Neden savaşmak zorundayız?
Teslim olmak ahlaken caiz değildir. Teslim olmak ve mücadeleyi bırakmak, Oturan Boğa’nın bizi uyardığı gibi, doğmuşla doğmamışları ve bitkilerle hayvanları perişanlık, sefalet ve ölüme mahkum etmektir. Dik durmak ve hayatı savunmak için savaşmak zorundayız.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-10-21 13:06:13
Üç yaşındaki oğlumun en sevdiği kitap, Mavinin Derinliklerinden başlığını taşıyor. Planktonlardan palyaço balıklarına, oradan orkalara varıncaya kadar deniz hayvanlarının bir sürü kocaman renkli fotoğrafı var kitapta.
Sabahları oğlumu sık sık, pijamalarını giymiş, odasında yere oturmuş, kitabın sayfalarını özene bezene çevirirken buluyorum. Önündeki muhteşem deniz yaratıklarının adlarını söylediğini ne zaman duysam, kalbim parçalanıyor. Oğlumun ömür süresi içinde, eğer insan davranışlarında radikal bir geri dönüş olmazsa, dünyanın okyanusları ve onların desteklediği hayat sistemleri ölmüş olacak.
Ben çocuklarım için mücadele ediyorum. Bu benimle ilgili birşey değil. Onlarla ilgili. Önümüzde göreceğimiz feci kopuş ve kırılmalarla yüzleşmek şöyle dursun, bunları kabullenme konusunda bile gösterdiğimiz toplu kifayetsizlik ve yetersizlik karşısında duyduğum derin ümitsizliği, insanları ve doğal dünyayı tükenişe ya da çöküşe götürecek kadar istismar eden şirket sistemlerine kafa tutmak için tüm enerjimi ve direncimi seferber etme konusunda bir baba olarak duyduğum müthiş arzu telafi ediyor.
En azından, umuyorum ki, çocuklarım geri dönüp baktıklarında, ekosistem kâr adına mahvedilirken, dünya şirketler tarafından korkutucu bir neofeodalizme, bir tür totaliter kapitalizme dönüştürülüp yeniden biçimlendirilirken, babalarının pasif bir seyirci olarak kalmamış olduğunu görecekler.
En azından, umuyorum ki, babalarının başını eğmeden tutuklanıp hapishaneye götürülüşüne tanık olacaklar. Benim direnişim nefretten değil, sevgiden kaynaklanıyor: Şirketlerin çarpık kâr kültürünün anlamsız ve aşırı duygusal bulduğu şeylerin hepsine duyduğum sevgiden: Çocuklara, göllere, ağaçlara, ötücü ardıç kuşunun ormanın derinliklerindeki şarkısına...
Şiddetli iklim değişikliğinin sonuçları kaçınılmaz olacaktır. Tuhaf hava olayları, yani örneğin Amerika’nın Ortabatı eyaletlerindeki orman yangınları ve kasırgalar, bunların yanı sıra Çin’de, Pakistan’da, Bangladeş’te ve Avustralya’da şiddetli seller, yanı sıra yeryüzünün dört bir yanında artıp duran sıcaklar...
Bunların hepsi birden üstümüze çullanmış durumda. Ve bu sadece başlangıç. Asıl en korkutucu olan şey ise ekosistemin çehresini, daha birkaç yıl önce yapılmış en iç karartıcı bilimsel araştırmaların öngördüğünden dahi daha hızlı bir tempoda bozan ve onu şekilsizleştiren küresel ısınmanın âni ve dehşet verici hızlanışının topluca inkâr ve kendini kandırma dalgası ile karşılanmakta olması.
Küresel sıcaklık daha şimdiden bir derece yükselmiş ve Kuzey Kutup bölgesinin hızla erimesini başlatmış durumda. Her bir derece Celsius sıcaklık artışı, tahıl rekoltesinde yüzde onluk bir azalma anlamına geliyor. Tüm karbon salımlarını bugün durdursak, sıcaklık en az bir derece, hatta belki daha da fazla artmaya devam edecek.
Göklerden âniden inecek bir mucize dahi bizi köklü iklim değişikliklerinden, büyük çaplı insan göçlerinden, yükselen deniz seviyelerinden, kıtlıklardan ve yaygın yiyecek sıkıntılarından kurtaramaz artık. Cesur yeni dünyamıza hoş geldiniz.
İnsan türünü kendini yoketmekten kurtarabilecek tek geçerli seçenek -yani fosil yakıt bağımlılığına son verilmesi- Kyoto’da yapılmış o zayıf anlaşmayı bile yırtıp atmış olan endüstrileşmiş dünyanın kudret simsarları tarafından tamamen yok sayılmaktadır.
Durumu düzeltmek ve geri çevirmek adına geriye kalan son cılız umut, aralıksız sivil itaatsizlik eylemlerinden, resmî kudret ve iktidar sistemlerine açıkça karşı koymaktan geçiyor. Bu, gözaltına alınmak, tutuklanmak da demek. Aralarında Wendell Berry ve Bill McKibben’ın da bulunduğu, toplumun en ileri görüşlü ve önemli seslerinden pek çoğunun vardığı sonuç bu.
Sistem içinde kalıp onu içeriden düzeltme işi yattı. Sistemin dışında çalışıp ona baş kaldırma çalışması da başarısız olabilir. Bu konuda dürüst olalım. Kudretin şirketleşmiş yapıları, bırakın gezegeninkileri, sıradan vatandaşların ihtiyaçlarına, haklarına ya da isteklerine karşı tamamen kayıtsız oldukları gibi, kitle iletişim araçlarından seçim politikalarına ve yargı erkine kadar tüm kudret ve iktidar sistemlerini gasp etmiş durumdalar.
Gerçekçi bir insanın ümitsizlik ve yeise kapılması anlaşılabilir birşey. Kendi iç dünyama çekilme yolunu seçecek olsaydım, yaprak üfleyicilerinin sesini bir daha hiç duymayacağım küçük bir toprak parçası edinir, artakalmış ne kadar huzur kırıntısı varsa onları da ailemde, kitaplarımda ve doğal dünyanın fısıltı ve güzelliğinde bulurdum.
Ama teslim olmak ahlâken caiz değildir. Teslim olmak ve mücadeleyi bırakmak, Oturan Boğa’nın bizi uyardığı gibi, doğmuşla doğmamışları ve bitkilerle hayvanları –ki Oturan Boğa onları da kutsal sayıyordu– perişanlık, sefalet ve ölüme mahkûm etmektir. Bizim böyle birşey yapmaya hakkımız yok. Dik durmak ve hayatı savunmak için savaşmak zorundayız.
Bizden sonra gelecekler için, şu an itibariyle çok küçük, çok zayıf ve mücadele edemeyecek kadar güçsüz kalmışlar için, doğmuşlarla doğmamışlar için, benim oğlum gibi doğal dünya karşısında hayranlık ve büyülenme yetilerini henüz yitirmemiş olanlar için savaşmak zorundayız.
Çocuklarımıza böyle bir borcumuz var. Şu dünyadaki en zor ahlâki duruş ve en büyük cesaret gösterisi, Oturan Boğa’nın yaptığı gibi, karşımızda saf tutmuş ölüm güçlerinin karanlık ve kudretini açık seçik görebildiği halde gene de ona direnme yürekliliğini gösterebilmektir.
Oturan Boğa ömrünün son dakikalarında en çok, kendi halkı için yeterince sıkı bir savaş verememiş olmaktan ve ileride halkının kendisini bu yüzden lanetle anması ihtimalinden korkuyordu.
Direnmek, özerk beşerî varlıklar olarak kişisel haysiyetimizi korumaktır. Direnmek, birer nesne olarak sınıflandırılmaya razı gelmediğimiz anlamına gelir. Belirsiz, muğlak varlıklar olarak kabul edilmeye başkaldırmanın bir yoludur direnmek. Hayat kısa. Hepimiz öleceğiz. Adalet uğruna verilen savaşların neredeyse tamamı bizler gittikten çok sonra da devam edecek.
Şahsen ben, teselliyi inançta buluyorum. Herhangi bir yerleşik din ya da inanış değil, dediğim: Hepimizin iyilik yapmaya yazgılı ya da çağrılı olduğumuza dair bir iman bu; en azından, kendimize göre en iyi tanımlayabildiğimiz şekliyle iyilik yapmak ve sonra da koyvermek gitsin diye: “iyilik yap denize at, balık bilmezse hâlik bilir” hali.
Bu iyiliğin nereye gittiğini bilmeyiz, hatta bir yere gidip gitmediğini de bilmeyiz. Budistler bunu “iyi karma” diye adlandırıyor. Ama direniş eylemlerinin –ki gerçek manevîliğin konusu daima direniştir– asla anlamsız olmadığını gösterir inanç; elle tutulur, gözle görülür tüm işaretler yenilgi ve başarısızlığı gösteriyor olsa bile böyledir bu. İşte bu inanç bana büyük huzur veriyor.
Cyrano de Bergerac’ın, ömrünün son savaşında, hem de kazanmasının imkânsız olduğunu bildiği bir savaşta düşmana hamle ederken dile getirdiği inançtır bu. Ölümcül şekilde yaralanmış, Ölümle yüzyüze gelmiştir, dehşetli bir ürperme ile birdenbire ayağa kalkar: “Hayır! Koltukta olmaz!”
Dostları ona yardım için fırlayıp koşarlar. “Sakın bana destek olmaya kalkışmayın!” der onlara, bir ağaca dayanarak. “Bırakın, ağaç yeter...
“Gelecekse buyursun! Biz de hoş geldin deriz, kendisini ayakta, elde kılıç bekleriz" ...
“Ne dedin?” diye bağırır sonra Cyrano, karanlığın içine doğru. “Beyhude mi? O malûm! Sen başla saldırmaya! Mutlaka galip gelmek için çarpışılmaz ya! Evet, hatta beyhude olunca daha güzel! – Nedir bu kalabalık? Bin kişi mi? Mükemmel! Sizi tanıdım şimdi, bizim eski düşmanlar! Yalancılık! Al sana! – Zamaneye uyanlar! Bunlar da hurafeler, alçaklıklar!”...
Kılıcını savurur: “Ha nasıl? Anlaşalım mı? Asla asla!... Ah, işte asıl düşmanım, sen, aptallık! Kibir! Burdasın ha? – Nihayet biliyorum hakkımdan geleceksiniz, evet. Fakat kalbim çarptıkça, sonuna kadar, kinle, ben yine vuruşurum, vuruşurum sizinle!”
Nefes nefese durur, artık ölmek üzeredir: “Her şeyimi koparın, bekletmeyin ölümü: Alnımdaki defnemi, göğsümdeki gülümü koparıp alın! Fakat size rağmen, bir şeyim, öyle bir şeyim var ki alıp götüreceğim. Ve bu akşam çıkınca Allahın huzuruna, yedi kat gökyüzünün o masmavi nuruna, eşikten selam verip karışacağım zaman yanımda bulunacak. Allahıma buradan lekesiz, buruşuksuz onu götürüyorum! Evet, ne yapsanız da...”
Kılıcını kaldırarak atılır: “Bu benim...”
Kılıç elinden düşer, sarsılır, dostlarının ve Roxane’ın kolları arasına düşer.
“ ... Gururum!”
* Açık Radyo, Çeviri: Ömer Madra
Haber Ara