Ahmet Altan'ın "Cumhuriyet" başlığıyla yayımlanan (29 Ekim 2011) yazısı şöyle:
Cumhuriyet
Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden seksen sekiz yıl geçmiş.
Bu seksen sekiz senede “Cumhuriyet” kendi demokrasisini yaratmayı becerememiş.
Almanya “NAZİ” travmasını aşıp, “insan onurunu” anayasasının birinci maddesi yapacak bir düzeye ulaşmış ama Türkiye hâlâ o aşamaya gelemiyor.
Bunun bir nedeni olması gerekir.
Birçok neden söylenebilir herhalde ama bana sorarsanız en büyük fark “cesaret” eksikliğidir.
Bu ülkenin insanları korkak.
Türk’ü de korkak, Kürt’ü de korkak.
Garip olan “ölümden” değil de gerçeklerden korkmaları.
Dağlara çıkabiliyorlar, savaşabiliyorlar, geceyarıları karakol mevzilerinde saldırı bekleyebiliyorlar, en çürük binaların içine girip oturabiliyorlar, trafikte deli gibi araba kullanabiliyorlar, tüpgaz kaçağını kibritle kontrol edebiliyorlar ama gerçekleri görünce ödleri patlıyor.
“Düşman” silahlılara karşı çıkabiliyorlar ama kendi “silahlı iktidarları” karşısında dilsizler.
“Kendi” gerçekleri onları dilsizleştiriyor.
Geçmiş yıllarda “solcularda” gördüğümüz hastalığın aynısını şimdi Kürtlerde görüyoruz.
O zamanlar, solcular asla “kendilerini” eleştiremezlerdi, “mücadele” sırasında “eleştiri” liderler tarafından ihanet kabul edilirdi.
Bu özeleştiri noksanlığı içinde eriyip gitti sol hareketler.
Halkla, kitlelerle ilişki kurabilecekleri gerçekçi bir damarı bulup ortaya çıkaramadılar.
Şimdi aynı hastalığa, PKK konusunda bir kısım Kürtlerde rastlıyoruz.
PKK’nın saçmalıklarını asla açıkça eleştiremiyorlar, görüyorlar, kendi aralarında fısıl fısıl konuşabiliyorlar ama gür bir sesle bunu dile getirip, PKK’ya “kendine bir çeki düzen ver, saçmalıyorsun” diyemiyorlar.
Onların bu “sessizliği” PKK’nın manasız bir şekilde şiddetlendirdiği savaşta sıra sıra Kürt cenazeleri olarak yüzümüze çarpıyor.
Eleştirileriyle PKK’yı asla kazanamayacağı silahlı bir mücadeleden siyasete çekebilseler başarılı olabilecekken, siyaseti PKK’ya bağlayıp onunla birlikte eksiliyorlar.
Türklerinki ise hepsinden daha eski ve daha derin bir hastalık.
Türkler Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu asla konuşamıyorlar.
Seksen sekiz yıl sonra hâlâ dilimiz bağlı.
Yaşadığımız bunca acının Cumhuriyet’in kuruluşundaki çarpıklıktan kaynaklandığı hâlâ konuşulamaz bir tabu.
Bir tek yeni ve özgün fikirleri olmayan Kemalist kardeşlerimiz bütün varlıklarını Atatürk’e bağladıklarından, Atatürk eleştirildiğinde kendilerini tehlikede hissedip deli papağanlar gibi sürekli aynı cümlelerle çığlıklar atıyorlar.
Hâlbuki Atatürk’ü, onun kurduğu Cumhuriyet’i gerçekçi bir gözle değerlendirmeden bugünkü çarpıklıkların üstesinden gelmek pek kolay değil.
Bu Cumhuriyet bir diktatörlük olarak kuruldu.
Bütün diktatörler gibi Atatürk “insanüstü” bir konuma yerleştirildi.
Onu “insan” olarak gösteren filmler bile Kemalistlerin canını yaktı.
“İnsanüstü” bir güç tarafından kurulan bu “kutsal” Cumhuriyet’in bütün hastalıkları da “kutsal”kabul edildi.
Yasalarla, bu hastalıkların eleştirilmesi yasaklandı.
Eleştirilmediği, bunun bir hata olduğu açıkça kabullenilemediği için de bir türlü tedavi edilemedi.
Atatürk kutsal, Cumhuriyet kutsal, devlet kutsal.
İnsan ise önemsiz.
Devlet bütün enerjisiyle kendini, Cumhuriyet’ini, Atatürk’ünü koruduğu için insanları korumaya enerjisi kalmıyor.
İşin en anlaşılmaz kısmı, bu “kast” sistemine karşı “sıradan insanları” temsil ederek ortaya çıkıp güçlenen AKP’nin de iktidarının dokuzuncu yılında hâlâ “insanı” en değerli varlık olarak görüp, devleti ve toplumu bu anlayış içinde yeniden biçimlendirecek adımları atmaması.
Atatürk Kürtlerin haklarını inkâr etmişti, AKP de hâlâ “ama bakın ben neler verdim” diyerek Kürtlerin temel haklarının verilmesini savsaklıyor.
Hâlâ Atatürk’ü en zalim biçimde suiistimal eden 12 Eylül yasaları geçerli.
Cumhuriyet’i gerektiği gibi eleştirememek, kuruluşunun seksen sekizinci yılını da demokrasiden epeyce uzakta kutlamamıza neden oluyor.
Cumhuriyet’iniz ve bayramınız size kutlu olsun.
Biz, kutlamak için demokrasiyi bekleyeceğiz.
Seksen sekiz yıldır bir türlü gelemeyen şu demokrasiyi.