Dolar

34,9440

Euro

36,6106

Altın

3.015,82

Bist

9.992,76

Ortadoğu'nun yeni proleteryası: Orta sınıf yoksullar

Asef Bayat: Orta sınıf yoksullar Ortadoğu’nun yeni proletaryasıdır ve kendi canına kıyarak Tunus’ta devrimi ateşleyen Muhammed Bouazizi, bu “orta sınıf yoksullar”ın temsilcisidir.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-08-28 12:09:33

Ortadoğu'nun yeni proleteryası: Orta sınıf yoksullar
Prof. Dr. Asef Bayat. Asef Bayat Ortadoğu, İslamcılık, sokak siyaseti üzerine olan çalışmalarıyla bugün Arap dünyasında yaşananlara dair ipuçlarını geride kalan dönemdeki yayınlarında vermiş önemli isimlerden birisi.

Bayat’la Arap dünyasındaki isyan dalgası, bunun sınıfsal yansımaları, Post-İslamcılık ve AKP üzerine yapılmış bu söyleşiyi ilginize sunuyoruz: 

Deniz Yıldırım: Prof. Bayat, ilk olarak sıcak gelişmelerle başlayalım isterseniz. Tunus ve Mısır’dan yeni döndünüz. Bize son durumla ilgili gözlemlerinizi aktarır mısınız? Sizin deyiminizle Arap D/Evrimleri (Arab Refo-lutions) nereye evriliyor?

Asef Bayat: Her iki ülkede de halkın gerçekten önemli bir başarı elde ettiği hissiyatı hemen seziliyor ve gerçekten de yıllardır egemenlik kurmuş olan diktatörleri devirmeyi başardılar. Bunun yanındaysa gelecekle ilgili, ülkenin yüzünü çevireceği yönle ilgili ciddi bir belirsizlik ve buna bağlı bir huzursuzluk da görülüyor. Eski diktatörler evet gittiler (neredeyse), ama rejimler henüz tam olarak dönüşüme uğramadı. Her iki ülkede de devrimciler iktidarda değil.

Eskimiş iktidar kurumları şöyle ya da böyle varlığını sürdürüyor; güvenlik aygıtından, eski medya yapısından ve eski rejimden kişiler farklı kılıklara bürünüp yeniden sahneye geliyor. Elbette şu andaki beklenti bu durumun yeni Anayasalar uygulamaya konulunca, parlamento ve başkanlık seçimleri gerçekleştirilince, yani yaklaşık bir yıl içinde değişeceği yönünde. Ama gözlemlediğim kadarıyla devrimci kadrolar, bu anormalliğin farkındalar.

Fiilen muhalefette olan devrimciler, anlamlı değişimler elde etmek için halihazırdaki hükümetlere baskı uygulamayı sürdürmeleri gerektiğinin de farkındalar. Elbette, olumlu tarafından bakarsak, bu devrimlerin şu ana kadarki en önemli kazanımı ifade özgürlüğünün temin edilmesi. Bu sayede insanlar konuşabiliyor, yazabiliyor, örgütleniyor ve protestolara katılabiliyor. Her ne kadar protestocuların içeri alınması sürüyor olsa da! Şimdiye kadar toplum zorba güvenlik aygıtının diktacı, gözetleyen tutumunun gevşetilmesi sonucu önemli ölçüde rahatladı, artık halklar nefes alıyor ve taban örgütlenmeleri başarılı bir biçimde sürdürülüyor.

Tabii ki şunu da belirtmekte yarar var: Mısır’la Tunus’un siyasal kültürleri birbirinden oldukça farklı. Tunus’a göre Mısır’da devrim için daha fazla tutku ve coşkunluk olduğunu gözlemledim. Bunun aksine Tunus siyasal sahnesini sürpriz diyebileceğim ölçüde durulmuş gördüm. Başkent Tunus’ta çevreme baktığım zaman aynı enerjiyi ve eylemliliği gördüğümü söyleyemem. Gazete bayilerine bakınca bile Kahire’deki havanın olmadığı anlaşılıyor. Eğer televizyon programları bir gösterge olarak düşünülürse, bu programların da oldukça donuk, ruhsuz olduğunu söyleyebilirim. Ben Ali’nin polis devletinin netameli mirası, oldukça pasif bir “siyasal sınıf” yaratmıştı ve bu şu anda 100 yeni siyasal parti oluşturulmuş olmasına rağmen pek de değişmiş görünmüyor.


İsyanların daha gerilerde yatan nedenlerine dönmek istiyorum. Bana göre, sizin son birkaç yıldır ortaya koyduğunuz çalışmalar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanacak gelişmeleri haber veren bir nitelik taşıyor. Bu noktada Arap dünyasını kasıp kavuran isyanların ardındaki toplumsal dinamiklere bakalım mı şimdi?

Elbette. Genel olarak konuşmak gerekirse, ben isyanların Ortadoğu toplumlarında son 30 yılda gerçekleşen bazı önemli yapısal değişikliklerin sonucu olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle son on yıldaki değişim çok daha hayati etkide bulundu. Bu toplumlar giderek daha kentli, okur-yazar, genç ve oldukça global hala gelirken, siyasal sistemleri aynı düzeyde otokratik ve baskıcı olmayı sürdürdü.

Bu çelişkilerin çözülmesi zorunluluktu. Eğitim kurumları, özellikle de üniversiteler, eğitimli kesimi sayıca genişletti ve aynı zamanda son on yılda neoliberal ekonomik yapılanmanın hızlandırılması sonucu sınıf ayrımları daha da derinleşti. Tam da bu nedenle işçi sınıfının yanında, eğitimli orta sınıfların geniş bir kesimi de işsizliği, yoksullaşmayı, statü ve özgüven kaybını deneyimledi. Dolayısıyla bu yapısal değişimler beraberinde, otoriter rejimlerin varlığını sorgulamaya başlayan siyasal aktörleri de yarattı.

Ancak bu, yeni demokratik bir siyasal vizyon doğmuş olmasaydı büyük olasılıkla gerçekleşmeyecekti. 1980’lerde ve 90’larda Arap siyasetine hükmeden İslamcılığın, 11 Eylül olaylarının ardından adım adım gerilemesi sayesinde yeni bir siyasal vizyon mümkün hale geldi. Hem milliyetçi politikaların (çok fazla şey başaramadığı için) hem de İslamcılığın (demokratik olmaması, toleranssız ve dışlayıcı siyaseti nedeniyle) krize girmesi, demokrasi ve yurttaş onuru talebini öne çıkaran post-ideolojik ve pragmatik vizyonu başat konuma getirdi. Siyasal fırsat da doğunca, bu aktörler yeni vizyonlarıyla birlikte açığa çıktılar.


İsyan dalgasının başlamasının ardından kaleme aldığınız “Yeni Arap Sokağı” başlıklı makalenizde, daha önceki kitaplarınızda da işaret ettiğiniz bir sosyal aktöre atıf yapıyorsunuz: “orta sınıf yoksullar”a. Ve diyorsunuz ki bu makalede “orta sınıf yoksullar Ortadoğu’nun yeni proletaryasıdır ve kendi canına kıyarak Tunus’ta devrimi ateşleyen Muhammed Bouazizi, bu “orta sınıf yoksullar”ın temsilcisidir.” Bu “orta sınıf yoksullar” ya da “orta sınıf proleterler” meselesine biraz daha eğilebilir miyiz? Tam olarak bu ifadeyle anlatmak istediğiniz nedir?

Bir zamanlar, yani 1960’lardan 1980’lere kadar uzanan post-kolonyal dönemde modern orta sınıflar (eğitsel sermaye sahibi, üniversite diploması olan, beyaz yakalı işlerde çalışan ve orta sınıf bir yaşam tarzı olan) post-kolonyal devletlerin nimetlerinden yararlananlar arasındaydı ve bu sınıflar yeni ulusları “inşa edenler” olarak görülmekteydi. Bu durum her düzeyde parasız eğitim sağlayan, yeniden dağıtımcı sosyalizm ve refah uygulamalarının bir sonucuydu, kaldı ki bazıları 1970’lerin ortasından bu yana petrol fiyatlarındaki artış sayesinde önemli gelirler de elde etmişti. Bu orta sınıfların birçok üyesi, profesyonel, teknokrat, kamu işletmelerinde bürokrat olarak çalışmaktaydı. Yani prestijli ve ayrıcalıklı kamu sektöründe.

Ama bu durum refah devletinin sürdürülebilirlik kriziyle karşılaşmasının ve artan özelleştirme uygulamalarının özel işletmeleri kamu sektörü karşısında ayrıcalıklı kılmaya başlayan zihin yapısının egemen hale gelmesiyle birlikte değişmeye başladı. Bu orta sınıflar düşük gelir ve statülü işlerde çalışmaya başladılar, ama ikramiye ve yan ödemelerle iş güvencesi varlığını sürdürüyordu. Ancak 1990’ların sonlarından itibaren neoliberal politikaların uygulanmasıyla birlikte, bu güvenceler ortadan kalkmaya ve toplumsal eşitsizlik daha da derinleşmeye başladı.

İleri teknoloji, eğlence ve ihracat-ithalat işlerinde olanlar, yani ekonominin ileri derece küreselleşmiş sektörlerindeki gruplar durumlarını iyileştirirken, ticarette, hukukta, sosyal bilimlerde eğitim alanlar, çalışanlar güvencesiz ekonomik koşullara ve marjinalleşmeye mahkum edildiler. Son olarak Tunus’un başkenti Tunus’ta karşılaştığım işin ehli bir tarihçi bana, iki yıl öncesine kadar 9 yıl boyunca işsiz kaldığını söyledi! Çoğunlukla bu koşullar onları enformel sektöre itiyor ve gecekondularda yaşamaya alışmak zorunda kalıyorlar.

Bence bu orta sınıflar bir yandan proleterleşmeye devam ediyorlar, diğer yandan da eşzamanlı olarak, hakettiklerini düşündükleri hakkındaki farkındalıklarıyla yoksullaşmalarına ilişkin bilinçleri yükseliyor. Bu da onları potansiyel olarak siyasallaştırıyor. Ve ilginç biçimde bu fenomen, Ortadoğu’yla sınırlı değil. Benzer süreçleri şu anda Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de ve İngiltere’de de görüyoruz. İngiltere’de eski yöneticilerin, son finansal krizle birlikte evlerini kaybettikleri ve evsizler ordusuna katıldıkları gazetelere yansıdı. Bu olguyla ilgili daha fazla araştırma yapmamız gerektiğini düşünüyorum. “Orta sınıf yoksullar” olgusunun daimi mi yoksa geçici mi olduğunu bilmemiz gerekiyor. Benim şimdiye kadar ki izlenimim bu sınıfın bir süredir, yani 1980’lerden beri mevcut olduğu ve yakın zamanda da ortadan kaybolmayacağı yönünde. Aklıma Marx’ın geçici olması beklenen, ama varlığını sürdüren “yedek işgücü ordusu” kavramını getiriyor bu durum.


“DEVRİMLER, EŞSİZ BİR SOKAK SİYASETİNİ TEMSİL EDİYOR”


Sizin daha önceki çalışmalarınızdan birçok kavram önemli kullanım alanları buldu. Ben bunların yanında, pek de tartışılmayan ama son isyanlarda önemi bir kere daha belirginleşen bir kavrama, sizin “huzursuzluğun mekansallığı” kavramınıza biraz daha bakmayı öneriyorum. Bu ifadeden ne anlamalıyız?

Life as Politics (Siyaset Olarak Yaşam) adlı kitabımda devrimlerin sadece zamana ilişkin değil, mekana da ilişkin olgular olduklarını tartışmaya çalıştım. Diğer bir deyişle, evet, devrimlerin neden ve ne zaman gerçekleştiğini ya da kimler tarafından ilerletildiğini sormayı sürdürmeliyiz, ama aynı zamanda, nerede gerçekleştiklerini de soruyor olmalıyız. Bu, her ne kadar kendi başına önemli bir soru olsa da, devrimlerin kentli mi yoksa kırsal karakterde mi olduğunu iddia etmek değil basit bir biçimde; gerçekte bu devrimler önemli ölçüde kentli mesela; kentte yaşayanların ihtiyaçları, beklentileri ve imkanları bu isyanların ana taşıyıcıları arasında yer alıyordu sonuçta. Ama benim burada vurgulamak istediğim şey, geniş çaplı kolektif isyanlar ve başkaldırılar bağlamında devrimlerin eşsiz bir sokak siyasetini temsil ettiği.

Bunun nedeni, insanların belirli sokaklarda ya da meydanlarda kitlesel olarak varlıklarını sergilemeleri sonucunda devletin kamusal alanlardaki düzen ve denetimi işletemez hale gelmesi değil sadece. Aynı zamanda belirli bir alanda toplanmak yoluyla isyancıların, ortak çıkarlarını ve sahip oldukları kolektif gücü fark ve hissetmelerini sağlaması nedeniyle de böyle. Hep birlikte “al-Sha’b Yorid Esqat-i Nizam” (Halk Rejimin Düşmesini İstiyor) diye sloganlar atarken kendi kolektif çığlıklarını, gürül gürül akan seslerini duyabiliyorlar. Mesela bu çerçevede Tahrir gibi kamusal meydanlar protestoculara muazzam bir fiziksel güç veriyor. Bu alanların sembolik önemi, bu meydanların ele geçirilmesinin başkaldırının kaderini belirler hale gelmesiyle birlikte daha da artıyor.

Günler ve gecelerce, protestocularla Mısır güvenlik güçlerinin Tahrir Meydanı’nın denetimini ele geçirmek için nasıl mücadele ettiklerini gördük; meydanın kontrolü, Mısır devriminin kaderini belirleyecek düzeydeydi. Kahire’de Tahrir, İstanbul’da Taksim ya da Tahran’da Devrim gibi meydan ve sokakların neden böylesi belirleyici mücadele alanları haline geldiğini ayrıca tartışmak gerekiyor. Sadece şunu söyleyerek bitireyim: tüm bu isyanlar kendi Tahrir’lerini bir biçimde yaratmayı başardı. Tunus’ta Kasbah Meydanı ve Bourghiba Bulvarı, Yemen-Taiz’de Safir Meydanı, Suriye Hama’da Assi Meydanı ve Bahreyn-Manama’da İnci Meydanı. İnci Meydanı’nın fiziksel ve sembolik önemi o denli büyüktü ki, Bahreyn yönetimi meydanı yerle bir etti ve meydan merkezinde bulunan inci heykelini yıktı, halkın gözünde büyük bir anlam kazanan bu mekansal sembolü silmek için yaptı bunu. Tüm bu alanlar, gerçek anlamda “alan” haline geldi; çünkü çok güçlü anlamlar yüklendi bu alanlara.


Gerek Life as Politics (Siyaset Olarak Yaşam) adlı kitabınızda ve gerekse Making Islam Democratic (İslamı Demokratikleştirmek) adlı çalışmanızda ısrarla “Post İslamcı D/Evrimler” çağının gelmekte olduğunu söylüyorsunuz. Bu noktada Türkiye’den AKP’yi de Post-İslamcılığın modeli ya da örneği olarak gördüğünüzü biliyoruz. Nitekim geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir başka makalenizde de, isyanlarla birlikte Tunus’ta Al-Nahda’nın, Mısır’da genç Müslüman Kardeşler’in, İran’da reformistlerin modelinin AKP olduğunu da belirtiyorsunuz. Buradan hareketle Post-İslamcılık kavramlaştırmanıza atfettiğiniz pozitif anlamda sorunlar olduğunu düşünüyorum. Örneğin AKP dönemi Türkiyesi, aynı zamanda post-İslamcı rejimlere ilişkin birçok şey anlattığı için bunlara bakmakta yarar var, sadece İran merkezli İslamcılık’la karşılaştırıp buradan uzaklaşıldığında kendiliğinden bir siyasal ilerleme payesini bu hareketlere yapıştırmamak için bu eleştiriyi getireceğim ve yanıtınızı merak ediyorum. Mesela Libya’ya dönük NATO operasyonu, Türkiye’deki NATO üssünden yönetiliyor, ayrıca NATO’nun yeni tehdit algısı MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesine kaydığı için olsa gerek, AKP NATO’nun ana kara karargahının da Türkiye’ye taşınmasını kabul etti. Öte yandan AKP saldırgan bir neoliberal parti aynı zamanda. Sınıf karakteri itibariyle Türkiye tarihinin en yoğun özelleştirme, piyasalaştırma ve güvencesizleştirme dalgası da bu dönemde yaşanıyor. O zaman da AKP’nin sınıfsal ve siyasal karakterine ve işlevine bakmadan, salt İran İslamcılığından uzaklaşılması kriteri üzerinden kendiliğinden “ilericilik” payesi atfetmenin sizin teorinizdeki sorunlu yan olduğunu düşünüyorum. Mesela bu anlayışınız, 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan ve bölgemizi güvenlik eksenli, biraz da oryantalist analizlerle temel çelişki ekseni olarak radikal İslam/Ilımlı İslam karşıtlığı temelinde ele alan okumalardan ne kadar uzaklaşıyor?

Evet, ben bu isyan dalgasının post-İslamcı bir yönelimde olduğunu öne sürüyorum. Bununla 1980’ler ve 90’lardan bu yana Arap dünyasına (genel olarak da Müslüman dünyaya) hükmeden milliyetçi/yerlici ve İslamcı siyasetlerin egemenliğindeki hakim siyasette gözlemlenen bir değişikliği vurgulamaya çalışıyorum. Ancak bu isyanlarda dinsel bir dil mevcut değildi. İnsanlar İslami bir devlet çağrısı yapan sloganlar atmak yerine, demokrasi, sosyal adalet ve insan onuru konularına odaklandılar.

Şu günlerde Mısır’da bile mesela, Selefiler’in bir anda ortaya çıkıp kamusal alanlarda “demokrasinin haram olduğunu” ilan etmesine ya da rehber ilke olarak Şeriat’ın hüküm sürmesini talep etmesine rağmen, halkın çoğunluğu genel olarak inançlı toplumlarının yapısı içinde sivil demokratik bir devleti tercih ediyor. Bence bu, post-İslamcı bir yönelim taşıyor. Gerçekte, dini esas alan liderler bile AKP’yi favori modelleri olarak gösteriyorlar. Bu, İran tipi teokratik ve baskıcı bir devletten ciddi bir kopuşu ifade ediyor. Bu anlamda olumlu bir gelişme olarak görüyorum.

Ama şunu eklememe izin verin lütfen: demokratik devletler sadece ahlaki ya da siyasi faziletlerle ortaya çıkmaz. Tarihsel olarak demokratik devletler emperyalist savaşlar yürüttüler ve kapitalist ekonomileri besleyerek yapısal eşitsizlikleri ve yoksulların sömürülmesini sürdürdüler. Af Örgütü, Batılı demokratik devletlerdeki insan hakları ihlallerini belgelemekten kaçınmadı. Eğer AKP siyasal anlamda demokrat olarak karakterize ediliyorsa, bu ona açılmış bir kredidir; ancak bu, belirli hakları ihlal etme noktasında muaf olacağı anlamına gelmez. Son yıllarda AKP’nin muhalefete ve eleştirilere karşı artan bir tahammülsüzlüğünün olduğunu görüyoruz. Sırf kendilerini ifade ettikleri için demir parmaklıkların arkasına atılan gazetecilerin olduğu biliniyor. Bunlar AKP’nin çözüm bulmak zorunda olduğu önemli problemler. Ama buna karşın, AKP’nin, Allah adına, kadın düşmanlığı sergileyen, insan haklarını ihlal eden, her türlü muhalefeti bastıran İran’daki İslami cumhuriyetin teokratik devletinden çok farklı olduğu da ortada.


Sorumu biraz daha açayım. Ben sizin Post İslamcı D/Evrimler olarak adlandırdığınız sürecin aslında tam da pasif devrimleri anlattığını düşünüyorum. Yani hem ezilenlerin radikal taleplerinin yumuşatılmasına, söndürülmesine dönük işlevleri bakımından hem de devletin bu talepleri de içerecek biçimde kapitalist bir restorasyona tabi tutulması bakımından düşününce, söylediklerinizin ya da tarifinizin pasif devrimi çağrıştırdığını düşünmemek zorlaşıyor. Bu noktada AKP’yi nasıl değerlendireceğiz mesela, bu bakışla?

Bana göre bu gibi d/evrimler (refolutions), “pasif devrim”lerle karıştırılmamalı. Gramsci’de pasif devrim olgusu, kendilerine meydan okunan, ezilenlerin muhalif dalgasıyla karşılaşan elitlerin dalganın üstüne çıkması ve hatta onu yönetmeye başlamayı arzulaması anlamında bir hayatta kalma stratejisine işaret eder. Dolayısıyla elitler muhalif hareketleri esas yöneldiği hedeften alıkoymayı, yönü değiştirmeyi hedeflerler. Şimdi, bu noktadan bakarsak, d/evrimler bana göre böyle bilinçli bir stratejinin uzantısı değil. Aksine d/evrimler (refolutions), ayaklanmaların (insurrection) önüne geçen devrimlerin sonucu olarak doğuyor. Bununla neyi kast ediyorum? D/evrimler, halk ayaklanmasının gerçekleştiği ve hatta diktatörü devirdiği özel bir devrim türüne işaret ediyor, ama bu d/evrimler devrimci bir ayaklanma (insurrection) yoluyla değil de geniş katılımlı sokak protestoları ve sivil itaatsizlikle gerçekleşiyor.

Ama elbette, diktatörlerin koltuklarını bırakmasının ardından protestocular evlerine dönerler ve iktidar kurumlarında köklü değişiklikler yapılması için otoriteler üzerinde bıkıp usanmadan baskı kurmayı sürdürmezlerse, bu durum ‘pasif devrim’in yolunu açabilir de.

AKP konusuna gelince. Açıkçası AKP iktidarının ne ölçüde bir ‘pasif devrim’ operasyonunu temsil ettiği konusunda aklımda kuşkular var. Bu tez, AKP öncesinde Türkiye’de İslamcı hareketin, ülkede izlenen neoliberal politikalara karşı ayaklanan ezilenlerin sesini temsil ettiği ve AKP’nin de ezilenleri pasifleştirmek ve neoliberal ekonomiyi kurtarmak için, post-İslamcı bir aktör olarak doğduğu gibi bir ima barındırıyor bana kalırsa. Bence bu tezin sahipleri, öncelikle Türkiye İslamcılığının gerçekten de ezilenlerin anti-kapitalist isyanının temsilcisi olup olmadığı konusuna bir açıklık getirmeli. Ve ayrıca AKP’nin, ezilenleri ‘İslami rengi’ sayesinde pasifleştirmeyi başarıp başarmadığını da göstermeleri gerekiyor.


“SONER TORLAK’IN TUTUKLANIP HAPSEDİLDİĞİNİ ÖĞRENDİĞİMDE BÜYÜK ORANDA UMUTSUZLUĞA DÜŞTÜĞÜMÜ BELİRTMELİYİM”


Sizin Sokak Siyaseti adlı önemli çalışmanızla biz Türkiye’de Soner Torlak’ın nefis çevirisi aracılığıyla tanıştık. Sözü son olarak Soner’e getirmek istiyorum. Son derece çalışkan, teoride ve pratikte aktif bir doktora öğrencisi olan Soner ve arkadaşları, yaklaşık iki aydır tutuklu. Gerekçesi ise, Hopa’da emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun öldürülmesinin ardından Ankara’daki protesto eylemine katılmaları. Soner sizin Sokak Siyaseti adlı kitabınızı çevirdi, teoriye katkısıydı; diğer yandan da sokak siyasetinin aktif bir parçası oldu, pratisyendi. Soner’in aktif sokak siyaseti, Türkiye’deki Post-İslamcı D/Evrimci rejim tarafından tutuklanmasına neden oldu. Bu konuda neler söylersiniz? Sözünü ettiğiniz Post-İslamcı D/Evrimci rejimler, muhalif kişileri, aydınları, aktivistleri ve gazetecileri hapse atarak, bir zamanlar baskısını hissettiklerini söyledikleri otoriter rejimlere benzeme riski taşımıyor mu?

Soner Torlak’ın tutuklanıp hapsedildiğini öğrendiğimde büyük oranda umutsuzluğa düştüğümü belirtmeliyim. Bu sadece Soner’in benim Sokak Siyaseti adlı kitabımı çevirip Türkiye’deki okuyuculara tanıtan kişi olması nedeniyle duyduğum bir üzüntü değil. Her şeyden önce özgür bir yurttaş ve yorulmak bilmeyen bir aktivist olarak Soner, Hopa’da gerçekleşen olaylarla ilgili görüşlerini ifade etmesi nedeniyle adaletsizce cezalandırıldığı için de üzüntü duyuyorum. İfade özgürlüğü, her türlü demokratik siyasetin ilk ve belki de en önemli başarısıdır. Bu hakkın ihlal edilmesi, demokratik pratiğe büyük bir zarar verir. AKP yetkililerinin bu derin yanlışın farkına varmalarını ve Soner’i derhal serbest bırakmalarını umuyorum.


Prof. Bayat, bu yararlı söyleşiye zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.


* Söyleşiler ve çeviri: Deniz Yıldırım (Yrd. Doç. Dr. Ordu Üniversitesi Ünye İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi)

sendika.org

Haber Ara