Irak-Türkiye ilişkileri sempozyumu yapıldı
Prof. İhsan Süreyya Sırma, Dr. Abdulvahap Kasap ve gazeteci yazar Mustafa Özcan, RASAM (Rafideyn Stratejik Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen Irak-Türkiye İlişkileri: Tarihsel Arka Plan, Dönemler ve Tehditler” başlıklı sempozyumda birer tebliğ sunarak Türkiye-Irak ilişkilerini masaya yatırdılar:
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-09-19 13:30:12
Haber Merkezi / TİMETURK
İstanbul’da yeni açılan RASAM (Rafideyn Stratejik Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen Irak-Türkiye İlişkileri: Tarihsel Arka Plan, Dönemler ve Tehditler” başlıklı ilk sempozyum yerli yabancı akademisyen, yazar, düşünür, gazeteci, diplomat ve öğrenci tarafından takip edildi.
Sempozyum, RASAM (Rafideyn Stratejik Araştırmalar Merkezi) Başkanı Dr. Ahmet Hakkı’nın selamlama konuşmasıyla başladı. Hakkı, selamlama konuşmasından sonra katılımcıları tanıttı.
Panel’e İslam tarihçisi Prof. İhsan Süreyya Sırma, Katar’ın başkenti Doha’da bulunan Arap Stratejik Araştırmaları Merkezi başkanı Dr. Abdulvahap Kasap ve gazeteci yazar Mustafa Özcan katılarak birer tebliğ sundular.
“Tarihsel Arka Plan” kısmında konuşan tarihçi Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ilk olarak Medine Örneğini verdi. İslam’ın birleştirici bir rol oynadığını söyleyen Sırma ayrıştırıcı rol oynayan faktörlerin ise milliyet temelindeki söylevler ve eylemler olduğunu belirtti.
İttihad Terakki Partisi ve Jöntürk’lerden de bahseden Prof. Dr. Sırma iki hareketin gelişim çizgisine, ayrıştırmacı bir rol üstlenen milliyetçi algılayışlarına işaret etti.
İki hareketin güçlenmesi ve akabinde devirdikleri II. Abdulhamit’e de değinen Sırma, Batılılarca Pan-İslamizm olarak isimlendirilen İslamcılık siyasetinin kapsam ve boyutlarına vurgu yaptı.
Fransa’da araştırmacı olarak bulunduğu dönemde Fransız arşivlerinde bu İslamcılık siyasetinin nerelere ulaştığını gördüğünü ifade eden Sırma: “Abdulhamit Han’ın bu siyasetinin öyle basit ve hafife alınmaması gerekir; zira taa Çin ve Japonya’ya kadar uzanan bir çalışma var. Öyle ki başkent Pekin’de Osmanlı armasının giriş kapısında bulunduğu bir İslam merkezi dahi kurulmuştur. İşte birleştirici bir rol oynayan İslam ve ayrıştırıcı rol oynayan Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük, Farslılık vs…”
1923 ila 1950 dönemini yüzlerce yıl devam eden Osmanlı-İslam dünyası-Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin inkitaya uğradığı, ilişkilerin yok denecek seviyeye düştüğü bir dönem olarak tavsif eden Prof. Dr. Sırma bunun hata ve yanlışlıklarının zamanla anlaşıldığını söyledi.
Yaşanan Arap Baharına da işaret eden Sırma: “Sadece hadiselerin yaşandığı Tunus, Mısır, Libya ve diğer ülkeleri kast etmiyorum; bilakis tüm bir İslam ülkesinde şuurlanmanın olduğunu, halkın birleştirici bir beton görevi gören dine döndüğünü ifade etmek istiyorum.
Dahası bu şuurlanma Avrupa’da da geçerli. Örneğin doktora yaptığım otuz yıl önceki Fransa’da tek bir cami varken şimdi yüzlerce var. Aynı şey Viyana için de diğer Avrupa ülkeleri için de geçerli” şeklinde konuştu.
Bu şuurlanma sürecinin Avrupalılara İslam’ın aktarılması noktasında önemli bir görev göreceğine inandığını söyleyen Sırma: “Çünkü Avrupalı İslam hakkındaki bilgileri Oryantalistlerden alıyor. Onlar da çoğu zaman çarpıtılmış bir şekilde İslam’a yer veriyor. Bu ne yazık ki böylesi. Konferanslarda görüştüğüm Oryantalistlerin kendilerine bu hususu ifade ettim…” dedi.
Yahudi ve Hıristiyanların İslam idaresi altında Medine döneminden başlamak üzere Hilafet, Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar döneminde bugünkü durumdan çok daha iyi yaşadığını belirten Prof. Dr. Sırma: “Evet bunu söylemek gerekiyor. Gerçekten Yahudiler ve Hıristiyanlar birçok haklarına ve hukukuna İslam idaresi altındayken sahiptiler.
Hatta öyle bir dönem yaşanmıştır ki Yahudi ve Hıristiyan vezirler ve idareciler dahi olmuştur. Onun içindir ki bugün Batılılara bizden korkmayın, size hiçbir şey yapmayacağız. Gerçekten sizler tüm haklarınıza ve hukukunuza sahip olacaksınız diyorum” dedi.
Tarihsel bilgilerin resmi tarih yazıcılığında yanlışlıklar, çarpıtmalar ve önyargılarla dolu olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sırma şöyle konuştu:
“Ne yazık ki şunu söylemek gerekir, bizzat kendim de birçok resmi Arap devletleri tarih kitaplarını gördüm. Orada açıkça Osmanlı sömürgeciliği deniyor. Oysa bir tarihçi olarak bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyorum ve biliyorlar. Elbette bu tarihsel yanlışlıklar resmi tarih açısından bizde de mevcuttu. Aslolan bunların giderilmesi, birlik olunmasıdır.
Bu sömürgecilikle ilgili olarak yaşadığım bir hadiseyi paylaşmak istiyorum. Bahreyn’de uluslararası bir konferansta Lübnan asıllı biri İngilizce tebliğ sunuyor. Konuşmasında habire Ottoman Colonialism: Osmanlı Sömürgeciliği cümlesini kullanıyor.
Konuşması bitince söz aldım ve dedim ki bak sen Arap olmana rağmen İngilizce konuştun ve orada Osmanlı sömürgeciliği kelimesini birçok defa kullandın. Oysa ben Türk olmama rağmen Arapça konuşuyorum, olması gereken bu olduğuna inandığımdan. Bu durum senin aslında İngilizce kullanman ile zaten sömürgeleştiğini ve durumun asıl yönünü ortaya koyuyor şeklinde konuştum.”
Türk, Kürt, Arap veya Fars birinin damarının kesildiğinde akacak kanın alyuvar ve akyuvar akacağını ayrıştırıcı bir element olarak kullanılan ırk kanının akmayacağını söyleyen Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma konuşmasını:
“Müslümanlar olarak birlik ve beraberlik içinde olmak için, birbirimizi ziyaret etmeliyiz. Gerçekten bu anlamda turizm kültürel ve sosyal açıdan ciddi önem taşıyor. İslam ülkeleri arasında daha sıkı bir işbirliğine, bunun için de ziyaretleşmeye ihtiyaç var” şeklinde sonlandırdı.
Dr. Abdulvahap Kasap’ın konuşması:
Panelin ikinci konuşmacısı Katar’ın başkenti Doha’da bulunan Arap Stratejik Araştırmaları Merkezi başkanı Dr. Abdulvahap Kasap idi.
Irak’ın tarihsel olarak taşıdığı öneme işaret ederek konuşmasına başlayan Dr. Kasap Makedonyalı İskender’in hedef olarak kendisine koyduğu Küçük Asya ve sonrasında Büyük Asya içerisinde Irak’ın yer aldığını belirtti.
Gerek İslam düşünce tarihi gerekse medeniyetler açısından Irak’ın münbit bir mekân ve üretici bir rolü olduğuna değinen Dr. Kasap bu meyanda ortaya çıkan Abbasiler döneminde Türkler ile Araplar arasındaki ilişkilerin başladığını söyledi.
Selçuklular ile güçlenen bu ilişkinin Osmanlı ile zirveye ulaştığını söyleyen Dr. Kasap Osmanlı mükevvenatını oluşturan önemli bir nüfusun Araplar olduğunu belirtti.
“Osmanlının hakimiyet sahasında büyük ölçüde Araplar bulunmaktaydı” diyen Dr. Abdulvehhap, “Bunlar Osmanlı tebası olup ciddi ve güçlü ilişkileri vardı. Bunlar Osmanlı’yı hedef alıp rejimi kötüleme, telin etme ve isyan gibi bir faaliyete çok uzun süre girişmemişlerdir.
Ta ki Arap düşmanlığı ve milliyetçilik temelinde bir siyaset güden İttihad ve Terakki iktidara gelince dek...
En önemlisi Cemal Paşa Suriye’de önde gelen Arap ulema ve şahsiyetlerini asıp ortadan kaldırınca olaylar farklı bir yöne evrilmiştir. Bunların hepsi geç dönem olan I. Dünya Savaşı ile başlamıştır… Elbette burada eğer Enver Paşa Osmanlı’yı savaşa sokmasaydı bugünkü coğrafya ve dünya nasıl olurdu diye sorasım geliyor…” şeklinde konuştu.
Bölgenin gerek tarihte gerekse bugün barındırdığı demografik benzerliklere dikkat çeken Dr. Kasap bugün bu coğrafyada komşu olan Türkiye, Irak, Suriye ve İran’ın demografik unsurlar açısından Türk, Arap, Fars, Kürt, Türkmen gibi aynı sosyal katmanları barındırdığını ifade etti ve şunları söyledi: “Onun için bugün bu ülkelerde meydana gelen herhangi bir gelişmenin aslında hepsinde benzer şekilde cereyan ettiğini, edebileceğini veya edeceğini söyleyebiliriz.”
1921 sonrası dönemde İngiliz işgalinden kurtulan ve Krallık kurulan Irak’ta gerek bu dönem gerekse sonrası dönemde her zaman Türkiye-Irak ilişkilerinin iki ayrı, bağımsız, güçlü ve birbirine saygılı devletler şeklinde bir ilişki ile sürdürüldüğünü söyleyen Dr. Kassap:
“Bu gerçekten önemlidir. Çünkü birbirine saygı temelinde hareket eden iki ülke Musul Anlaşması, Sadabat Paktı ve Sovyetler Dönemi ile NATO çatısı altındaki çeşitli anlaşmalar ile hep iki komşu şeklinde hareket etmişlerdir.
Türkiye de Irak’ın birlik ve bütünlüğüne, bağımsız ve güçlü bir devlet olduğuna inanmış, samimi bir komşu şeklinde muamelede bulunmuştur. İki ülkede hükümetler ne olursa olsun ilişkiler sağlıklı bir zeminde yürümüştür. Irak bunu her daim takdir etmiştir; zira diğer bir komşusu olan İran hiçbir zaman yanıbaşında güçlü ve bağımsız, merkeziyetçi bir yapının hakim olduğu Irak istememiştir. Komşuluk ilişkileri içerisinde değil nüfuz alanında ve yayılmacılık ile bakmıştır Irak’a” şeklinde konuştu.
Salt coğrafi açıdan olaylara bakılmaması gerektiğini vurgulayan Dr. Kasap jeo-stratejik ve jeo-tarihi bağlamda iki ülkenin ve diğer gelişmelerin değerlendirilmesi gerekliğine değinerek:
“Eğer salt coğrafya açısından hadiseye bakarsanız dersiniz ki işte Irak ile Türkiye Habur ile sınır olan iki bağımsız ülkedir. Konuyu böylece kapatırsınız. Oysa gerçek çok daha farklıdır. Taa Musul’a kadar uzanan burada vilayet kuran bir Osmanlı devletinden ve Irak’tan bahsediyoruz. Yani aslında Osmanlı Arap körfezine kadar sınırı olan bir devlettir” dedi.
Dört tarzdan bahseden Dr. Abdulvahap Kassap bunları da şu şekilde özetledi:
“İlk tarz: Türkiye-Irak ilişkilerinin anlaşmalar ile daha da güçlü bir işbirliği. Bu şu anlama gelmektedir. Basra’da oturan biri aslında direk Avrupa’da oturmakta, buraya ulaşmaktadır; zira sınırlar birleşmiş iki ülke arasındaki ilişkiler boyut değiştirmiştir.
İkinci tarz: Türkiye-İran-Irak işbirliği. Irak’tan Arap körfezine, el Cezireye ve Arap Maşrıkına oradan Mısır’a uzanırken Türkiye üzerinden Karadeniz’e, Akdeniz’e ve Balkanlar ile Avrupa’ya uzanmakta İran ile Orta Asya ve Hazar Denizine uzanmaktasınız. Bu üçlünün bir araya gelmesi çok güçlü bir yapı ve imkan ortaya çıkartacaktır. Elbette bunlar projelere bakmaktadır.
Üçüncü tarz: Üç artı bir formülü. Yani Türkiye, İran, Irak ve Maşrık el Arabi (Arap Doğusu). Bu ülkelerin de dahil olmasıyla güç birliğinin ulaşacağı yer dev bir alan içermektedir.
Bir diğer formül de yine üç artı bir formülüdür. Buna Türkiye, İran, Irak ve Avrasya dahildir. Böylece coğrafi alan bünyesine Kafkasları da dahil etmektedir. Elbette işaret ettiğimiz bu tarzların yürütülmesi son derece hikmetli bir şekilde işi anlayan, algılayan ve buna inananlar tarafından yürütülebilecektir.”
Irak’ın hedef alınmasının ve şiddetli saldırılara maruz kalmasının arkasında ülkedeki petrol rezervlerinin zenginliğinin bulunduğuna işaret eden Dr. Kassap: “Verilere göre ülkedeki petrol Suudi Arabistan’dan dahi çok daha fazladır. Hatta tüm petrollerin bitmesi halinde bile Irak’taki petrol yatakların en son yataklar olduğuna dikkat çekilmektedir” dedi.
Türkiye’nin konumuna ve ilişkilerin boyutunun algılanmasına dair Irak’ın petrollerini, hatta Suudi Arabistan, Ürdün petrollerini bile Akdeniz’e Türkiye üzerinden götürmeye çalıştığını, bunun için ülkede işgal öncesinde geniş çaplı altyapı ve otoyol çalışmaları olduğunu belirten Dr. Kassap:
“Bu gerçekten önemli. Zira Türkiye-Irak ilişkileri hafife alınmayacak kadar ciddiyet taşımaktadır. Tüm bunları söylerken elbette su mevzusunda bir anlaşmazlığın olmadığını söylemiyoruz.
Irak, tarihi boyunca çeşitli sel felaketlerine maruz kalmıştır. Türkiye’nin yapacağı barajlar ve su ile ilgili projelerinde istişare mekanizmasının işletilmesi istenmiştir. Irak-Suriye-Türkiye arasındaki su meselesi üzerinde ciddi durulması gereken bir meseledir” şeklinde konuştu.
Dr. Kassap, Irak devletinin yakın tarihlerde ülkesindeki Kürtlere kültürel, sosyal ve hukuki haklarını verdiğini, bu konuda ciddi adımlar attığını, hatta otonom bölge olarak tanınmasında bile cesur davrandığını belirtti.
Dr. Kassap, “Gelecek Ufku” adlı konuşmasının son bölümünde, Türkiye ile Irak ve genel olarak Arap alemindeki ilişkilerin ciddi bir kırılma noktasının Türkiye-İsrail stratejik ittifakı olduğunu söyledi.
Bunu Arapların aslında varlıkları, güvenlik ve gelecekleri açısından en ciddi tehdit olarak gördükleri İsrail işgal devletini kollama, onu kendileri aleyhinde ayakta tutma şeklinde algıladıklarını belirten Dr. Kassap konuşmasını şu şekilde sonlandırdı:
“Irak devleti diğer bazı devletler gibi sonradan oluşturulmuş, tarihte mevcudiyeti olmayıp üretilmiş bir devlet değildir. Bilakis taa Hz. Ömer (ra) döneminde dahi varlığı söz konusu olup Basra ve Kufe onun zamanında inşa edilmiştir.
Yine vilayetlerle yönettiği Osmanlı da burayı Irak olarak isimlendirmiştir. Şuna dikkat çekmek isterim.
Hiçbir zaman tarihinde Irak Türkiye’ye karşı silahlı bir tehdit olmamıştır, silah çekmemiştir, bunu ifade etmemiştir diğer taraftan diğer ülkeler de aksi yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Yeni dönemde olumlu bir yaklaşım ve anlayış sergilenmektedir. Kültürel ve sosyal bir yakınlaşma mevcuttur. Ki zaten bunu genel olarak tüm Arap kamuoyunda görmekteyiz.”
Gazeteci yazar Mustafa Özcan’ın konuşması:
Gazeteci yazar Mustafa Özcan da panelin son oturumunda “Türkiye-Irak İlişkileri: Tehditler” başlığı kısmında söz aldı.
Irak’a hakim olan devletin imparatorluklar olduğunu söyleyen ve bu anlamda Irak’ın taşıdığı öneme dikkat çeken Özcan kısaca tarihsel arka plana değindi.
Irak’ın büyük güçler arasındaki mücadelelerde bir çatışma bölgesi olarak kaldığına ve bu anlamda zarar gördüğüne işaret eden Özcan: “Bu gerçekten calib-i dikkat bir durumdur. Büveyhioğulları, Selçuklular, Osmanlılar ile Safaviler arasındaki çatışmalarda hep Irak bölgesi anlaşmazlığın göbeğinde yer almıştır” dedi.
Yaşanan tehditlerin ve gelişmelerin, halk devrimlerinin aslında Arap-Türk baharı olduğunu ve müjdeler taşıdığını söyleyen yazar Özcan:
“Her şey aslına rücu ediyor, ben olayları bu şekilde değerlendiriyorum. Tarihe baktığımız zaman komşumuz olan Irak’ın defalarca işgallere, saldırılara ve yıkımlara maruz kaldığını; ama her defasında yeniden bunları bertaraf ederek asıl sahiplerine iade edildiğini görüyoruz. Bunu hep birlikte yeniden göreceğiz” şeklinde konuştu.
Öte yandan panele katılan Kerkük asıllı bir Türkmen de söz alarak konuşmacılara teşekkür etti ve şunları söyledi:
“Arap aleminde yaşanan Arap Baharı olarak da isimlendirilen sürecin aslında tarihin mecrasına dönmesi ve normal akış seyrine girmesi olarak değerlendiriyorum. 200 yıldır kaybettiğimiz bir tarih ve durdurulan bir topluluk söz konusu. Osmanlıdan doğan bir boşluk oldu.
Şimdi Arap alemi İslam ve Arap kimliğiyle geri dönüyor. Bölgedeki Siyonist-Batı projelerine ve Safavi-Mezhep temelli projelere karşı olduğunu, bunu gayet iyi bildiğini, anladığını ve boyutlarını idrak ettiklerini söyleyerek kendi aslına dönerek yeni bir yapı inşa edeceklerini söylüyorlar. Bugün panele katılan bir dinleyici olarak Arap kamuoyunun sesinin bu olduğunu sizlere söylemek istiyorum.”
SON VİDEO HABER
Haber Ara