Dünyanın her yerinde böyledir: Dinî ve millî günlerde, yani insanların ortak bir duyguyu, ortak bir inancı paylaştığı zaman dilimlerinde, medya da toplumun rengine bürünür. Bu, bir yanıyla medyanın 'halkın sesi' olma misyonuyla ilişkili olsa da, bir yanıyla ticarî bir meseledir. Popüler medya, izleyicinin eğilimine sahip çıkar. Mesela şu sıralar, evinde iftar ve sahur heyecanını yaşayanlar, televizyonu açtığında 'Ramazan ekranı' görmeyi bekler, gün içinde gazetelere göz gezdirirken ise 'Ramazan sayfası' arar.
Bu ay, kutlu bir koridor gibi, toplumu ve beraberinde medyayı, bir aylığına Ramazanlaştırır. Televizyonlar, genellikle İstanbul merkezli olmak üzere, iftarı bekleyen kalabalıklara eşlik eder, ezan sesini bekler ve vakit gelince insanların oruç açmalarıyla birlikte bir perdeyi kapatır. İkinci perde, sahurda açılır. Yine çoğunlukla İstanbul merkezli olan sahur programlarında, imsak vaktine dek seyirciye refakat edilir. Gecenin karanlığında çınlayan ezan sesiyle birlikte görüntü değişir, bazı kanallarda mukabeleye geçilir, bazılarında sabah beklenmeye başlanır. Özel televizyonlar ve Ramazan programlarının revaçta olduğu 2000'li yıllar boyunca, 'Ramazan ekranı' aşağı yukarı böyleydi.
Gazeteler de benzer bir temayı izledi. Ay boyunca sürdürülen kupon kampanyalarında, Kur'an meâlleri, peygamberler tarihi, hadis kitapları, tefsirler, son dönemlerde görsel içerikli CD'ler, vaaz setleri ve evliya menkıbelerinden oluşan kasetler verildi. Hemen her gazete, Ramazan'a özel bir sayfa hazırlayıp, insanlara orucu ve dinî bilgileri anlatma yarışına girdi. İftar ve sahurla ilgili pratik bilgiler, orucu bozan ya da bozmayan şeyler, meselenin sağlık boyutunu işleyen görüşler, tarihî tasvirlerle dolu evliya ve peygamber hikâyeleri... Neredeyse sektirmeden, her Ramazan aynı şeyler tekrar edilip durdu. Muhakkak, tekrarında hayır olan şeylerdi bunlar.
Ramazan dışında, kıyısından bile geçilmeyen bir bilgi hazinesi, bir aylık bu mevsimde gösterişli ve şaşaalı bir biçimde saçılıyordu ortaya. Basmakalıp cümleler, ezber edilmiş hikâyeler, 'gazete dili' diye geçiştirilen bir sığlık hâkimdi bütün bu yayınlara. Televizyonda da farklı değildi üstelik. Hakkını yemeyelim, yenilik arayışında olanlar da vardı. Ancak 'yenilik' uğruna meleklerin ve peygamberlerin tasvirine girişen karikatürler, TV'de "Azz sonra!" diye sunulan Ashab-ı Kiram'dan manzaralar, izleyicinin merakını uyandırmak için uydurulan 'şifreler' ve daha niceleri boca edildi üstümüze.
FORMATLAR DEĞİŞSE DE MUHTEVA AYNI
'Eski medya', yalnızca siyasî ya da sosyal konularda değil dinî konularda da toplumun bir hayli gerisinde kalmıştı. Halbuki, insanlar gazete ve televizyonların 'sığ' sularda derlemeye çalıştığı bilgilere çok daha kolay yollardan ulaşabilecek durumdalar. Geçmişin aksine, dinî eğitim sadece okullardaki 'zorunlu din dersi'nden ibaret değil. Bu alanda basılan çok sayıda kitap, Ramazan dışında da dinî yayın yapan televizyon ve radyolar, İslamî bilgilerle dolu internet siteleri ve kaynak mevcut. Haliyle bugünün potansiyel izleyici kitlesi, 'eski medya'nın sunduğu bilgilere çoktan aşina. Üstelik aynı iftar ve sahur programlarını, birbirinin neredeyse kopyası olan Ramazan sayfalarını yıllardır görüyorlar. Yine de Samanyolu TV'nin Ramazan programlarında görmeye alıştığımız sunucu Reha Yeprem, bu tekrarlarda hayır olduğunu söylüyor.
Yeprem'e göre, Ramazan bir gelenek ve onu yaşatmanın yolu da, Ramazan'a dair unsurları en otantik (sahici) şekliyle sunmak. Samanyolu, her yıl Ramazan'da farklı formatlar deniyor. İlk kez bir gemide iftar programı yaptı, 'irfan meclisi' adıyla âlimlerin sohbetlerini ekranlara taşıdı, şehir şehir dolaşarak farklı kültürlerde bu kutlu mevsimi yaşattı. Ancak bütün bunlara rağmen, özellikle yaz aylarında 'Ramazan ekranı' çokça izlenen bir program türü değil. 1997'den bu yana Ramazan programlarında yer alan Yeprem de, bunun bilincinde. Yaz sıcağında insanların çok fazla televizyon izlemediğini, ancak "birlik-beraberlik gibi duyguların ışığında, sohbet ortamı oluşturmanın" en makul iftar-sahur programı olduğunu düşünüyor.
Bu durumda, "Medya nedir?" sorusunu yeniden sormalı belki de. Medyayı toplumun 'önünde' gören anlayışa göre gazete ve televizyonların, insanları bir araya getirme, onları yönlendirme ve onlara sunduğu bilgileri 'rafine' bir biçimde hazırlama gibi görevleri var. Medyanın toplumla 'paralel' seyrettiğini düşünenlerse, onu takip eden insanların bilgide derinleşme ve diğer insanların durumundan haberdar olma gibi beklentilerini gündeme getiriyor. Yani her halükarda medyanın, sığ ve kaba bilgiden kaçınıp, insanların bilgi dağarcığını etkileyecek, onlara farklı ufuklar açacak bir mecrada seyretmesi lazım. Bilhassa gazeteler, sadece Ramazan tirajını düşünerek yayın yapmaya başladığında, içerikteki estetiği ıskalayabiliyor.
Mehtap TV Genel Yayın Yönetmeni Murat Keskin, Ramazan ayının 'geçici bir dönem' olması nedeniyle aynı zamanda ticari birer kuruluş olan televizyonların büyük prodüksiyonlara girmeye çekindikleri kanaatinde. Yani medya her ne kadar toplumla birlikte hareket etmek durumunda olsa da, Ramazan programlarının 'reyting rekorları' kırmadığı da bir gerçek. Keskin, Ramazan ekranı için iki alternatifin olduğunu vurguluyor: Birincisi, iyi bir ekran yüzü, seyirciyi kendine bağlayabilir. Bu sezon ATV'de program yapan Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu, buna iyi bir örnek. Bir diğer etkili unsur da, hareketlilik. Keskin, önümüzdeki sezon da daha küresel çapta projelerle ekranda olacaklarını, böylece daha hareketli ve izleyicileri ekrana bağlayacak yapımlara öncelik vereceklerini aktarıyor.
GAZETELERİN FARKLI OLMA HANDİKABI
Murat Keskin'e göre Ramazan yayıncılığında bir reyting kaygısı görünmüyor. Evet, en çok izlenen programlar değiller ancak zaten öyle bir kaygıları da yok. Bu nedenle de marjinal ve 'flaş' bir televizyonculuk şart değil. Gazetecilerse durumu daha farklı algılıyor olmalı. Zira 'şaşırtıcı' ve 'farklı' olma çabası, gazeteyi absürt bilgilere, gerçekliği olmayan hikâyelere yöneltiyor. Ramazan'da, "Oruç tutulmasa da olur" fetvalarına bu açıdan bakılabilir. Yahut "Dinde teravih yok" gibi çıkışlar da, yine bu 'farklılık mülahazasının' bir eseri. Televizyonlarda 'renkli' ve 'şaşaalı' görüntü verme çabası, Ramazan gibi sükûnetin hakim olduğu bir mevsimde, kitabın ortasından tartışmalara, ham rivayetlerin sunulmasına ve etraflıca düşünülmemiş yayınlara sebep oluyor. İslâm'a sanki 'mistik bir öğreti'ymiş gibi yaklaşıp, "Şifrelerini açıklıyoruz!" tarzı programlar da, bu kategoriye girebilir.
İlahiyatçı Prof. Dr. Faruk Beşer, "insanların gazetelerden dini bütünlüklü olarak öğrenemeyeceğini" söylüyor. Çünkü bilgiler parça parça veriliyor, çoğunlukla da sadece fıkhî boyuta ve ilmihal bilgilerine odaklanılıyor. Üstelik gazete ve televizyonların öncelikli amacı 'dikkat çekmek'. Beşer, bu anlamda Ramazan sayfalarının ve ekranının, ancak dinî yaşantıyı gündelik hayatın bir parçası olarak sunmaya matuf olabileceği görüşünde. Bu anlamda, "Gazete elbette bir iletişim aracıdır ve kitapla yapılanlar, gazeteyle de yapılabilir." diyen Faruk Beşer, dini dünyaya indirerek ve dünyada yaşanılır taraflarına yönelerek anlatmanın faydalı olabileceğini belirtiyor. Ancak bunun tehlikeli boyutları da var: Dinin işportaya düşürülmesi. İnsanların kafasındaki din anlayışının tamamen sığ ve basit bir anlatıma dönüşmesi, gazete ve televizyonların Ramazan boyunca verebileceği zararlar arasında. Yine de hem bir gazetede Ramazan sayfası hazırlayan hem de ekranda iftar programı yapan Prof. Dr. Beşer, 'vaaz dili' yerine 'medya dili' ile anlatıma yaklaşma çabasında olduğunu da vurguluyor.
Marjinal örnekleri bir kenara bırakırsak, 'iyi niyetli' kanallarda da mesela sahur programları için televizyonu açtığında insanlar, genellikle aynı şeylerle karşılaşıyor: Alanında uzman bir ilahiyatçı, belki popüler bir-iki konuk, temel ilmihal bilgileri, "sık sorulan sorular" kıvamında bir soru-cevap kuşağı... Bu konsept, belki ilahi ve kasidelerle birazcık esnetilmeye çalışılıyor. Uyku mahmuru gözlerin aradığı bu mudur, bilinmez.
Geçmiş yıllarda, sahur programlarına stüdyo seyircilerinin eklendiğini, daha interaktif yayınların denendiğini de belirtmek gerekiyor. Ancak her şeye rağmen sahur programlarının 'durağanlığı' önemli bir problem. Gecenin o vakti, üstelik televizyon gibi ev içinde hep ikinci planda kalmaya mahkûm bir mecrada, ağır-tumturaklı ifadelerle anlatılanların, ne kadar faydalı olduğu bir yana, sahurda beklenen 'bereket'in, televizyondan edinilip edinilmeyeceği de muallâkta. Bu durağanlığa, pek çok televizyon kanalı 'duygusallık' da ekliyor. Bazı kanallarsa, prodüksiyona para harcamak yerine, dinî içerikli dizi ya da filmlerle sahur vaktini geçirebiliyor. Zira sahur programları reyting hususunda Ramazan ekranının en gerisinde.
Sahurdaki duygusallık ve ağırbaşlılığın aksine, iftar programları biraz daha beklentileri karşılamaya yönelik. Sofra başında ezanı bekleyen insanlar, televizyonları açtığında, hem dua vaktini dolu dolu geçirmek hem de iftar çadırlarının, selatin camilerdeki cemaatin, sokaktaki insanların hissiyatıyla çeşitlenen bir yayını izleme fırsatı bulabiliyorlar. Bu arada, açlığın ve yorgunluğun son demlerini, daha neşeli geçirmek de mümkün oluyor. TV programları, aynı zamanda iftar vaktini sokaktan yayınlamakla, mekânı Ramazanlaştırmaya çalışıyorlar. Bir nebze 'Ramazan atmosferi' cereyan edebiliyor. Mehtap TV Genel Yayın Yönetmeni Murat Keskin, insanların izlemek için seçtiği programlarda 'alışkanlık' faktörünün ön planda olduğunun altını çiziyor. Seyirciyi bir kez yakalayınca, haliyle bütün Ramazan'a yayılan bir izleyici kitlesi elde edilmiş oluyor. Keskin'e göre, seyircinin tercihlerinin daha ön planda olduğu bir dönem Ramazan ekranı. İdeal anlamda olmasa da, Ramazan'ın bir tür alışkanlık kazandırabileceğini, buradan öğrenilen bazı pratik bilgilerin kolay unutulmadığına da değinmek gerekir.
zaman