Dolar

34,8665

Euro

36,6034

Altın

3.047,86

Bist

10.058,47

'Bu terör Türkiye’de siyasetçilerin ilgisini çekmiyor!

Av Muharrem Balcı'nın Genel Başkanlığında büyük bir değişim geçiren Yeşilay, dergisini de yeniledi. Bir bülten olmaktan çıkan derginin her sayısı bir dosya olarak çıkıyor.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-02 12:42:25

'Bu terör Türkiye’de siyasetçilerin ilgisini çekmiyor!
Eylül 2011 sayısını Gıda ve GDO sorununa ayıran Yeşilay Dergisi, dosya konusu çerçevesinde Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Lideri Kemal Özer'le mülakat yaptı.


İşte o röportaj:

 
Röportaj: Adalet Canlı Akbaş / Fotoğraf: Kadir Metin Akbaş
  Kemal Bey, Gıda Güvenliği Hareketi’nin kuruluş amacı ve faaliyet alanlarını öğrenerek başlayalım…

Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurma çalışmaları 2007’de başladı. 2008’de kurumsallaştı. Gıda Güvenliği Hareketi’nin ortaya çıkış nedeni gıdanın dünya çapında bir silaha dönüştürülmüş olmasıdır. Bununla birlikte, helal gıda tüketimi, GDO gibi bir sürecin hızla ilerliyor olması, gıdanın sağlığı ve hatta inancı etkileyen unsurları olduğuna yönelik toplumsal bir bilinç oluşturmaya yönelik bir çalışma olarak başladı.
Kurucuları kimlerdir?
Kurucularının hiçbiri bu sektörün içinden değiller. Bilinçli bir şekilde sektör içerisinden gıdacı, ziraatçi almadık aramıza. Bunun temel nedeni, sektör içinde bulunanların bize dikte edeceği reel verilerin dışında kendi bakışımızla meseleye yaklaşmak istememizdi. Hem uzun soluklu sivil toplumculuk yaparak hem de Ortodoks eğitimin dayattığı bilgiler dışında yepyeni bir bakışla meseleye yaklaştık ve bunun doğru olduğunu da gördük. Çünkü ne zaman bu işin eğitimini almış insanlarla bu konuları konuşsak genellikle aynı düşünmediğimizi fark ediyoruz. Mesleki tesanüd denilen meslek hastalığının oralarda büyük oranda tevarüs ettiğini ve bunun da sivil toplumculuk yapmayı engellediğini görüyoruz. Bu Gıda Güvenliği Hareketi’nin hem benzer alanda çalışan diğer sivil toplum örgütlerinden farkını ortaya koyuyor hem de problemlere dışarıdan bakarak daha iyi gözleme yapmayı sağlıyor.   
  Gıda sektörünün içerisinde bulunanlar ile STK bünyesinde olanlar arasında hangi sabitelerde farklılıklar gördünüz?
O fark şu, onlar sadece bugünkü endüstrinin dayattığı üretim modeli ve proseslerini olmazsa olmaz olarak görüyorlar. Daha önce hiç üretim yapılmamış gibi davranıyorlar. Ürünlerin raf ömrünü uzatıyor, gıdanın yerelde tüketilmesi yerine global tüketimini öngörüyor ve gıdanın tabi halini değil endüstrinin geliştirdiği katkı maddeleriyle üretilmesi gerektiğini savunuyorlar.Bizse gıdanın insan elinin en az değmesi gerektiği, mümkün oldukça az işlemden geçirilmesi gerektiği, raf ömrünün kısa tutulması gerektiği, çoklu tüketim değil ihtiyaç kadar ve yerelden ürün tüketmek gerektiği veya gıdanın daha yerel ve bölgesel tüketilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Fakat karşımızdaki yapı, bu alanda eğitim almış kişiler ve ticaretini yapanlar bu işin endüstrisinden yanalar. O endüstri daha çok ucuza mal etmek için daha çok hile yapıyor, daha ekonomikleştirmek için katkı maddeleri kullanıyor ve ürünün yapısını bozdukça başka katkı maddeleri ekleyerek insan fizyolojisinin tanımadığı bir ürün ortaya çıkmasını sağlıyorlar. Ama biz ise tabilikten yanayız. Bahsettiğiniz yerel üretim ve tüketim bölgesel kalkınmayı da beraberinde getirecektir…

Yabancı bir yoğurtçu gelip Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yoğurt götüremez, satış yapamaz, herkes kendi yöresindeki mandıranın yoğurdunu yer. Bursa’da çıkan su Van’da satılıyor, Van’da çıkan yoğurt Konya’da satılıyor. Böyle bir saçmalık olamaz. Bu, beraberinde taşıma, enerji, yol masrafını, trafik artışını vs. de beraberinde getiriyor. Bunu da nihai olarak tüketiciye daha pahalı bir ürün ulaşmasını sağlıyor. Temel gıda ürünlerinin yerelde üretilip yerelde tüketilmesi sağlıklılıkla beraber ekonomikliği de getiriyor, çevresel kirliliği azaltıyor. Yani siz çevreyi kirletiyorsunuz, devlet temizliyor, bunun faturasını kim karşılıyor, yine yurttaş karşılıyor.



Gıda Güvenliği Hareketi’nin faaliyet alanları nedir?


Bunu dört kategoriye ayırabiliriz. Birincisi, toplumsal bilinci arttırmak. İkincisi, siyasi iktidarın uygulamalarına karşı dava yolunu ve uyarıcı yöntemleri kullanmak. Üçüncü yöntem, bu işin üreticileri ile olan mücadele kısmı. Dördüncüsü ise bu işin küresel boyutlu çalışmasını üretmek. Yani yaptığımız çalışma aslında sadece buraya dönük değil, tüm dünyaya dönük bir çalışmadır. Çünkü gıda insanın en temel tüketim maddesidir ve gıdanın yereli ya da uluslar arası bir boyutu yok. Çünkü bugün Çin’de üretilen bir ürünü üç gün sonra rafta buluyorsunuz, burada üretilen bir ürünü bir müddet sonra başka bir yerde buluyorsunuz. Bu yüzden biz bunu küresel ölçekli düşünüyoruz ve çalışmalarımız da birçok farklı ülkede sonuç veriyor.

Gıda üreticileri ile mücadele en dikkat çekici çalışma yönteminiz olarak görünüyor. Bu mücadeleyi nasıl sürdürüyorsunuz?
Mesela, şu an yoğurtlara yönelik bir çalışma yapıyoruz. Yoğurtların içerisinde hangi katkı maddeleri var, bunlar mevzuata aykırı olarak mı kullanılıyor, bu katkı maddelerinin hangileri zararlı bunları inceliyoruz. Ayrıca İslam açısından haram katkı maddeleri bulunup bulunmadığına yönelik analiz çalışmaları gerçekleştirmektedir. Siyasete de dönük bir çalışmadır. Devlet de sizin yaptığınız çalışmaya bakıp kararlarını ve mevzuatını, uygulamalarını, denetimini gözden geçirebilir ki öyle oluyor zaten.

Devletin tarım, sağlık vs gibi bakanlıkları olmasına rağmen siz bizi mevcut ürünlere karşı uyarıyorsunuz. Devlet bu vazifesini yeterince yerine getirmiyor mu?
Devlet dediğiniz organizma bir siyasi boyutu olan bir de bürokrasisi olan bir organizmadır. Bu tür meseleler genellikle Türkiye’de siyasetçilerin ilgisini çekmiyor. Biz son seçimlerde, sekiz siyasi partinin seçim beyannamelerini okuduk, söylemlerini rapor haline dönüştürdük. Ne söylediklerine baktık, bir şey söylemiyorlardı! Mesela iktidar partisinin gıda güvenliği ile ilgili tek bir cümlesi yoktu, şu anki hükümet programında da yok. Bir siyasi partinin beyannamesinde okuduğumuz kadarıyla, gıda güvenliğinden anladığı şeyin nişasta bazlı şekerin kotasını düşürmek olduğunu görüyoruz. Gıda Güvenliği başlığında yazdığı tek şey bu. İktidar gibi muhalefet aynı düşünüyor. Belki kötü niyetlerinden değil, fakat gıda güvenliğine ilgi duymuyorlar. Bu konuyu önemsemiyorlar. Bu yüzden de bu işi genellikle bürokrasi götürüyor. Bürokrasinin götürmesinde de, bürokrasi bu işin eğitimini almış kimseler. Orada da endüstri ne dayatıyorsa, bunlar endüstrinin içinden gelmiş insanlar genellikle, onlarla da temas halindeler. Bakanlıkların bir zaafı da şu; genellikle AB’nin mevzuatının alıp ya yanlış tercüme ediyorlar ya da motomot tercüme edip buraya uygulamaya kalkıyorlar. Hâlbuki bu ülkenin realiteleri farklı, inancı farklı; oranın çerçevesini alabilirsiniz ama birebir aynısını alamazsınız. İşte tam da burada sivil toplum kuruluşları devreye giriyor ve yanlış bulduğu uygulamalar konusunda yetkilileri uyarıyor. Hepimizin merak ettiği hususlardan birisi de “et”…

Et dediğimiz zaman üç şeyden bahsetmemiz gerek: 1. Tavuk, 2. Balık, 3. Kırmızı et. Balıkta iki boyutlu problem var. Birincisi, deniz kirliliği. Gemilerin denize kimyasal atık bırakması, gemilerin denizde yıkanması, ev, otel ve fabrikaların atıklarını denize bırakması denizde kimyasal dengeyi bozuyor. Doğal olarak bu bozulma da balıklara geçiyor. Biz de o kirli, özellikle cıva ve metal oranları yükselmiş balıkları tüketiyoruz. Aslında biz et yediğimizi zannederken, zehir yiyoruz. İkincisi, problem ise kültür balıkları. Kültür balıkları genellikle GDO’lu balıklardır. Balıkların içerisine hızlı büyümeleri ve hastalanmamaları için eklenen vitamin ve hormonlar dolayısıyla biz aslında zehir tüketiyoruz. Bu yüzden dip balıkları ve kültür balıkları yerine hamsi, istavrit gibi hızlı büyüyen yüzey balıklarının tüketilmesi gerekiyor.
Tavuk eti…
Tavuklarda 2001 yılındaki kuş gribi hikâyesiyle dünyanın genetik tavuk mirası, hemen hemen %99 oranında yok edildi. Artık dünyanın her yerinde tek tip, tek marka tavuk tüketiliyor. Bu tavuk büyümesi, 6 ay içinde kesime gitmesi gerekirken 40 gün içinde kesime gidiyor. Bu süre içerisinde sürekli antibiyotik, sürekli hormon, sürekli kimyasallarla tavuk şişiriliyor. Tavuk yediğimizi zannediyoruz ama et görünümlü mısır ve soya yiyoruz. Eskiden bu hayvanlar kendi fıtratlarına uygun bir şekilde tabiatta bulduklarını yerlerdi. Şimdi balık mahkûm, tavuk mahkûm, hepsi bir hapishanenin içine tıkılmışlar, orada tek tip bir besinle besleniyorlar; soya ve mısırla. Bir de kendi atıkları, hayvansal atıkları onlara yem olarak verilerek bu hayvanlar yamyamlaştırılıyor. Genetik yapısı değiştirilerek tek tip haline dönüştürülen tavuk, hem kullanılan yemler hem kullanılan antibiyotikler, hormon ve diğer kimyasallar dolayısıyla zehir deposuna dönmüş durumda.
  Kırmızı et hakkında söyleyeceklerinizden korkuyorum…
Kırmızı ete gelince, Türkiye’de tarım son yirmi yılda dörtte bire düştü. Türkiye artık bir tarın ülkesi değildir ve kendi kendisine yetemez bir ülkedir. Türkiye üretiminden daha fazla ithalat yapmak zorunda. Bir başka problem ise Türkiye’nin dünyanın en pahalı etini tüketiyor olmasıdır. Türkiye’nin meraları bomboş yatıyor. Suriye-Irak sınırında 825 km uzunluğunda 25 km genişliğinde 70 yıldır tarım yapılmayan dünyanın en bakir arazileri var ve bu araziler mayınlı, üç yıldır temizlenmiyor. Şimdiye kadar çoktan temizlenmiş ve milyonlarca dolar gelir elde edilmiş olacaktı, temiz ürünler tüketilecekti. Bunlar bile yapılmıyor ülkemizde. Meralarımız bomboş yatıyor ama havyan hapishanesi diyebileceğimiz ahırlara hayvanlar tıkılıyor, hareket kabiliyeti bile olmadan gece gündür bu hayvanlara yediriliyor. Sürekli ayakta duruyorlar, sürekli kendilerini büyütüyorlar ve sonuçta bunlar et diye insanlar tükettiriliyor. Bir de et yemek sağlıklıymış gibi insanlar böyle bir imaj sunuluyor, insanlar hayvansal gıda tüketmezlerse hayvansal protein eksikliği yaşarlar, haftada bir defa hayvansal gıda almak insan için yeterlidir. Ama biz her öğün hayvansal protein alır hale geldik. Ne kadar çok hayvansal protein alırsanız o kadar çok hastalanırsınız.

İnsanlar pazardan, manavdan domates, salatalık almaya korkar oldu. Bitkisel ürünlerde tablo nasıl?
Türkiye tarım üretiminde her geçen gün küçülen bir ülke. Buğday dâhil bütün ürünlerde bir düşüş var. Çünkü çiftçi topraktan utandırılır hale gelmiş durumda. Çiftçilik cahil, işe yaramaz insanların işiymiş gibi gösteriliyor. Oysa çiftçileri yeryüzünden çekerseniz insanlık açlıktan ölür. . Böyle bir kötü algı zihnimize inşa edilmiş. Böylelikle insanlardan tarımdan uzaklaştırılıyor. Diğer taraftan ise tarım küresel güçlerin eline geçiyor. Çiftçinin öncelikle tohum elinden alındı. Bugün Türkiye’de tohum bir palavra.
Nasıl yani?

Mesela bugün Cihan Haber Ajansı’nın bir haberi vardı. Türkiye tohumunu kendisi üretiyor diye. Bu dünyanın en büyük yalanıdır. Nasıl yalandır? Çünkü Türkiye on yıl öncesine kadar kimseden bir kuruşluk tohum almıyordu. Şu an Türkiye yılda bir buçuk milyarlık tohum satın alıyor dünyadan, zaten üç milyar dolarlık tohum tüketimi var. İçerideki üreticiler ise yabancı. Tohumu gelip Türkiye’de üretiyor diye toplumu aldatmaya gerek yok. Bunun üreticisi yabancı ve kazandığı parasını da kendi ülkesine götürüyor. Ayrıca tohum bir ticari meta değildir. Türkiye’de son on beş yirmi yıla kadar tohum ticari bir meta değildi. Yapılan hasattan elde edilenin bir kısmı tohum olarak ayrılıyordu. Şimdi bu kaldırıldı. Çiftçi hasadından tohum elde edemez. Elde etse bile ekse bitmez. Niye? Tohum hibritleştirildi, kısırlaştırıldı. Bu yüzden insanlık temelde üç beş şirkete bağımlı hale geldi. Bunların sayısını Türkiye’de 400 olarak söylüyorlar. Bu şirketlerin 396 tanesinin cirosu bir lira, 4 tanesinin cirosu 99 lira. Bunu topluma böyle anlatabilirim ama bu bizler için şehir efsanesi, siyasi efsaneden ibarettir.
  Halk arasında yaygın olan “dünya tohumları İsrail’de tekelleşti” anlayışını olumluyor gibisiniz…
İsrail değil bu ama Siyonistler. Tohumun dünyadaki sahibinin hepsi Yahudi’dir. İsrail’e gitmez belki bunlar ama, dünya tohumunun tamamının sahibi Yahudi’dir. Türkiye’de de böyledir. Türkiye’nin içerisinde küçük küçük tohum şirketleri olabilir. Bunların var olmuş olması hâkim unsur olmadığı müddetçe bir şey ifade etmez. Kaldı ki biz tohumu Türkiyeli üreticiler üretse de karşıyız. Tohum yirmi yıl önce nasıl tarladan çiftçi kendi üretiyorsa aynı yöntemin üretilmesi lazım. Yani insanlık Hz. Âdem’den bu yana tohumu nasıl üretiyorsa aynı yöntemleri sürdürmelidir. Tohum mülkiyet altında bulundurulacak bir şey değildir. Tohum insanlığın ortak mülküdür. Alır gidersiniz. 300 yıl önce Türkiye’den Yunanistan’a Bursa’dan fasulye tohumu gitmiş, o gün bugündür korunmuş, adına Müslüman fasulye denilmiş, bugün biz oradan getiriyoruz. Şeker pancarı mesela, bir adet tohum üretemiyor Türkiye, Almanya ve İsviçre’den ithal ediyor, o şirketlerden alıyor. Tohumunu kaybeden geleceğini, yaşamını ve gelecek nesillerin yaşamını şirketlerin emrine ipotek eder. Türkiye, tohum konusunda hiçbir faaliyet yapmıyor, yapar gözüküyor. Şu anda çiftçi kendi ürettiği hasadından tohum satamaz. Türkiye’de çitçinin tabi tohumu satması yasaktır.


Bu küresel bir oyun…


Türkiye de bu küresel oyunun içerisinde. En içine girmiş ülkelerden birisidir. Bu konuda son 4 yılda tohum kanunu, güvenlik kanunu çıktı ve bunlar tam da küresel güçlerin istediği yapıda kanunlar.
    Bir devlet küresel güçlerin isteğini bunca zararına rağmen neden yerine getirir?
Bunun iki sebebi olabilir. Ya cehalet ya ihanet!
Peki, bu durumu nasıl aşacağız? Yoksa bu duruma mahkûm mu olacağız?

Hayır. Tohumun bu hale getirilecek olmasını Kuran bize haber veriyor. Bakara Sure’si 225’te, tam da Yahudileri haber veriyor. İşte bu Yahudiler iktidarı, gücü eline aldıkları zaman ekini ve nesli mahvederler diyor. Nüfus planlaması, doğum kontrolü, kürtaj vs ile nesli biyolojik ve kültürel olarak ifsat ediyorlar. İkincisi bunlar ekini mahvediyor, genetiğini değiştiriyorlar, mülkiyetini ele geçiriyorlar. Hibrit tohumlar genetik değildir diyorlar, yalan. Hibritleştirme genetiğin birinci fazıdır. Genetik müdahale içermeyen bir tohum nasıl kısırlaştırılır. Ayrıca, hibritleştirilen tohum üzerinde üretici şirketler mülkiyet atfında bulunuyorlar. Çiftçinin ürettiği tohumun ekimine, dikimine, satışına izin vermiyorsunuz fakat Amerikan Alman tohumlarının ekilmesi için çiftçiye devlet desteği veriyorsunuz. Küresel bir dayatma…

Tabi. Bağımlılığın devlet eliyle teşviki var Türkiye’de, yani siz kendi tohumlarınızı ekerseniz devlet size tarım desteği vermiyor. Ama küresel oyuncuların tohumlarını alırsanız TC Tarım Bakanlığı çiftçiye destek veriyor. Bu tümüyle bir küresel bağımlılık oyunudur.
  Peki, bu sorunlar için çözüm önerileri getiriyor musunuz?
Elbette getiriyoruz. Tohumların hapishanede yani tohum banklarında toplanmasına, biz tohum çilehanesi diyoruz. Tohumun yeri topraktır. Tohum toprakta yeşerir, toprakta verim verir. Ama tohumu hapishaneye koyarsanız mahkûm edersiniz. Tabii tohumların depoya alınması ve bozuk tohumların ekilmesine devam edilmesi akılla izah edilebilir bir durum değildir. Bu ya ihanetle ya da cehaletle izah edilebilir. Bu sorunun önüne geçebilmek için üç tane adım atılması gerekiyor. Bir, genetiği değiştirilmiş gıdaların, tohumların ve hayvanların Türkiye’ye üretimi, ithalat ve ihracatı yasaklanmalıdır. Fakat, ama, lakin gibi cümleler kullanmaksızın kesinlikle yasaklayacaksınız. Kanun çıkaracak ve tevile yer bırakmayacak şekilde açıkça “yasaktır” ibaresini koyacaksınız. İki, tabi tohumları geliştirecek enstitüler kuracaksınız. Bunları alacak, toplayacak, çoğaltacak, çiftçiye vereceksiniz. Bu tohumların nerede yetiştiğini ziraat mühendisleri söylemeyecek, çiftçi nerede yetiştiğini daha iyi bilir. Toprağın ne işe yaradığını bilmeyen adamlar, çiftçiye direktif vermemesi gerekiyor. Çiftçiye geri zekâlı, aptal, cahil muamelesi yapmaktan vazgeçecekler. Çünkü bizim çiftçimizde hala onbin yıllık kadim bir bilgini mirası duruyor, henüz kaybetmedik. Üç, büyük tarlalarda aynı tür ekim yasaklanmalı. Tarlanın bir kısmında buğday, bir kısmında arpa, diğer bir kısmanda pancar, nohut yetiştirilmeli. Aynı ürünü ekerseniz, tarlanın her yerine aynı böcekler musallat olur. Bahsettiğim şekilde yapıldığında sistem doğal olarak haşeratla kendi kendine mücadele ediyor.Şimdi tüm bu yöntemleri kaybettiriyoruz. Onun için de kadim bilgiyi çiftçinin yeniden kullanması lazım.

Meyve ve sebzelerin çoğunun GDO’lu olduğundan bahsettik. GDO’lu olanla ürünle olmayanı nasıl ayırt edeceğiz? Devlet bu ürünleri takip ediyor mu?
Devlet, takip edermiş gibi yapıyor. 2010 verilerini devlet henüz toparlayıp önümüze koyamadı ne hikmetse. Türkiye’de 2009 yılında yaklaşık 57.000 dolayında gıda denetimi yapılmış. Bunların 35.000 dolayı sadece etiket yoklaması yapılmış, gıda analizi değil. 20.000 kadarı da gıda analizi yapılmış. Bu gıdaların %25-30’u sağlıksız çıkmış. Biz yapsak %80 çıkardı ama devlet böyle öngörmüş. Bunun yanında bu %25-30 sorunlu gıdaları üretenlerin kim olduklarını da bilmiyoruz. Çünkü öğrenmemiz yasak! Devlet, bireyi ve halkı değil, ekonomiyi yani üreticiyi koruyor. Şuanda gıda teröristleri her gün insanları zehirliyor ve biz bunların kim olduklarını öğrenemiyoruz. Ankara 6. İdare Mahkemesi 13 Aralık 2010 tarihinde bunları açıklamak kamu sağılığı için zorunludur dediği halde bakanlık mahkeme kararına uymuyor.
Bu durum Pazar ürünlerine mahsus mu?
Değil. Hem Pazar ürünleri hem paketli ürünler için geçerli.
Pazar ürünlerinde tüketicinin yapabileceği bir şey var mı?
Pazarda bir tüketici ürüne bakarak GDO’lu mu değil mi, hibrit mi değil mi anlayamaz. Fakat bazı ipuçları verebiliriz bunun için. Bir, hiçbir gıdayı mevsim dışı tüketmemelisiniz. Mesela domatesin mevsimi henüz yeni başladı. 15 Temmuz’da başlar domates mevsimi. Ağustostan erken domates yememek gerekiyor. Türkiye’de domates mevsimi tarlada ağustosta başlar. Ekimin sonunda biter. Bu aralıkta bizim patlıcan, biber, domates yememiz gerekiyor. Bunun dışındaki dönemlerde bu ürünleri tüketmemiz gerek. Yani her şey kendi mevsiminde tüketilmeli. Şimdi ne yiyebiliriz? Kayısı, şeftali, erik, kiraz, vişne yiyebiliriz. Üzüm, elma mevsimi henüz başlamadı. Bu mevsimde muz, kivi yenmez. Bunların mevsimi değil. Bir başka ipucu ise fiziki görünümdür. Fiziki görüntüsü çok düzgünse o ürün kötüdür. Ne kadar cazibeli görünüyorsa o ürün o kadar tehlikelidir. Bu kötüsünü alalım anlamına gelmez. Bugün Türkiye’de hibrit tohumla ekim yapılıyor olmasından dolayı doğal tohumla yetişen ürünü bulmak imkânsız değil ama zor. Yani her halükarda tarım kimyasalı bulaştırılmış, hibritleştirilmiş ürün alıyorsunuz.

Kendi tohumumuzu kendimiz üretebilecek durumdayken GDO’lu ürünlere ve hibrit tohumlara mahkûm oluşumuz ne anlama geliyor?
Bir, nesil kısırlaştırılıyor. İki, ağır ağır zehirleniyor. Bir gün kalp yetmezliğinden gidiyorsunuz, bir gün böbrek yetmezliği, bir gün karaciğer bozukluğu, hepatit oluyorsunuz. Ekonominin altın kuralı şudur, eğer tüketici ekonomiye hâkimse, belirleyici rol tüketicide ise, üretici tüketicinin isteklerini yerine getirir. Belirleyici olan üretici ise o zaman tüketici mahkûmdur. Belirleyici rol tüketicideyse buna talep ekonomisi diyoruz. Belirleyici rol üreticideyse buna da arz ekonomisi diyoruz. Şu an hâkim olan arz ekonomisidir, tüketici kendisine ne sunuluyorsa onu tüketiyor. Türkiye’de sorun bu. Herkes her şeyi bilerek ya da bilmeyerek satın alıyor, almasa üreticilerde kendisine çeki düzen verir. Tüketim algısını bu şekilde değiştirmek gerekiyor.

Bu arada bir de gıdaların helal olup olmaması sorunu devreye giriyor. Gıda Güvenliği Hareketi bu konuda herhangi bir çalışma yürütüyor mu?
Son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Helal gıda sertifikası o ürünün helal olduğu anlamına gelmez. Ben bir ürünü helal sertifikası var diye asla satın almam. Çünkü helal sertifika verilenlerin hiçbirine güvenmiyorum. Artık bu ticari bir ranta dönüşmüş durumda. Dünya pazarından pay kapma hırsı, helal üretme endişesinin önüne geçiyor.Sertifika verenler bundaki rantı gördükleri için mantar gibi çoğalıyorlar. Bu yüzden helal sertifika işi bizim için beş para etmez.

Anlaşılan iş başa düşüyor yine…
Evet. Çünkü Kuran bize “helalen ve tayyiben” diyor, yani helal ve temiz. Haramları Kuran sayıyor, beş tane: alkol, domuz eti, kan, Allah adına kesilmemiş hayvanlar ve kendi halinde ölen hayvanlar. Bir de temiz kavramı var. Temizden kastedilen nedir? Kuran neyi temiz olarak naklediyor, İslam neyi temiz olarak öngörüyor? Bu sorunun cevabını herkes aramakla mükellef. Bu çok hassas bir konu. Zira bir ürünün zekâtı verilmemişse o temiz değildir diyen âlimler var. Bir ürünün içerisine tarım kimyasalı girmiş ve bunu yiyen çocuğu zehirliyorsa, hayvana çile çektiriliyorsa, bir ürünün genetik yapısı yani yaratılış gerçeğinin dışına çıkarılarak buraya hayvan, bitki başka mikropların genleri transfer edilmişse, bu bitki çiftçinin elinden gasp edilerek bir tohum şirketinin mülkiyetine geçirilmiş ve zoraki bu işlem yaptırılmışsa bu ürün temiz midir değil midir? Bu örneklerin sayısını çoğaltabiliriz. Bu konuda maalesef ne helal sertifikacıların ne de başkalarının herhangi bir çalışması yok.
Böyle bir sertifikalama yapılsa helal gıda bulamayız galiba?

Yok, şüphelerden arındırdığınız zaman çok şey çıkacaktır karşınıza. Fakat bu alana kimse girmek istemiyor, bir işine gelmiyor, iki bu boyutuyla meseleyi bilmiyor. İnsanları kasten suçlamıyorum. Bilgisizlikten kaynaklanan bir boyutu da var nu meselenin. Bu bilgisizliği de kaldırmamız lazım.

Tükettiğimiz paketli ürünlerden yememe kararı almamıza rağmen vazgeçemiyoruz. Bağımlılık yapıcı özellikte katkı maddeleri kullanılıyor olabilir mi?

Tabi ki var ve bunlardan bir tanesi MSG’dir. MSG, “umami” denilen, beşinci tat. Ekşi, tatlı, acı ve mayhoş olarak sınıfladığımız tatlar arasına beşinci tat olarak adlandırılan ve “umami” olarak adlandırılan MSG tuzu geldi. Çin tuzu da denilen, bu madde bağımlılık yapan bir maddedir. Bu madde şu anda salamda, sosiste, ekmekte, çorbada, yoğurtta, gıdanın envai türünde var olan bir tat haline dönüştürüldü. Damağınız ona alışıyor ve bırakamıyorsunuz. Sürekli onu tüketme ihtiyacı hissettiğiniz bir tat halini alıyor. Bunun gibi bağımlılık yapıcı çok miktarda katkı maddesi var. Bunlar midemizi dolduruyorlar, fiziki açlığımızı gideriyorlar. Ama biyolojik açlığımızı gidermedikleri gibi farklı hastalıklara da neden oluyorlar. Mesela yoğurtlar, çikolatalar, gazlı içecekler, meyve suları, bisküvi türleri, kekler, salam, sosis gibi etli ürünler. Çoğaltabiliriz bunları. Bunlara zaten bağımlılık yapması için çok çeşitli kimyasal katkı maddeleri ekleniyor. Bunu iki tür reklamla, birincisi açık yapılan reklamla, ikincisi bilinçaltı (subliminal) yöntemle, 25. kare denilen bilinçaltı görüntülerle yapılan reklamlarla bizleri ve çocuklarımızı yönlendiriyorlar. Çocuk irade beyanında bulunamaz. Çocuk bilinçaltına tahakküm eden müzik, renk, siz bir desenin bir karenin içerisine gizlenmiş bir seks yazısını, tüketim yazısını, kadın figürünü, başka başka figürleri göremezsiniz ilk bakışta, ama beyniniz görür. Beyniniz gördüğü için talep eder. Çocukları bu şekilde eğite eğite yepyeni bir tüketim modeli inşa ediyorlar. Ettiler de nihayetinde. Bugün kırk yaşın altındaki nesil tabi şeyler nedir bilmez. Tamamen endüstrinin inşa ettiği nesildir. Aksini yaptırmanız çok güçtür. Ancak birebir çalışarak, onlara gerçeği anlatarak ikna edebilirsiniz.   Uluslararası arenada durum nasıl?
Bunlar önce kendi toplumlarını zehirliyorlar. Yahudiler kendilerinin ürettiği hiçbir ürünü tüketmezler, onlar kendileri için özel üretirler. Hatta bizim endüstrimizde bile büyük firma sahipleri, kendi fabrikalarında üretilen hiçbir şeyi yemezler. Kendilerine özel ürün üretirler. Kendi kolalarını içmezler mesela. Özellikle büyük Batılı güçler hazır ürünleri asla tüketmezler. Ne ürettiklerini çok iyi biliyorlar çünkü. Bu anlamda dünyadaki tepki Türkiye’deki tepkiden çok güçlü. Özellikle Batı’da. Amerika ve Avrupa’da bunlara karşı büyük bir direnç var, hızla büyüyen toplumsal bir tepki var. Mutlaka dikkate alınması gereken tepkiler haline dönüşmüş durumda. Ama buna karşılık karşı tarafın argümanları var. Bunu da zora sokacak organik masalı çıkarıyor mesela. Bir taraftan da bu güçler sürekli bir adım önde gidiyorlar.Çünkü ekonomik durumları çok iyi, laboratuar imkânları var, bilgiye çok hâkimler ve bunu yönetmeye çalışıyorlar. Üniversiteye ve medyaya hâkimler. Yani beş para etmez bir bilgidir ama medyada haber olur. Siz öyle şeyler söylersiniz ki aslında insanlığı ilgilendirir ama medyada yer almaz. Bir de başka bir boyut var ki, bunlar kendilerine yönelik eleştirilere karşı, hiçbir şey yokmuş, hiçbir şey duymamış gibi hiçbir cevap üretmiyor olmalarıdır. Sadece akademik alanda güçlü eleştiriler gelirse onlara karşı mahkeme yolunu kullanırlar, manipule etmeyi, şantaj yapmayı, hatta öldürmeyi tehdit etmeyi kullanırlar. Ama genel itibariyle cevap vermezler. Siyasetçilere cevap ürettirirler, siyasiler size cevap verirler. Tüm dünyada böyledir, sadece bizde değil, onlar adına konuşurlar.
  Örnek verebilir misiniz?
Mesela domuz kanı eklenmiş çaylar bulundu, Tarım Bakanlığı olayı kapattı. GDO’lu soya 14.000 ton ele geçirildi Bandırma’da, Tarım Bakanlığı kapattı. Kaçak getiren kişinin kim olduğunu biliyoruz. Ukrayna’dan zehirli yağlar geldi, kimin ithal ettiğini biliyoruz, hemen kapattılar konuyu. Oysa Almanya’da, Fransa’da, Hollanda’da yağların hepsi imha edildi, raflardan toplandı, tüketiciden özür dilendi.
Peki, bunun önüne nasıl geçebiliriz?

Bunun iki tip karşılığının olması lazım. Bir, bizim gibi STK’ların buna cevap üretmesi lazım. Bunun için de STK sayısının artması gerek. Biz her mahallede bir gıda hareketi gibi örgütün kurulmasından yanayız. Biz olalım başkası olmasın gibi bir arzumuz yok. Bizim arzumuz herkes bu alanda gayret etsin. Beşyüz oldu, bine çıktı diye övünç duyarız, toplum bilinçleniyor deriz. Varlık nedenimizi tamamlar çekiliriz, başka işler yaparız. İki, bireyin kendisinin tüketmeme fonksiyonunu devreye alması lazım. Tüketmiyorum diyebilmeli. İnsan bu ürünleri tüketmese ölmez, bilakis sağlıklı kalır. Sağlıklı yaşadığım için de hem kendime hem devlete hem de yaşadığım çevreye daha az ekonomik maliyetim olur. İki şey söylenebilir burada; bir gıdamızı ilaç, ilacımız gıda yapmalıyız, iki az ama nitelikli ürün tüketmek. Besin değeri olmayan bir ürünü beş kilo almak yerine bir kilo pahalıya besin değeri olan ürün almanız gerekir. Bu sizi hem sağlıklı hem tok tutar.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın kantinlerde gazlı içecek ve hamburger satışını yasaklaması bu anlamda iyi bir gelişme sayılabilir…
Evet, biz de bir açıklama yaparak uygulamayı destekledik. Ama yetmez! Yasaklamaların arasına yoğurt ürünlerinin ve tostun mutlaka bulunması gerekiyor. Tost ekmeği bir zehirdir. Salam, sosis, sucuk, pastırma ve kaşar peyniri insanın ağzına asla sürmemesi gerekiyor. Bunun yerine, eğer çocuğu değerliyse annesi için, çocuğunun beslenme çantasını evde hazırlayacak. İçine hurma koyacak, kendi yaptığı keki koyacak, onun yanına evden bir iki meyve koyacak, kabuksuz ceviz, badem, fındık, kayısı kurusu, erik kurusu gibi ürünler koyacak. Hem sağlıklı olmasını sağlayacak hem ekonomik beslenmesini sağlayacak hem de çocuğunu zihinsel anlamda güçlenmesini sağlayacak.


Kemal Bey, son olarak nelere dikkat edilmesi gerektiğine bir kez daha vurgu yapmanızı rica edeceğim…

Burada toplumu ikiye ayırmamız lazım: Bir, dini hassasiyeti olanlar, hesap gününe göre davranmaları lazım. Nefes aldıklarının da yedikleri lokmanın helal mi haram mı olacağının hesabını Allah’a vereceklerini göz önünde bulundurarak bir ürünü satın alır ya da o ürünü tüketme şeklini ona göre belirlerlerse zaten problemi yüzde yüz çözmüşüz demektir. İkincisi ise, dünyevi anlamda meseleye bakan insanlar da olabilir. O insanların da insani duygularla bunun çevreye, diğer canlılara, kendi insan yaşamına nasıl etkileri var, sağlık açısından, biyolojik açıdan, çevre ahlakı ve çevre bilinci açısından hangi etkileri var diye sorgulayarak satın alırlar ya da tüketirlerse biz aslında toplumsal bilinç problemini çözmüş oluruz.

Bedenimiz dâhil olmak üzere her şey bize emanet olarak verilmiştir. Bu emaneti çocuklarımıza istesek de istemesek de genetik olarak, çevreyi istesek de istemesek de bütün evrene miras olarak bırakıyoruz. İnsanların bunun ahlakına göre davranması gerekiyor. Buna göre davranıldığında soframıza gelen bir ürünün gösterişine göre değil onun faydasına bakmak lazım. Son olarak da şunu söyleyeyim, bugünkü bilimsel bilgi safsatadır. Tamamen kurgulanmış bir bilgidir. Tüccarın çıkarına hizmet ediyor bu bilgi, insanlığın çıkarına değil. Ama Hz. Adem’den 1900’lü yıllara kadar gelmiş olan bilgi ise, konumuzla ilgili olanı, insanlığın ortak tecrübe bilgisidir. Bu bilgiyi kaybettiğimizde herkes cahil olacak. Tecrübei bilgiyi kaybeden herkes, başkasının tekeline alınmış, başkasının kontrol ve mülkiyetinde olan bilgiye mahkûm olacak. Bilgisel anlamda mahkûm olan insanlar hiçbir şey yapamazlar.

Bu yüzden bu mahkûmiyeti ortadan kaldırması lazım. Bunun için gerekirse, dedesine gidecek tarımın nasıl yapıldığını, ürünlerin nasıl ortaya konulduğunu ondan öğrenecek. Bu bilgiyi alacak ve buna göre davranacak. Buna göre davranmıyorsa gerçeğe ihanet etmiş olur. Gerçeği öldürmüş olur. O zaman da kendi çocuğunun yapacağı hiçbir şey yok. Kendi çocuğu doğduğunda mahkûm olarak doğar. Anne evde genç kızına hamur yoğurmayı, ekmek yapmayı, salça yapmayı anlatması lazım. Baba evde çocuğuna bunların nasıl temin edileceğini anlatması gerekiyor. Anlatmazsa çocuğuna karşı ihanet etmiş olur.           
  Kemal Bey, verdiğiniz değerli ve bir o kadar da sarsıcı bilgiler için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.

Yeşilay Dergisi / Eylül 2011



SON VİDEO HABER

İstanbul'dan Halep'e giden Suriyeliler konuştu

Haber Ara