Dolar

34,8648

Euro

36,7217

Altın

3.047,06

Bist

10.058,47

Irkçılık, Apartheid ve Beyaz Türkler

Irkçılık, emek sömürüsüne dayanan sistemlerin, köleliği ve ayrımcılığı icra eden toplumların olmazsa olmaz ideolojisidir. Mesut Karaşahan'ın analizi:

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-25 16:05:51

Irkçılık, Apartheid ve Beyaz Türkler
Mesut Karaşahan *

National Geographic dergisinin 2003 yılı Eylül sayısına göre dünya üzerinde o gün için yaklaşık 27 milyon köle bulunmaktaydı. Yakın zamanlarda yayınlanan bazı çalışmalar bu tahmini 29 milyon olarak güncelledi.

Burada köle tanımına dahil edilen toplum kesimleri, alelâde ekonomik sömürünün ötesinde klasik köleliği tecrübe ettiği düşünülen, yani çalıştırıldıkları iş yerinden ayrılma imkanı olmayacak şekilde belgelerine, pasaportlarına el konulmuş, karın tokluğuna çalıştırılan ve herşeyleriyle patronlarının malı mülkü konumunda olan insanlardı.

Fakat 21. yüzyılın köleliği sadece Çin’deki fabrikalarda, Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’deki göçmen işçi havuzlarında veya Afrika’daki kakao üretim alanlarında yaşanmamaktadır.

“Fuhuş köleliği” (sex slavery), fuhuş amaçlı insan ticareti (sex trafficking) ve fuhuş turizmi (sex tourism) modern köleliğin icra edildiği yeni sektörlerdir.

Eski zamanlarda fuhşa zorlanarak efendisine gelir sağlaması beklenen köleler görülmüş olmakla birlikte günümüzün fuhuş köleliği nitelik ve nicelik itibariyle yeni bir fenomendir.

Sömürgeciliğin dört yüzyılı boyunca köleleştirilip Afrika’dan Amerika’ya nakledilen toplam insan sayısının ortalama 20 milyon civarında olduğu kabul edilirse bugün yaşanan dramın boyutları daha iyi anlaşılır.

Liberal ve kapitalist ekonomik modellerin uygulamada olduğu dünyamızda ekonomik sömürü kölelik boyutlarına ulaşmışsa, zengin azınlık ile yoksul çoğunluk arasındaki uçurum dudak uçuklatan istatistikler biçiminde tezahür ediyorsa insanın insana bakışında ciddi çarpıklık var demektir. Bir başka deyişle, doğrudan insanı hedef alan sömürüyü tarihte görülmemiş boyutlarda icra edebilen böyle global bir sistem, ırkçılığa dayanmadan ayakta duramaz.

Sömürgeci veya emperyalist işgaller, tamamlanmış soykırım hareketleri ve köleleştirme girişimleri dün nasıl meşrulaştırıldıysa bugün de aynı şekilde, aynı ideolojik enstrümanlarla meşrulaştırılmaktadır. Bir farkla ki, bugünün argümanları, yaşadığımız çağa uygun biçimde daha rafine ve sofistike biçimde formüle edilerek, iyi tasarlanmış reklam kampanyaları eşliğinde piyasaya sunulmaktadır.

Irkçılık, Batı’da üretilen değer ve sistemlerin mutlak üstünlüğünü ima eden başka öğretilerle birlikte, belki en önemlilerinden biri olarak bugün yine tedavüldedir. Çünkü ırkçılık, emek sömürüsüne dayanan sistemlerin, köleliği ve ayrımcılığı icra eden toplumların olmazsa olmaz ideolojisidir.

“Fuhuş turizmi” üzerine yapılan çalışmalarda, bu çerçevede güney doğu Asya ülkelerine akın eden Avrupalıların zihnindeki ırkçı önyargılara işaret edilmesi anlamlıdır. Tayland’lı kadın ve kız çocuklarını para karşılığı icra edilen fuhşun kurbanları yapan şey, yoksulluk, kimi yerel anlayışlar vb. faktörlerin yanı sıra Avrupalının bu insanlara bakışındaki çarpıklıktır; onları alınıp satılması mümkün insan-altı yaratıklar olarak görme eğilimidir.

Batı Avrupalı insanın sömürgecilik çabalarından günümüz dünyasında Amerikan imparatorluğu hayaline kadar bu ırkçı bakış ve anlayış, varlığını muhafaza edegeldi.

İspanyolların sömürgeci işgallere önayak olmalarının yanı sıra modern dünyadaki Avrupa ırkçılığını da başlatmış olmaları ilginçtir. İber yarımadasını Müslümanlardan arındırmak için, daha doğrusu silah zoruyla Hıristiyanlaştırdıkları ve Yeni Hıristiyanlar diye adlandırdıkları Müslümanları -ve bir ölçüde Yahudileri- önemli mevkilere gelmekten alıkoymak için limpieza da sangre öğretisini ortaya attılar. “Kanın temizliği” anlamına gelen limpieza da sangre bir kişinin kanında Endülüs Müslümanlarından ve Yahudilerden bir bulaşma olmadığı, yani şeceresi itibariyle saf kan İspanyol olduğu anlamına geliyordu.

Sonraki dönemlerde Amerika kıtasının yerli halkları limpieza da sangre’nin yeni kurbanları oldu. Hatta denir ki, bu ırkçı öğreti Kristof Kolomb’un İspanyol bayrağı altında Yeni Dünya’ya taşıdığı en önemli yüktü; yerlileri hedef alan soykırım hareketleri bu ırkçılıkla meşrulaştırıldı; Avrupalılarla yerliler ve Afrika’dan köle olarak getirilenler melez çocuk dünyaya getirdikçe, kimin kanının ne kadar “temiz” (!) kaldığını, kaçıncı dereceden Avrupalı ve beyaz olduğunu ölçen şecere çizelgeleri oluşturuldu.

Daha sonraki dönemlerde Fransız aristokrat ve diplomat Arthur de Gobineau İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Bir Deneme adlı eseriyle, Victoria dönemine damgasını vurmuş entelektüellerden Herbert Spencer, Sosyal Darwinizm adlı kuramıyla Avrupa kaynaklı ırkçı düşünceye bilimsellik süsü kazandırma yönünde önemli katkılar yapacaktı. İngilizler sömürgecilik bayrağını teslim alıp Güneş Batmayan İmparatorluk’un temellerini atarken, dünyanın dört bir yanındaki emperyalist gayretleri Sosyal Darwinistler tarafından sözde bilimsel izahlarla desteklenmeye çalışılacaktı.

Avrupa kaynaklı ırkçılık; sömürgeciliğin, emperyalizmin, soykırım hareketlerinin, kapitalizmin, liberal ekonomik modellerin ve nihayet aşırı tüketim, israf ve konfora dayalı modern Batılı hayat tarzının ideolojisi olarak olarak şu veya bu ad altında fonksiyonel olmaya devam etti. Kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda ve onun geçirdiği değişim ve dönüşüm paralelinde hep daha yeni, hep daha farklı söylemlerle varlığını devam ettirerek, ürettiği ayrımcılığı zamanın şartlarına uygun sofistike biçimlere büründürebildi. Güney Afrika’nın yerli insanları bu gerçeği, bütün bu farklı aşamalarda alttan alta işleyen, hemen hiç kesintiye uğramayan bir ırkçı damarın varlığını bizzat yaşayarak öğrendi. Güney Afrika’da 20. yüzyılın ikinci yarısında uygulanan apartheid, yani resmi ve yasal ırk ayrımcılığı politikası öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşananlar bunun en çarpıcı örnekliğini sunar.

İngiliz kökenli beyazların da desteklediği Hollanda kökenli siyasal elitler, Güney Afrika’da beyaz ırkın bekası adına tarihin en büyük toplum mühendisliği çabalarından birine koyuldu. Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan farklı olarak Avrupalıların asla nüfusça çoğunluk haline gelemediği bu ülkede yerli halk, çiftliklerde veya altın madenlerinde beyaz azınlığın hizmetine girmesi gereken insan-altı varlıklar olarak görüldü; bu role gönüllü olarak rıza göstermedikleri zaman geleneksel geçim vasıtalarından yoksun bırakılarak, açlık ve sefalete mahkum edilerek itaate zorlandı. Topraklarının ve emeklerinin sömürüsüyle ortaya çıkmış bir zenginlikten pay almamaları için onları şehir merkezlerinden, Avrupalıların her türlü yaşam alanından uzak tutacağı düşünülen acımasız ve insanlık dışı önlemlere başvuruldu. Irk temeline dayalı ayrımcılık, sadece şehirleri beyazlar, siyahlar ve melezler için birbirinden kopuk ve müstakil bölgelere ayırmakla kalmadı, fakat aynı zamanda kamu binalarından ulaşım vasıtalarına, park ve bahçelerden sinema salonlarına kadar hayatın her alanında insan onuruna aykırı uygulamalara yol açtı. Ve ayrımcılık, beyazlara tahsis edilen bölgelerde dahi şehir planlaması gereğince krokilerde açıkça belirtilen, “yüksek”, “orta” ve “aşağı tabakadan beyazlar”ın oturabileceği semtleri ortaya çıkardığında mantıki sonuçlarına ulaşmış oluyordu.

Zira Avrupa kökenli beyaz ırkçılığı, bir elit ideolojisi ve pratiğidir. Amerikan beyaz ırkçılığının sembol örgütü Ku Klux Klan’ın ilk mensupları, toplum içinde önemli mevki sahibi, muteber kimselerdi. Tüccarlar, arazi ve dükkan sahipleri, bankerler… geceleri beyaz çarşafa bürünüp ellerinde meşalelerle zenci mahallelerine saldırılar düzenleyeceği tahmin edilmeyecek kişilerdi. Bu insanlar Anglo-Saksonlar arasında ırkçılığı kışkırtarak siyahi toplulukları gettolara kapanmaya ve köle emeğini, köleliğin bir kurum olarak ilgasından sonra da beyaz elitlerin hizmetinde olmaya zorlamışlardı.

Bugün yeryüzünün ortak bir ırkçı ideolojiyi paylaşan elitlerce yönetildiğini söylemek aşırı bir iddia gibi gelmemeli. Güney Afrika’da apartheid rejimini onyıllarca ayakta tutan Batılı güçler İsrail’de, Burma’da (Myanmar) ve dünyanın pekçok köşesinde aynı uygulamaları sürdüren yönetimlere desteğini devam ettirmektedir. Bu anlamda Güney Afrika’da tatbik edilen apartheid’ın 1990’larda sona erdiği ilan edilmişse de bir devlet politikası olarak ancak coğrafya değiştirdiği söylenebilir. Nitekim Siyonist İsrail devleti sık sık “apartheid'ın son kalesi” diye nitelenir.

Batılı olanı kategorik olarak üstün ve evrensel saymanın, Batılı’yı insanlık âleminin en zeki, en gelişmiş, en becerikli… üyesi olarak görmenin adı kültürel ırkçılıktır. Bunu yapan, Batılı efendi adına kendi halkını “terbiye” etmeye çalışan bir diktatör, bir politikacı veya entelektüel de olabilir.

Bugün küresel kapitalizme hizmet etmeyi vazife addeden Güney Afrikalı, Çinli, Arap, Türk… seçkinlerden oluşan dünyanın yeni ırkçı elitlerini iyi teşhis etmek durumundayız. Türkiye’de İslami değerlerin hayata yansımasından rahatsız olan iş dünyası çevreleriyle sözde işçi temsilcilerini, sendika yöneticilerini, asker sivil bürokrat elitleri bir araya getiren bağ, almış oldukları eğitimle de alakalı olmalı, ki bu eğitimin temelinde Batılı olanın kaçınılmaz biçimde üstünlüğü kabulü yer alır. Medyada Gazze’ye yardım gemilerine yapılan baskını İsrail ağzıyla anlatan, kendi ülkesinin insanına “göbeğini kaşıyan adam” diye hakaret eden, anayasa referandumunun ardından Batılı yaşam tarzı tehlikeye düşecek diye alarm zilleri çalan, sırf bu yüzden sistemin totaliter ve militarist yapısını savunmaya geçebilen, bazen “Beyaz Türkler” diye de anılan elitler Batılı ve beyaz adam adına bir ırkçılık icra etmektedir, tıpkı ABD Başkanı Barack Obama’nın yaptığı gibi. Obama yönetimi diğer Avrupalı ırkçı elitlerle birlikte 2009 Nisan’ında Dünya Irkçılık Konferansı’nı boykot etmişti, İsrail’in apartheid uygulamalarına arka çıkmak için. Buna sadece çıkar birliği diyemeyiz. Çünkü temelinde Batılı beyaz adam gibi olma arzusu, ona öykünme, kendini onunla özdeş görme, buradan kendine bir kimlik ve misyon biçme ve tabiî ki kutsalı dışlayıp insan yaşamında seküler olanı hakim kılma çabası var. “Beyaz Türkler”in takdir ettiği hizmetçi, uşak, köle… rollerine razı olması gereken halk kesimlerinin efendi konumuna yükselmesini önleme gayretlerinin de altını çizmeliyiz.

Dolayısıyla bugünün ırkçılığını sadece klasik anlamda “biyolojik ırkçılık” olarak düşünmemeliyiz. “Kültürel ırkçılık”ın yanı sıra İngilizce’deki tabirle “colour-blind”, yani renk tanımayan ırkçılık nitelemesi bu farklı ulus ve halklardan elitlerin ortak tutumunu tanımlamaya uygundur. Bu elitler, içinden çıktıkları halkların değil, Batı icadı bir küresel sistemin çıkarlarını gözetir; bu çıkarlar doğrultusunda modernleştirmeci, laikçi ve ulus-devletçi projelerini tatbike koymaktan, kendi halklarını sonu gelmez etnik çatışmalara sürüklemekten çekinmez. Türk ve Kürt ırkçılığı dahil 21. yüzyılın ırkçı hareketlerini yeni parametrelerle tahlil etmeye ihtiyaç vardır ve böyle bir tahlil bizi çok ilginç sonuçlara götürebilir.

* Araştırmacı-Yazar
SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara