Dolar

34,9472

Euro

36,7140

Altın

2.979,43

Bist

10.125,46

İngiltere ya değişecek ya da tasfiye olacak

Britanya, yeni yükselen güçlere ve bu yükselişin neden olduğu yeni dünya düzenine karşı nasıl bir tepki vermeli? İngiltere Devlet Bakanı Jeremy Browne'nin analizi:

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-09-15 10:02:49

İngiltere ya değişecek ya da tasfiye olacak
Jeremy Browne *

Yerleşik bir güç olarak Britanya, yeni yükselen güçlere ve bu yükselişin neden olduğu yeni dünya düzenine karşı nasıl bir tepki vermeli? Bu soruya yanıt verirken, söylemsel bir konuşma yapmak istemiyorum. Tek istediğim, üç temel önermede bulunmak:

1. Küresel düzende bir devrim yaşamaktayız. “Devrim” sözcüğünü sadece provoke etmek için değil, kasti olarak kullandım.

2. Britanya, bu devrimden otomatik olarak korkmamalı. Britanya’nın elinde, bu devrimin sunduğu fırsatlara yanıt vermek için gereken tüm özellikler bulunuyor.

3. Bu devrimsel ortamda ayakta kalabilmek, daha iyi bir düzeye gelmek için Britanya’nın hayal gücünü ve kararlılığını kullanarak karşılık vermesi gerekiyor. Bu da, bu devrimin etkisiyle orantılı bir tepki olmalı.

Şundan eminim: Tarih boyunca Dışişleri Bakanları’nın konuşmaları, “çok mühim küresel değişimlerden geçtiğimiz”e dair ifadelerle dolu. Dolayısıyla, bugün bu iddiada bulunmamda da belli bir öngörü payı var. Dünya sahnesinde süregelen ve “deprem” etkisi doğuran iki devrimin arka planına karşı böyle bir işe kalkışıyorum.

Devrimlerden ilki; Arap Baharı. Tunus, Libya, Suriye ve diğer yerlerde yaşanan sahneler, haftalar ve aylarca uluslararası haber programlarında manşetleri süsledi. Etkileri o denli çarpıcıydı ki, Dışişleri Bakanlığı'mız, Arap Baharı çerçevesinde yaşanan gelişmeleri, 21.yüzyılda bu zamana dek yaşanmış –hatta 9/11’den bile daha güçlü- en tarihi olay olarak yorumladı.

Ancak, bu “klasik” devrimlerin yanı sıra, ikinci bir devrim daha vardı. Daha az görünen, ancak içten içe yanan ve eşit derecede derin bir devrim... Yükselen Yeni Güçler’in yarattığı devrim, manşetlere her gün yansımıyor. Halk arasında da benzer boyutta bir tartışmaya konu olmuyor. Parlamentoda bile bu minvalde tartışmalar olmamasını üzüntüyle karşılıyorum ve bu noktaya daha sonra geri döneceğim.

Yükselen Güçler’in yükselişinin farkındayız aslında bilinçaltımızda... Ancak, bu öyle bir fenomen ki, günden güne farkına varamazsınız. Haber döngülerinde de pek görünür olduğu söylenemez. Ancak, acımasız, sabit ve son derece gerçekçi... Yükselen Güçler’in çoğunluğuna –Latin Amerika’dan Çin’e, Güneydoğu Asya’dan Hindistan’a dek- yönelik politikamızdan sorumlu Dışişleri Bakanı olmam itibariyle, her gün yüzleştiğim bu süreçte söz sahibi olmak gibi ayrıcalıklı bir konuma sahibim.

Bu sürece ne kadar çok tanıklık edersem, dünya düzeninde derin bir değişimin yaşandığı gerçeğini de o denli kanıksıyorum. Bu öyle bir değişim ki, ileride insanlar tarafından “tarihte çarpıcı bir dönem” olarak yorumlanacak. Bu devrimin ne denli çarpıcı bir doğası olduğunu gözler önüne sermek için, birkaç örnek vermeme izin verin. Pekin’deki Büyükelçiliğimizin, “Sayılarla Çin” adlı çarpıcı bir raporu düzenli olarak hazırladığını söylesem, herhalde Devlet Sırları Yasası’nı ihlal etmiş olmayacağım. İşte, bu raporun son versiyonundan size birkaç örnek:

- 1988’den önce Çin’de asfalt yoktu. 2010 yılı itibariyle, 74.000 kilometre uzunluğunda asfalt yapıldı; bu da dünyadaki en büyük ikinci karayolu ağı anlamına geliyor.

- Çin’de halihazırda 8.000 km’den fazla hızlı tren hattı bulunuyor. Bu da, dünyanın geri kalanı bir araya gelse de yakalayamayacağı bir orana karşılık geliyor. Önümüzdeki yılın sonu itibariyle, Çin, bu ağa 13.000 kilometre yol daha ilave edecek.

- Ekonomik büyüme ve yüksek endüstriyel ilerleme şu anlama geliyor: Çin’deki çağdaş jenerasyon, aileleriyle kıyaslandığında kökten dönüşmüş bir yaşam sürüyorlar. Örneğin, 1949-1979 yılları arasında, otuz sene boyunca, 280.000 kadar Çinli yurtdışına seyahat etmişken; sadece geçtiğimiz sene 57 milyon Çinlinin yurtdışı seyahatine çıktığı kaydediliyor.

Çin’e dair bu tür sarsıcı istatistikler, aynı düzeyde olmasa da, Hindistan’da, Asya’nın bir başka ülkesinde ve Latin Amerika’da da yineleniyor. 2050 yılı itibariyle, Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Endonezya’nın, hep birlikte dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girecekleri söyleniyor. Uluslararası örgütsel mimari, bu yeni gerçeklikleri yansıtmak için hızla değişiyor.

Daha şimdiden G-8’den G-20 dünyasına doğru ilerledik. Bunu yaparken haklıydık; ancak bu dönüşümün ne anlama geldiğini de unutmamamız gerekiyor. G-8 ulusal liderlerinin yıllık aile fotosu, yıllardır küresel ekonomik yönetişimi yansıtıyor, Japonya Başbakanı’nı istisna tutarsak, tüm dünya düzeni Kuzey Amerika ve Avrupa tarafından temsil ediliyordu. Masanın baş köşesine onlardan başka birisi oturamazdı. Bu yapı ise, Soğuk Savaş sırasında ve sonrası dünyadaki güç ve refah merkezlerini yansıtıyordu.

Şimdiyse herşey değişiyor. Her ne kadar küresel mali kriz dünya düzenini yeniden şekillendirme sürecini hızlandırmış olsa da, gidişatın ne yönde olduğu oldukça açık. İki hafta kadar önce, Hindistan ve Uzak Doğu seyahatinden döndüm. Ziyaret ettiğim ülkeler arasında Güney Kore de vardı. Güney Kore, 70’li yılların ortasında Kuzey komşusundan çok daha yoksul durumdaydı. Ancak şimdi, dünyanın on ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Güney Kore, dünyanın her köşesine dünya klasmanında mallar ihraç ediyor.

Güney Kore mallarına, günümüzde, Britanya’daki her elektronik mağazasında bol bol rastlamanız mümkün. Birkaç ay önce Washington’da bulunduğum sırada, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bile Samsung marka televizyon kullandığı dikkatimi çekmişti. Kapitalizm ve demokrasiyi benimseyen Güney Kore, bir kuşak süresi içinde, G-20 zirvelerine ev sahipliği yapan bir küresel güç haline geldi.

Geçtiğimiz yıl, denizaşırı seyahatlerimi, benzer yükselen ekonomilere odakladım. Endonezya’dan Çin’e, Hindistan’dan Brezilya ve Meksika’ya kadar. Buralardaki hükümetlerde muadillerimle buluştum; endüstri liderleriyle, iş adamlarıyla ve sivil toplum kuruluşu üyeleriyle görüşmelerde bulundum. Bu ziyaretlerin önemli bir boyutu, Britanya’yı tanıtmak idi. Bir ticaret ortağı, ülke-içi yatırımın destinasyonu, yüksek eğitim merkezi, kilit siyaset ve güvenlik partneri Britanya’yı...

Ancak bu sürecin bir diğer boyutu ise; eğer Britanya 21.yüzyıl başındaki hızlı gelişmelere adapte olacaksa, ne gibi dersler çıkarmamız gerektiği ve Koalisyon Hükümeti’nin bu edinilen dersleri uygulamaya nasıl geçirebileceğiyle ilgiliydi.

Peki, bu zamana kadar öğrenilen dersler nelerdir? Bu tartışmanın başlığı olarak “deniz” ile ilgili bir temayı seçmişsem, bunun tek nedeni seçmen bölgemde İngiltere Hidrografi Ofisi’nin bulunması değil; ayrıca ekonomik ve siyasi olarak tehlikeli sularda yüzdüğümüzdür.

Dünya hiçbir zaman bu denli birbiriyle bağlantılı ve bu denli çok-kutuplu olmamıştı. Bu iki unsurun bileşkesi ise, bize daha önce görülmemiş sorunlar ve aynı zamanda fırsatlar doğuruyor. Çoğu zaman kendi kendime sorarım: Yükselen güçlerin yükselişi, bir tehdit mi yoksa fırsat mı? Buna verilecek en içten yanıt, kuşkusuz, her ikisi de olacaktır. Yerleşik bir gücün hükümetine verilen görev, tehdidi azaltıp fırsatı maksimize etmektir. Bunu yaparken de, tehlikeli sularda ilerlememizden ötürü, benimsediğimiz politikada bazı kilit ilkelere bağlı kalmamız önem taşır. “Temel” olarak gördüğüm üç ilke şu şekilde:

1. Serbest ticaret ve bunu güçlendirmek üzere dışa-bakışı esas alan bir zihniyet;

2. Değerlerimiz ve gerek serbest ticareti gerekse özgür toplumları destekleyen, daha geniş hürriyetler;

3. Bu devrimi bir fırsata dönüştürme fırsatını bize veren Britanya’nın kendine özgü “satış noktaları”.

Yükselen güçlerin yarattığı devrimin temel yönlendiricisi; serbest piyasa ekonomilerinin benimsenmesi ve son on yıllardır dünya ticaretine çarpıcı bir şekilde açılmaları oldu. Bu fenomen ise, birçok insanın yoksulluktan kurtulmasına ve uluslararası yardımla bile sağlanamayacak bir düzey yakalanmasına yardımcı oldu. Çarpıcı olacak ama; sadece Çin’de 600 milyon kişinin yoksulluktan kurtulduğunu unutmayalım.

Hindistan’da yirmi yıl önce her iki insandan biri, günde bir dolardan az bir parayla geçinmeye çalışırdı; şimdiyse Birleşmiş Milletler tahminlerine göre, 2015 yılında sadece beş kişiden birinde bu düzeyde bir geçim sıkıntısı söz konusu olacak. Bu devasa ekonomik ilerlemenin ana etmeni; serbest ve açık piyasalar oldu. Bu, İngiltere için ilk büyük fırsat. Serbest ticaret refleksinin ulusal bilinçaltına bu denli kökten kazındığı başka bir ülke olduğuna inanmıyorum.

Şurası da bir gerçek ki, bu tür devasa zorluklarla karşılaşıldığında, bu tür korumacı bir refleks olması doğal. Ancak, Kuzeydoğu’da ve Midlands’teki araba yapıcıları olsun, İskoçya’daki rüzgar türbini mühendisleri olsun veya Londra’daki finans işçileri olsun, basit bir gerçeklik var ki, o da, refahımız için serbest ticaret ve yatırım esastır. Ve yükselen güçler zenginleştikçe refahımız da artacaktır.

Bize miras bırakılan bütçe açığını çözmek için ekonomimizi geliştirirken hükümet olarak ilk görevimiz, bu serbest ticaretin ve yatırımın faydalarından yararlanabilmek için elimizde gereken tedbirlerin olduğundan emin olmaktır. Örneğin büyük herhangi bir ekonomideki en düşük işletme vergi oranına sahip olmamızın nedeni de budur. Söz konusu vergiyi 2014 yılına dek %23 oranında aşamalı olarak azaltmamızın sebebi de bunda aranmalıdır. İşte bu yüzden de Dünya Bankası ve Economist Intelligence Unit’in, Avrupa’da en kolay, dünya çapında da dördüncü en kolay iş yapılabilen ülke olarak İngiltere’yi göstermeleri için gereken her türlü tedbiri almalıyız.

Şunu her daim anımsamalıyız: Serbest ticaret, dünya düzenini yeniden şekillendiren dinamiğin asli bir unsurudur.

İkinci kılavuz ilkem ise, bu sürece eşlik eden özgürlük ve değerleri göz önünde bulundurmamızdır.

Çok daha öngörülebilir olan Soğuk Savaş düzeninde herşey çok daha basitti: liberal kapitalizm ve liberal özgürlüklerin karşısında bir devlet ekonomisi ve devlet diktası vardı. Bu argüman ise, liberalizm güçleri tarafından rağbet görüyordu. Yakın zaman önceki Kore deneyimime geri dönersek, Kuzey ve Güney Kore’nin farklı yönlere savrulmasını kıyaslarsanız, bu argümanın halen alıcısı var. Bir ülkede insanların yiyecek yemeği yokken, diğerinde eşi benzeri görülmemiş bir refahtan faydalanabiliyorlar.

Ancak artık buradaki soru; alternatif bir modelin olup olmadığı noktasında düğümleniyor. Ya insanları özgürleştirecek türden liberal bir ekonomi modeliniz olur, ya da herşeyi kontrol altında tutan bir devlet modeli...

Ekonomik serbestleşmenin ardından, kaçınılmaz olarak, daha açık toplumlar ve daha büyük bir siyasi çoğulculuk gelir. Bizim kendi tarihimiz de şunu salık veriyor: yükselen orta sınıfın yanı sıra, bizim kendi evrensel özgürleşmemizi sağlayan kentlerde çalışan sınıf vardır. Tıpkı, Latin Amerika’da ekonomi ve politikanın oldukça kısa bir zaman dilimi içinde şaşırtıcı bir özgürleşmeye sahne olması gibi...

Aynı durumun Güney Doğu Asya’da da geçerli olduğunu söylemeliyim. Endonezya, Tayland, Malezya ve Filipinleri Burma ile kıyaslayın. Özgürlük ve refah, sıradan insanlar için yeni fırsatlar doğuruyor.

Yükselen güçlere yönelik yaklaşımımız, herşeyden önce, bu değerlerin Batılı değil, bizzat evrensel olduğu inanışıyla hareket ediyor. Ve, dünya üzerinde eşzamanlı gerçekleşen devrimler konusundaki başlangıç noktama döndüğümüzde, Arap Baharı çerçevesindeki olayların niçin salt bölgesel çerçeveyle kısıtlanamayacağını, çok daha büyük bir öneme sahip olduğunu görüyorum. İşte bu yüzden de William Hague söz konusu olaylara dair “çok mühim” sıfatını kullandı.

Şurası hem benim hem de koalisyon hükümetindeki meslektaşlarım için oldukça aşikar: Değişen dünya düzenine, “fırsatlar” penceresinden bakmalıyız. Açıklık ve liberalizm ilkeleri üzerine temellenmiş, ticarete dayanan ve tarihsel olarak dünyaya açık bir görünüme sahip bir ada devleti olarak, başka türlüsünü düşünmek zaten tuhaf kaçardı.

Ancak, elbette başka alternatifler de var. İçinizden kimileri, kuşkusuz, YouTube’a yüklenen Economist’in reklam kampanyasını görmüşsünüzdür. Reklamda şu soru soruluyor: “Nerede duruyorsunuz?”. Altında da şöyle bir öneri yazılıyor: “Britanya, küresel bir güç olma çabalarını bir yana bırakmalı.” Bunun nedenleri de reklamda belirtiliyor. Ne mutlu ki, Economist’in geleneklerine göre, nedenleri belirten iki paralel poster var. Hangi posterin hoşuma gittiğini tahmin edene ise, ödül vermeyeceğim elbette...

Alışveriş yapmamamız, asma köprüyü havaya kaldırmamız ve 21.yüzyıla dair heveslerimizi kısmamız gerektiği yönündeki argümana hak vermediğimi söylesem, sizi şaşırtmış olmam herhalde... Gerçekten de, İngiltere olarak; günümüz dünyasında altıncı en büyük ekonomi düzeyini kaybetmekte olduğumuz ve bu durumun 2050’ye dek süreceği öngörülüyor. Gerçekten de, yükselen ekonomilerin gücü arttıkça, bu ekonomilerin güç projeksiyonu yapma kudretlerinin de eş zamanlı olarak arttığı öngörülüyor. Şu da bir başka gerçek ki, daha önce sözünü ettiğim tuzu kuru G-8 dünyası, çok daha karmaşık bir uluslararası mimariye yol açıyor. Bunun kısmen nedeni; sürece müdahil olan çok sayıda aktör ve bu aktörlerin çeşitliliği iken, bir diğer nedeni ise bu aktörlerin başlangıç noktaları ve geldikleri bölgelerin çoğu zaman bizimkinden farklı oluşudur.

Kimi Britanyalı gözlemciler, tüm bu değişiklikler karşısında kendilerini bozguna uğramış hissedebilirler. Ancak, Britanya, bu yeni dünya düzeninde oldukça olumlu ve nüfuzlu bir yere sahip olabilir. Yeterki şu anda doğru politika tercihlerine karar vermiş olalım...

Öncelikle, ekonomik büyüme, sıfır toplamlı bir oyun değildir. Pastadaki payımız küçülüyor olabilir; ancak bunun tek nedeni dünyanın genelinin daha müreffeh hale gelmesidir. Dolayısıyla, pastadan daha küçük bir pay alacağız; ancak yiyecek pastamız daha fazla olacak. Ve ticaret ve yatırım konusundaki açıklığıyla gururlanan bir ülke için küresel büyüme, “iyi haber” demek...

İkinci olarak, güvenlik ve güç projeksiyonunda bulunma yeteneği “sıfır toplamlı bir oyun” olarak görülmemeli. Bunun potansiyel olarak çok daha ihtilaflı bir argüman olduğunu kabul ediyorum. Ancak, şunu da özellikle belirtmek isterim ki; birbirimizle ne kadar bağlantılı hale gelir ve aramızda ne kadar etkin bir ağ tesis edersek, uluslararası istikrar ve uluslararası ekonomiye yönelik kural temelli bir yaklaşım benimsemek o kadar yararımıza olur. Bugün güvenliğin önündeki en büyük tehditler, 21.yüzyıl başının büyük sorunlarına ayak uyduramayan ve “ağ yapılanmasına” dahil olmaktan geri duran ülkelerden geliyor. Yani İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerden söz ediyorum.

Ve, temsil gücü –örneğin, BM Güvenlik Konseyi reformu çerçevesinde- daha fazla olan bir uluslararası sistem, dünya üzerindeki vatandaşların taleplerini daha iyi yansıtan bir sistem anlamına gelmeli. Özellikle de eğer bu hedefler, Britanya’nın temsil ettiği ve hoşlandığı türden değerler istikametinde ilerliyorsa...

Üçüncü olarak; bu yeni düzene şahsen inandığım için Britanya’nın da bizim işimize oldukça yarayacak türden, kendine has bazı “satış noktaları” olduğuna inanıyorum. Kendi kendine değerini azaltma, bize has bir “satış noktası” olarak sayılır mı bilemiyorum; ancak kendi değerimizi önemsememek konusunda hayli başarılı bir millet olduğumuzu iddia edebilirim.

Şunu bir düşünün: Biz bir Avrupa ülkesiyiz. Dünya nüfusunun %1’inden az bir kesimin yaşadığı, dünyanın altıncı büyük ekonomisiyiz. Dünyanın belli başlı kuruluşlarında masada en ön sırada yer alıyoruz. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeliğinden tutun, NATO, AB ve Commonwealth ülkelerinde öncü bir role sahibiz. Medya ve eğitim alanında dünya lideri kurumlarımız var. Küresel dili konuşmanın devasa yararlarını söylememe bile gerek yok.

Britanya, bir dünya lideri olmayı sürdürüyor. Uluslararası meselelerdeki kurumsal etkimiz halen büyük. Dünya üzerindeki her büyük ülke ile kurduğumuz ikili ilişkiler ağımız ise, etkin ve sofistike.

Hükümet olarak, son bir yıldır özellikle Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki bu ilişkilerimizi yeniden canlandırmak için bilinçli çabalar içindeyiz.

Küresel vizyona sahip liderler olarak oldukça etkiliyiz. Dünyanın en önemli gazetesi olan The Financial Times’a, en önemli iş dergisi olan Economist’e ve dünyanın en önemli yayın kuruluşu olan BBC’ye ev sahipliği yapıyoruz. Bu üç alanda da Britanya, dünya üzerindeki tartışmalarda öncü pozisyonda bulunuyor.

Önde gelen üniversitelerimiz (Oxford, Cambridge, Londra Üniversitesi), eğitimde uluslararası standardı belirliyor. ABD dışında İngiltere kadar Nobel Ödülü kazanan başka bir ülke yok. Dünyanın kültürünü, müziğini, modasını ve görünümünü şekillendiriyoruz.

Teknolojik dehamız, Britanya’yı, birçok şeyin üssü haline getiriyor: medikal araştırmalardan Formula 1 yarışına dek... Manchester United’tan Wimbledon tenis turnuvalarına, gelecek sene düzenlenecek 2012 Olimpiyatları’na dek birçok “ikon”umuz var.

Başarılarımızı ve dünya üzerindeki konumumuzu ön plana çıkarmak yerine size çok daha sade bir mesaj vermek istiyorum. Bu devrimin sunduğu fırsatlar konusunda şüphem yok. Ancak, bu kendini beğenmişlik halinin ciddi tehlikelerinin de farkındayım.

Britanya, en son yaşanan küresel devrimin lideriydi. İlk endüstriyelleşen ülke bizdik. İcat gücümüz, toplumu değiştirdi. Hükümet ve hukuk sistemlerimiz, toplumu düzene soktu. Keşiflerimizle dünyanın çehresini değiştirdik. Dolayısıyla, hayal gücü ve enerji anlamında Britanya’nın başarılı olma yetisi bulunuyor.

Ancak, benim vermek istediğim mesaj çok daha basit: Şu ana kadar verdiğim tüm örnekler, oldukça etkileyiciydi; ancak Britanya’nın yeni ve başından devrim geçmiş küresel düzeni içinde başarılı olabilmesi için yeterli değil. Britanya’nın hızla değişen bu dünyada çok daha rekabetçi olması gerekiyor. Düşüncelerimizi ve davranışlarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Britanya’nın mevcut avantajlarını göz önünde bulundursak bile, bunun alternatifi, kaçınılmaz bir çöküş olacaktır.

Bu durum ise, Britanya’nın çıkarına olmaz. Ayrıca dünyanın da çıkarına olacağını pek sanmıyorum. Konuya sırf Britanya diplomasisinin yapısı bağlamında yaklaşmayıp daha geniş bir çerçeveden bakmak gerektiğine inanıyorum.

Aslında esaslı değişiklikler yapılıyor. Dışişleri Bakanlığı’nda artık çok daha fazla sayıda kişi, yakın geleceğin güç odaklarına –Çin, Hindistan ve Brezilya- yöneltiliyor. Ve elbette Britanya’nın küresel erişim alanı içinde, uluslararası kalkınma ve savunma işbirliğine önemli bütçeler ayrılıyor.

Ancak, bu yeni dünya düzenine adapte olmak, sadece uluslararası görevleri bulunan departmanların işi değil. Aslında bu departmanlar birçok açıdan çok daha az önemli. Bu ulusal görevden aslında hükümetimiz veya kamusal yaşantımızdaki hiçbir kesim kendini muaf görmemeli. Dünya çapında rekabetçi olmak için önce evimizin içini düzenlemeliyiz.

Çok daha ciddi bir mesele var: Elimizdeki araçların ötesinde yaşamayı sürdüremeyiz. Britanya hükümetinin her gün ekstra 400 milyon pound daha borçlanması, sürdürülemez bir durum. Bu açığı kapatmak, Britanya’daki tüm politikacıların görevi olmalı. Daha şimdiden her hafta borcun faizi üzerinden 1 milyar pound’a yakın bir harcamaya doğru ilerliyoruz. Bu, eğitime harcadığımız paradan bile fazla. Günden güne artan borçlar ise, ulusal güvenliğimiz için bir risk oluşturuyor. İşte bu yüzden koalisyon hükümeti, borç azaltımına gidilmeksizin bu süreci daha fazla götüremez.

Eğitim sistemimizin baştan dönüştürülmesi gerekiyor. Britanya’nın birinci sınıf üniversiteleri var; ancak bununla birlikte eğitim alanındaki başarısızlıkları “kabul edilemez” düzeylerde. Okur-yazarlık ve matematiksel beceri konusunda lider olmaksızın küresel bir rekabet gücü elde edemeyiz. Herhangi bir nitelik kazanmaksızın okulu bırakan gençler, kendi ülkelerinde olma gibi bir avantaja sahip olmalarına karşın, Avrupalı göçmenlere karşı rekabet mücadelesi veriyorlar. Küresel piyasa koşullarında rekabet etmeleri nasıl beklenir?

İngilizce konuşmak, İngiltere açısından oldukça büyük bir avantaj. Ancak, Mandarin dilini öğrenen milyonlarca genç insan bizim işimize yarayacak mı? Peki, Hinduca, Japonca veya Portekizce öğrenenlere ne demeli? Elbette yarayacaklar. Ancak ortada böyle bir durum yok. Çok az Britanyalı genç Çince öğreniyor, ve içlerinden çok azı okumak için Çin’e gidiyor.

Kara ve demiryolu ağımızın önemli kısımlarında gereğinden çok bir yığılma var, veya güçlü ekonomik büyümeyi destekleyecek yetide değil. Britanya bir zamanlar tren istasyonlarıyla dünyayı yönlendirirken, aynı işi bugün Asya, havayollarıyla gerçekleştiriyor. Ve ne ironik ki, bu havayolları genellikle İngiliz mimarlar tarafından inşa edilmiş oluyor.

Dünyaya dair temel bilgimiz –özellikle de dünya üzerinde bu denli köklü bir tarihe sahip olan bir ülke için- de yeterli değil. Bir ada devleti olmak, sadece Britanya’ya özgü bir durum değil; ancak daha da küreselleşmiş bir dünyada, çok daha küresel bir çehreye sahip olmaya ihtiyacımız var. Çin; 1,3 milyarlık nüfusuyla dünya üzerindeki ikinci en büyük ekonomi. İçimizden çoğunun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği bu ülke ile başarılı ticari ilişkiler tesis etmek için elimizden geleni yapacağız.

Öte yandan, İngiltere’nin silkinip kurtulması gereken bir kendini beğenmişlik hali var. Burada hem yasa koyuculara, hem hükümete, hem de parlamentonun geneline görev düşüyor. Bu devrimin devasa boyutuna karşın, yükselen güçlere ve onlarla ilişkilerimize dair çok büyük bir parlamenter ilginin olmadığı göze çarpıyor.

Her ülkenin nüfusuyla orantılı olarak çizildiği (coğrafi boyut yerine) dünya haritalarını görmüş olanlarınız vardır. Örneğin bu haritalarda Avustralya’nın ve Kanada’nın oldukça küçük gözükmesi, komik geliyor insana...

Eğer ülkelerin boyutları parlamentolarda kaç kere yasa teklifi sunduklarıyla belirlenecek olsa ve bu bir haritaya yansıtılsaydı, sizi temin ederim; Burma ve Sri Lanka, Asya kıtasında Hindistan ve Çin’i gölgede bırakırdı.

Bir açıdan bu durum anlaşılır. Parlamenterler; çatışmalar ve insan hakları konusunda endişeli olmakta haklılar. Ancak, bizim millet olarak karşımıza çıkan bu yeni gerçeklik konusunda da endişeli olmaya hakkımız var. Kendimize şunu sormalıyız: bu yeni gerçeklik karşısında kurumlarımızı adapte edecek miyiz? Halkımızı bu durum karşısında uyaracak mıyız? Ne Britanya’nın ne de Avrupa’nın genelinin, her halükarda en zengin veya en etkili olma gibi otomatik bir hakkı olmadığını her daim anımsamalıyız.

Bu yüzyılın ortası itibariyle Avrupa’nın dünya nüfusunun %5’ini, dünya ekonomisinin ise %10’unu oluşturması bekleniyor. Yani ortalamadan daha zengin, ancak bir kuşak öncesine göre daha az zengin... Bu bir açıdan kaçınılmaz; ancak büyüme anlamında bakıldığında, Avrupa’nın yanlış yöne doğru son sürat ilerlediğini görüyoruz. Dünyadaki diğer tüm kıtalar, Avrupa’nın önüne geçmiş durumda.

İnsanların istihdamını zorlaştıran ve çalışmayı daha anlamsız hale getiren düzenlemeler yerine, nasıl daha verimli olabileceğimizi düşünmeliyiz. Neyin yapılabilir olduğunu sorgulamalı, devletin rolünü mercek altına almalıyız.

Devlet, GSYİH’sının %45’ini kamuya harcarken, küresel düzeyde rekabet gücünü korumak zor olacak. Diğer ekonomilerle kıyaslandığında marjinal vergi oranları çok yüksek iken; ve çalışan nüfusun oranı hızla azalırken küresel düzeyde rekabetçilik oldukça güç...

İşte, benim vardığım sonuç budur. İngiltere, ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan dünya üzerinde büyük bir güç olmayı sürdürüyor. Değerlerimiz ışığında davranışları şekillendiriyoruz. Ancak Britanya’nın uykusundan uyandırılması gerekiyor. diğer ülkelerden daha zengin, daha başarılı ve daha etkili olmak gibi, önceden kazanılmış bir hakka sahip değiliz. Zamanında bu nitelikleri, icatlarımız, maceraperestliğimiz ve girişimlerimiz sayesinde edinmiştik ve gelecekte de bu nitelikleri yeniden kazanmaya ihtiyacımız var.

Eğer büyük değişiklikler yapmaz isek, yaşantılarımızda değişimler yaşanacak. İçinde bulunduğumuz durum, sahte bir konfordan ibaret. Değişim olmaz ise gücümüz azalacak. Değişim, şu an için en güvenli ve uzun dönemli tercih olarak duruyor karşımızda... Ebeveynlerimizin yaşadığı dünyadan farklı bir dünyada bulunuyoruz.

Birçok açıdan bu dünyanın bazı yararları var. Artık küresel düzlemde çok daha geniş bir anlayış bulunurken, kronik yoksulluk çok daha düşük bir düzeye çekilmiş durumda. Ancak, oldukça farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Ve eğer İngiltere bu duruma farklı bir şekilde yaklaşmak istemezse ve vereceği yanıtta bir farklılık yaratmayı arzulamazsa, başarılı olamayacağız.

*İngiltere Devlet Bakanı / Turquie Diplomatique
SON VİDEO HABER

Suriyeliler teröristleri taşlayarak kovdu

Haber Ara