Dolar

34,8687

Euro

36,6412

Altın

3.024,54

Bist

10.033,78

Türkiye'nin yükselişine ABD nasıl bakıyor?

Neden ABD, Türkiye'nin aktif ve iddialı Ortadoğu dış politikasına karşı koymuyor? Niçin Fransa ve İngiltere'nin Libya'da yaptığı gibi Türkiye'nin yükselen bölgesel etkinliğini ön almaya çalışmıyor?

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-25 15:43:34

Türkiye'nin yükselişine ABD nasıl bakıyor?
Yrd. Doç. İsa Afacan *

2008'den beri Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşmesi ve Türkiye'nin Ortadoğu'daki aktif dış politikası Türkiye'nin daha bağımsız bir dış politika izlediği ve Batı ekseninden kaydığı argümanlarının çoğalmasına neden olmuştur.

Geçen ay Başbakan Erdoğan'ın yaptığı Mısır, Tunus ve Libya'yı kapsayan Arap Baharı turu, Türkiye'nin bölgede etkin rol oynayacağı tezlerini kuvvetlendirmiş, ayrıca İsrail ile olan rekabetin daha da kızışacağının sinyallerini vermiştir.

Erdoğan'ın son diplomatik atağı, özellikle Mısır ziyareti, İsrail'i çok tedirgin etmiştir. Bunun nedeni, 1978'den beri Mısır'la yürürlükte olan ve İsrail'in güvenliğinin sigortası sayılan Camp David anlaşmasıdır.

Erdoğan'ın ziyareti sırasında Mısır Başbakanı İsam Şeref'in yaptığı açıklamada, Camp David'in "kutsal" bir metin olmadığını belirterek, "bölgenin çıkarları doğrultusunda ve adil barış adına her zaman tartışmaya açıktır" ifadesini kullanması İsrail'de yaşamsal bir konu olarak algılanmıştır.

Bütün bu baş döndürücü olaylar zincirine Birleşmiş Milletler'de Filistin devletinin tanınması konusunu ve Türkiye'nin de Filistin devleti inisiyatifinde öncü rolü oynamasını eklediğimizde, şu soruyu sormak gerekiyor:

Neden ABD, Türkiye'nin aktif ve iddialı Ortadoğu dış politikasına karşı koymuyor? Niçin Fransa ve İngiltere'nin Libya'da yaptığı gibi Türkiye'nin yükselen bölgesel etkinliğini ön almaya çalışmıyor?

Bu soruya ilk verilmesi lazım gelen tepki şudur: ABD, Ortadoğu'daki angajmanını azaltma eğilimindedir. Giderek kötüleşen ekonomisi, Irak ve Afganistan savaşları için harcanan 1,5 trilyon dolar ve çatışmalarda ölen binlerce asker, Amerikan yönetimi için kaldırılabilecek bir yük olmaktan çıkmıştır.

ABD yönetiminin Ortadoğu'da çıkabilecek çatışmalarda angajman artırımına gitmesinin hem dış hem de iç politikadaki maliyeti çok yüksektir. Örneğin, Libya'da Kaddafi'nin NATO güçleri tarafından devrilmesi operasyonunda Amerika'nın Fransa ve İngiltere'ye oranla daha düşük profil sergilemesi, Suriye'de Esed rejimine karşı ABD'nin beklenenden daha ölçülü ve Türkiye'nin attığı/atacağı adımlarla koordineli hareket etmesi gösteriyor ki, ABD bölgesel etkinliğini göreceli olarak düşürüyor.

Ayrıca, Obama yönetimi 2011 sonuna kadar Irak'tan 150 bin civarında askerî gücünü geri çekecek, geriye 3 ila 10 bin kişilik bir birlik bırakacaktır. Arap Baharı ile iyice istikrarsızlaşan bölgede, ABD'nin geri çekilmesi ve oluşan vakumun Türkiye ile doldurulması gayet doğal hale gelmiştir. Bölgede oluşacak boşluğu İran gibi ülkelerin doldurması, ABD'nin bölgesel çıkarlarını daha da zora sokacak, dolayısıyla Türkiye'nin bölgesel angajmanı diğer alternatiflere göre daha kabul edilebilir düzeydedir.

Fakat burada ABD için en netameli konu, Türkiye–İsrail gerginliğidir. Halihazırda dondurulan Türk–İsrail ilişkileri, Doğu Akdeniz'de yaşanabilecek herhangi bir küçük çatışma ile geri döndürülemez bir kısır döngüye girmesine, Türkiye, İsrail ve ABD üçlü ilişkilerinde tamiri neredeyse imkânsız bir sarmala itecektir.

Bu yüzden, ABD Başkanı Obama, Birleşmiş Milletler toplantısında hem Netanyahu hem de Erdoğan ile yapmayı planladığı ikili görüşmelerde İsrail'in Türkiye'den özür dilemesi ve tazminat ödemesi konusunda baskıyı, hem de Türk tarafına soğukkanlı olunmasını ve İsrail'le ilgili söylemlerde sertliğin önüne geçilmesini salık verecekti. Ancak, Obama'nın Netanyahu üzerindeki baskı kurma yeteneği sınırlıdır.

Netanyahu, Washington ziyaretlerinde Obama'yı dengeleyen hatta onu İsrail konusunda zor durumda bırakan hareketlerde bulunmuş, Amerikan Kongresi'nin desteğinin sonuna kadar kendisinden yana olmasını her fırsatta kullanmaktan geri durmamıştır. Bu nedenle, Netanyahu'nun Türkiye ile ilişkilerde tavır değiştirmesi en azından kısa vadede söz konusu değildir.

Amerikan iç siyasetinin etkisi


Olayın bir diğer önemli boyutu ise Amerikan iç siyasetinin kutuplaşması ve Kasım 2012'de yapılacak başkanlık seçimleridir. Obama'nın başkan seçilmesi akabinde patlak veren ekonomik kriz ve onun getirdiği yüksek işsizlik oranı, 2012 seçimleri ve dolayısıyla ABD'de seçim sonrası iktidara gelecek başkanın yeni dış politika öncelikleri daha da bir önem kazanmaktadır.

Obama'nın üç yıla yakın bir süre başkanlık yapmasına rağmen işsizlik oranını yüzde 9'un altına indirememesi, ikinci bir resesyon olasılığının yüzde 50'lerin üzerinde olması Amerikan kamuoyunun Obama'ya olan güveninin yüzde 40'ların altına düşmesine neden olmuştur. Ayrıca, 2. Dünya Savaşı'nın efsane Amerikan Başkanı Franklin Delano Roosevelt'ten bugüne işsizlik oranı 7,2'nin üzerinde olan bir dönemde, herhangi bir başkan ikinci kez başkanlığa seçilememiştir.

Örneğin, 1990'da Körfez savaşını başarı ile kazanmış olmasına rağmen, George Bush (baba Bush), ekonominin kötüye gitmesi ve işsizlik oranlarının yüzde 7,8'e çıkmasından dolayı ikinci kez başkan seçilememiştir. Bunun tam aksine, George W. Bush (oğul Bush) 2003'te Irak savaşının negatif unsurlarının daha belirgin olduğu 2004 yılında ikinci dönem için seçimlere girmiş ve yüzde 6'lık işsizlik oranı ile ikinci kez ABD başkanı olmuştur.

Elbette ki, işsizlik rakamları ve ekonomik durum ABD seçimlerini belirleyen tek başına iki unsur değildir, başka parametreler de önemli rol oynar, ancak daha da kötüye giden ekonomi ve milyonlarca işsiz elbette seçimlerde halihazırdaki başkan için kötü bir durumdur. 1993 yılında Bill Clinton'ın "It's the economy, stupid!" (Önce ekonomi, aptal!) sloganı, George H. W. Bush'a karşı başkanlığı kazandıran seçim politikası olmuş, aynı senaryo şimdi de Obama'nın önünde durmaktadır.

Eğer Obama önümüzdeki 14 ay zarfında, şapkasından bir tavşan çıkartıp işsizlik oranını ciddi bir biçimde düşürmezse, yeniden seçilmesi çok zor görünmektedir. Ayrıca, ABD'deki Yahudi toplumunun 2008'deki seçimlerde Obama'ya verdiği desteği 2012'de de devam ettireceği kuşkuludur. 2008'de yüzde 80 civarında olan Obama'ya Yahudi desteği, yapılan kamuoyu yoklamalarında 2012 seçimleri için yüzde 60'lara kadar düşmüştür. Ki, bu yüzde 60'ın hepsinin seçim günü Obama için sandığa gideceği de kuşkuludur.

Bunun küçük bir örneği, 13 Eylül'de yapılan New York 9. Bölge özel seçimleridir. 9. Bölge'yi Amerikan Temsilciler Meclisi'nde temsil eden Musevi asıllı Anthony Weiner, Demokrat Parti'nin önde gelen siyasetçilerindendir, 10 yılı aşkın bir süredir Kongre'de Temsilciler Meclisi üyesidir. 2013 seçimlerinde milyarder Mike Bloomberg'in yerine, New York belediye başkan adayı olmasına kesin gözü ile bakılıyordu.

Fakat, uygunsuz resimlerini Twitter'a koyması ile patlak veren skandal sonucu görevinden istifa etmek zorunda kalmış, yapılan özel seçimde yıllardır Demokratların kalesi olan, Musevi toplumunun yoğunluklu yaşadığı 9. Bölge'de Cumhuriyetçi Bob Turner seçimleri kazanmıştır. Bu küçük ölçekteki seçim, 2012 Kasım'ında yapılacak olan seçimde Florida, Ohio ve Pennsylvania gibi eyaletlerde Musevi oylarının önemi dolayısıyla Obama'nın tekrar seçilip seçilmemesini tayin edecektir.

Bütün bunların ışığı altında ortaya çıkan şu soru önemlidir: Son on yılların Türkiye'yi en iyi anlayan ve iyi bir ortak çalışma yürüten Obama yönetimi yerine 2012 sonunda Cumhuriyetçi, Türkiye'nin aktif dış politikasından hazzetmeyen, İsrail'le olan ilişkilerde Türkiye'ye karşı daha sert politikalar izleyen, 2000'li yıllardaki Bush vari bir ABD başkanı seçilirse ne olur?

Dolayısıyla önümüzdeki kritik konu şudur: Türkiye Cumhuriyeti, acaba ABD ile olan ilişkilerini sadece Obama yönetimi parametreleri ile mi orta vadeli planlarını şekillendirmeli, yoksa bölgesel ilişkilerinde ABD ekseninde muhtemel değişiklikleri hesaba katarak mı stratejisini belirlemelidir?

* Zirve Ünivesitesi
SON VİDEO HABER

Suriyeli çalıştıran esnaf şaşkın: 'Aha yabancılar da gitti!'

Haber Ara