edin, kurban eti götürün, onlarla dostluklar kurun diyordu ve bir yardımlaşma ve kardeşlik zemininde faaliyetin öncülüğünü yapıyordu. Fakat ilk defa siyasi özgürlüklerle ilgili, anadille ilgili bir talepte bulundu. Bugüne kadar neden bunların anadillerini kullanmalarına izin verilmedi şeklinde bir konuşma yaptı.

Bu şu demektir: Artık anadil kullanma ve konuşma hakkı Kürtler'in en tabii hakkıdır. Burada PKK ve Fethullah Hoca arasındaki ilişkiden çok PKK'nın genel durumuna bakmak lazım. PKK hem AK Parti'ye karşı bir saldırıya geçmiş durumda, hem Türk devletine hem de cemaate karşı. Çünkü cemaatin de çözümde önemli rol oynayacağını düşünüyor. Ayrıca oradaki insanları AK Parti'ye oy vermeye iten de şüphesiz dini duygularıdır. Kürtler'le Türkler'i birarada tutan yegâne unsur neredeyse artık din kaldı. PKK'nın düşündüğü şu: Çözüme doğru gidiyoruz, beni tamamen yok etmek istiyorlar. Ben bütün cephelerde savaşacağım."

FETHULLAH HOCA NE DEMİŞTİ?


Peki Fethullah Gülen terör sorununun çözümü ve anadilde eğitimle ilgili ne söylemişti? İşte o sözler:

İnsanların pek çoğunun yitirdiği değerlerden biri de, ızdırap duyulması gereken meseleler karşısında ızdırapsız olmalarıdır. Yürek dağlayan hadiseler karşısında yüreği yanmayan kimselerin problemlere çareler bulmaları mümkün olmadığı gibi, birilerini teselliye matuf “âh u vâh”ları da yalandır. İhmal, ayrı bir günah; kâmetinin çok üstünde bir tavır sergilemek de ayrı bir yalan ve günahtır.

Herkesin kendini yeterli gördüğü, her şeyin hakkından geleceğine inandığı ve hayatını ona göre planladığı bir dünyada siz en doğruları bile kimseye duyuramaz ve o zihniyetteki vazifelilere, sorumlulara hiçbir şey kabul ettiremezsiniz. Bu da önemli bir handikaptır; çok ciddi stratejiler ve çareler üretsek de maalesef bugün kimse dinlemez. Hatta -artık mümkün değil, o peygamberlere nasip olmuştur ama- vahiy ve ilhama müstenid bir kısım mesajlar getirseniz, onu bile dinletemezsiniz.

Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun.

Böyle bir dönemde, senelerin ihmalinden dolayı bir kısım müesseseleri tenkid manasına gelecek sözler sarfetmek ve onları suçlamak doğru değil. Ne var ki, bu mübarek vatanın parçalanması tehlikesi karşısında, Gandi’nin Hindistan hakkındaki sözlerini hatırlıyorum ve gözlerim doluyor. Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed Ali Cinnah’a der ki; “Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” İşte, o ölçüde bir ızdırap olmayınca, gerekli stratejiler üretilemez ve o gâilenin hakkından gelinemez.

Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık. Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı.

İnsan öldürerek bir yere varmak ve bir hedefe ulaşmak hiçbir peygamberin, hiçbir Hak dostunun defterinde yoktur. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke-yi Mükerreme’de presleniyor gibi bir baskı altında yaşamış ama bir karıncaya bile ayağını basmamıştır; o mütemerrid, o mütegallip, o mütehakkim insanlara karşı her zaman insanca davranmıştır. İşte, bu ruhun o insanlara anlatılması lazımdır ki dağa çıkmanın önü kesilebilsin. Evet, kim yaparsa yapsın, insan öldürerek ve kan dökerek bir hedefe varmaya çalışmaya ancak vahşet denir, cinayet denir, zulüm denir ve bunlarla da insanlık adına hiçbir hayır elde edilemez.

Bediüzzaman Hazretleri o bölgenin insanıdır. Bir dönemde Ermeni Taşnaksiyonu’na karşı talebelerini arkasına alıp gönüllü savaşan, Rus işgaline karşı alay komutanı olarak mücahede eden, bacağı kırılan, esir düşen, Kosturma’da hapis kalan ve harikulade bir şekilde oradan kaçıp Türkiye’ye dönen, İstiklal Mücadelesi’ni destekleyen, kendisine meclise girme yolu açılan, fakat siyasetle hizmet edemeyeceğine inanınca Erek Dağı’nda inzivaya çekilen Üstad Hazretleri, çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır. Fakat, kat’iyen olumsuz bir tavır sergilememiş ve milletin huzurunu kaçıracak hiçbir harekete izin vermemiştir.

Ben O’nun çırağı, kapıkulu, kölesi sayılmam ama ben de onca senedir burada kendi vatanımdan cüdâyım. Mevcudiyetim oradaki genel ahenge zarar verir diye burada gönüllü duruyorum. Peki siz neden o canavarlığa tevessül ediyorsunuz?!. Öyle bir hak aramanın misali yoktur geçmişte. Ne peygamberlerin nurânî hayatında, ne bir kısım toplum liderlerinin, Zerdüştlerin, Hermeslerin, Budaların, Brahmanların hayatında yoktur öyle bir şey. O ancak şeytan çizgisinde olabilecek bir şeydir.

Bizim en büyük problemimiz, bizi birbirimize bağlayacak tutkal mahiyetindeki çok önemli bir dinamik olan dini değerlendiremeyişimiz olmuştur.

Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.

Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar incitmemiş, “intikamımı alın” dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz.” İşte bu sâlim düşünce herkese mal edilmeliydi ama maalesef bu hususta muvaffak olunamadı.

Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı, vifak ve ittifak stratejileri oluşturulmalı ve onlarla tevfik-i ilahiye davetiyede bulunulmalıdır.

Türkiye’nin, uluslararası arenada denge unsuru olan ve bölgede gözünün içine baktıran büyük bir devlet olmasını istemeyen hasımların varlığı görmezlikten gelinmemelidir. Böyle bir hasımlık önceden bir kısım müstemlekeci Avrupa ülkelerine mahsustu. Günümüzde, çevremizde ve Ortadoğuda bölünmüş, parçalanmış, kendi felsefelerine bağlı sistemlerini kurmuş devletler de sizin büyümenizi çekemiyorlar. O dağın şu anda kimler tarafından desteklendiğini bilmiyoruz. Yoksa, nereden alacaklar onca silahı.. nereden bulacaklar onca imkanı.. dağ doğurmuyor ki onları... Mutlaka birileri onlara yardım ediyor sizi dize getirmek ve pazarlığa çekmek için. Böyle çepeçevre kuşatılma karşısında bulunan bir millet çok tedbirli ve temkinli hareket etmelidir.

Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir.

Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele “mukabele-i bilmisil” kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler.

Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim “hakkı, kötek olanlar” istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir.

Herkes bu meselenin halli için duanın gücüne de sığınmalı; her fırsatta gönüllerini Yüce Dergâh’a açıp “Allahım, birliğimizi sağla, aramızı te’lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir.” diye niyaz etmelidir.

Habertürk

SON VİDEO HABER

Suriye'deki dehşeti anlattı: İşkenceden derimiz yüzülüyordu

Haber Ara