Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Orduya siyasetin girmesi çok şey kaybettirdi

Tarihçi yazar Mustafa Armağan Zaman gazetesinde neşrettiği bugünkü yazısında, 'Orduya siyasetin girmesi Balkanlar'ı kaybettirmişti' dedi.

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-08-07 12:35:02

Orduya siyasetin girmesi çok şey kaybettirdi

Mustafa Armağan

YAŞ kararlarından sonra bir emekli valiyle konuşuyorduk. Her zaman pürüzlü çıkan sesi bu defa parlıyordu. "Sevgili Mustafa" dedi, "Cumhuriyet kuruluyor".

 

Bir an şaşırdım ama gerçekten de neredeyse bir asırlık bir vesayet sürecinin tersine döndüğü günleri yaşamıyor muyduk? Gerçi bunun anayasal ve yasal temelleri henüz ortada yoktu ya, yeni anayasayı biraz da bunun için istemiyor muyuz?

Siyasetin vesayetten kurtulması adına ciddi bir adım daha atılırken, akla ordunun siyasete bulaşmasının ne büyük tahribatlara sebebiyet verdiğini araştırmanın gelmesi kaçınılmaz. Özellikle de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1908'den 1918'e doğru giderken her geçen yıl biraz daha katmerlenen entrikalarının sonraki dönemin siyasi yapılanması üzerinde olumsuz bir etki bıraktığı muhakkak. Dolayısıyla biz bugün yalnız 27 Mayıs'tan gelen askerî darbe geleneğinden değil, belki yüz yıllık bir askerî vesayetin tahribatından da sıyrılmaya uğraşıyoruz.

Birkaç ay sonra 100. yıldönümü gelip çatacak olan Trablusgarb Savaşı, adeta Osmanlı Devleti'ni öldürecek silahın tetiğini çekmişti. Trablusgarb, oradaki kuvvetlerimizi Yemen'e, Abdülhamid'in vaktiyle depoladığı silahları da Balkanlar'a kaydıran Mahmud Şevket Paşa tarafından bir ikramiye olarak İtalya'ya verilmiş oldu. Daha yaralarını sarmadan, Osmanlı ordusunun zaafını gören Balkan devletleri Avusturya-Macaristan'ın da teşvikiyle bir İttifak oluşturdular ve Karadağ'dan başlayarak sırasıyla savaş ilan ettiler. Makedonya başta olmak üzere Balkanlar'ın (Edirne dahil) elimizden çıkması için 5 ay yeterli olacaktı.

26 Mart 1913 günü teslim olan Edirne'yi 155 gün kahramanca savunan Şükrü Paşa (Kâzım Karabekir de maiyetindedir), savunma sırasında askerin arasına karışmış olan eski İçişleri Bakanı Talat Bey'i görür (sonradan Talat Paşa olacaktır). İsmail Hami Danişmend'in bizzat Şükrü Paşa'nın ağzından aktardığına göre, Talat Bey askere gönüllü yazılarak Edirne'ye gelmiştir.

Maksadını merak ettiniz mi? Şükrü Paşa cevaplandırsın:

"Talat Bey'in maksadı, askerlik yapmak değil, askeri ifsat etmektir. Komutanların oturduğu binaya yerleşmiş olan bu sözde 'er', paşalar gibi yaşamakta ama en önemlisi, aldığım istihbarata göre askeri savaşmamaya teşvik etmekte, özellikle de Anadolu kökenli erlere Rumeli'nin kendi vatanları olmadığından bahsetmektedir."

Bunun üzerine Şükrü Paşa hemen Talat Bey'i çağırır ve kendisine "Bey oğlum!" diyerek yaptığı olumsuz propagandayı bildiğini söyler. Sonra da bir an önce Edirne'yi terk etmesini emreder, aksi halde kendisini idam ettirebileceği tehdidinde bulunur.

 

Balkan Savaşlarından hazin bir manzara: Edirne'yi savunurken şehid düşen erlerimiz (solda), sağda yatanlar Bulgar askerleri.

Danişmend'in "Kronoloji"de aktardığına bakılırsa Talat gider ama Kızılay müfettişi sıfatıyla Edirne'de bulunan bir başka İttihatçı, Dr. Bahaddin Şakir ifsatlarına devam etmektedir. Onu da şehirden kovan Şükrü Paşa, İttihatçıların o sırada iktidarda bulunan İtilaf hükümeti bir zafer kazanırsa kendilerine iktidar kapısının kapanacağından endişe ettikleri için bunu yaptıkları, iktidara gelebilmek uğruna ordumuzun yenilmesini istedikleri yorumunda bulunur.

Durun, hemen Danişmend'in İttihatçı düşmanlığı yüzünden bunları uydurduğunu söylemeyin. Zira başka tanıklar ve kanıtlar da var elimizde.

Mesela İttihatçıların içinden gelen ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucularından Albay Hüsamettin Ertürk'ün hatıraları önemli ipuçları uzatıyor önümüze. Şöyle yazıyor "İki Devrin Perde Arkası" (1964) adını taşıyan hatıratının 81. sayfasında:

"İşin en hazin ve feci tarafı, particilik mücadelesi yalnız mecliste mebuslar arasında cereyan etmiyor. Ordu da bu kötü hastalığa bulaştırılmış bulunuyordu. Meselenin en vahim manzarası, yüksek kumanda heyeti ile genç subaylar arasındaki anlaşmazlık idi. Kumandanlar, askerî erkân yaşını başını almış subaylar padişah ve halifeye sadık kalmak kararında bulunmuş, Hürriyet ve İtilaf partisine mensup kimselerden ibaretti. Genç subayların hepsi İttihatçı idiler. Gayeleri, Hürriyet ve İtilaf partisini devirmek, idareyi ele almak, düşmanlarla savaşarak yeni zaferler ve yeni fetihler meydana getirmekti. Bu iki zümre birbirini dinlemiyor, birinin verdiği emir, diğerleri tarafından kasden tatbik olunmuyordu. Bu meyanda saf Mehmetçikler de zehirleniyordu."

Albay Ertürk, İstanbul'a dönüşünde Zeki Paşa da kendisine en güvendikleri Çatalca mevkiinde subaylarımızın İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye ayrıldığını, bunun korkunç bir bulaşıcı hastalık gibi orduya yayılmış bulunduğunu söylüyor ve ekliyor: "Bunun adına particilik diyorlar."

Bir komutan öbür parti safındaki meslektaşına burnu sürtülsün diye yardım etmiyor, diğeri de aynısını buna yapıyor. Siyaset yüzünden birlik ve bağlılığını yitirmiş bir ordunun başarılı olması mümkün mü? Nitekim olamıyor ve Bulgarlar soluğu İstanbul'un burnunun dibindeki Çatalca köyünde alıyor. Yaklaşık 1 milyon km² toprak ve 3 milyon insan kaybediyoruz. Eğer Bulgarlar ile Yunanlılar birbirine düşmeselerdi Edirne bile sınırlarımızın dışında kalabilir, Trakya sınırımız Tekirdağ'dan geçiyor olurdu.

Siyaset orduyu ikiye bölüp komutanları birbirine düşman etmiş ve sonuç, Balkan faciası olmuştu. Oysa savaştan önce Avrupa devletleri savaşı kazanacağımızdan o kadar emindiler ki, sonuç ne olursa olsun sınırların değişmeyeceğini ilan ediyorlar, İngilizler 'bari Sofya'ya kadar gidin de daha fazla ilerlemeyin' diye tavsiyede bulunmak ihtiyacını hissediyorlardı. Daha dünkü devletler karşısında uğradığımız bu hezimet, askerin siyasete karışmasının bir devlet için nelere mal olabileceğini gösteren çarpıcı bir misaldir.

Nitekim savaş devam ederken Enver ve Yakup Cemil beyler Babıali Baskını'yla silahlı darbe gerçekleştirerek iktidarın dizginlerini yeniden ellerine geçirecekler, işin garibi, devirdikleri Sadrazam Kâmil Paşa'yı Edirne'yi düşmana vermekle suçladıkları halde, onu bizzat elleriyle imza atarak Bulgarlara teslim etmekte sakınca görmeyeceklerdi. İyi de darbe Edirne'yi vermemek için yapılmamış mıydı?

Ve ihanet. Balkanlar'da son kalelerimizden İşkodra'da Hasan Rıza Paşa kahramanca direniyordu. Hani şu Abdülhamid'i tahttan indirmeye giden heyette bir Esad Toptani vardır ya, onun planladığı bir suikast sonucu Hasan Rıza Paşa şehit edilir ve yerine geçen Esad Toptani Paşa, 23 Nisan 1913'e kadarki göstermelik direnişten sonra İşkodra'yı Karadağlılara teslim eder. Ancak Düvel-i Muazzama bu büyük lokmayı suikastçı Esad Toptani'ye söz vermiştir, şehir Arnavutluk'a verilir. (Su testisi su yolunda kırılacak ve Esad Toptani de öldürülecektir.)

İttihat ve Terakki'nin içinden gelen Ahmet Bedevi Kuran şöyle der: "O sıralarda askerin subayına bağlılığı, subayların maiyetine güveni kırılmış, güvensizlik her iki tarafı manen birbirinden ayırmıştı." Zeki Paşa ise şunu ekliyor: "Yenilgimizin sebebi, komutanların askerlikten gayrı şeylerle meşgul olmalarındandır."

Komutanlarımızın "askerlikten gayrı şeyler"le uğraşmalarının önünü yüz yıldır alamıyoruz gördüğünüz gibi. Umarım bu defa başarırız. Yoksa durum vahim....

Zaman

Haber Ara