Yeni Şafak gazetesinde, pazar günü, Hilal Kaplan, ‘Yeni Kandil Muhipleri’ başlığı altında, benim Kürt meselesi konusundaki tavrımı tartışma konusu etmiş. Kürt meselesi veya başka bir konuda, ben de dâhil, kamuoyu önünde görüş ve tavır sergileyen herkesin söyledikleri tartışmaya açıktır, bu konuda hiçbir sorun yok. Sorun yazının başlığı; yazarın ‘Kandil bağlantısı’nın ‘suç’ olduğunu ve bu tür bağlantı imalarının ‘suç duyurusu’ mahiyeti taşıdığı gerçeğini dikkate almasını beklerdim. Söz konusu olan özensizlik de olsa, kendisine aydın, demokrat diyen kimsenin ‘muhbir vatandaşlığa’ tevessül etmemesini beklemek durumundayız.
Yok, anlayış bu değilse, o zaman oldu olacak tüm BDP’lileri, Bağımsız Adayları, onlara yakın duranları, hatta anlamaya çalışanları ‘suçlu’ veya potansiyel suçlu ilan edin olsun bitsin.
‘Ruhsuz ve duygusuz’
İşin bu tarafı bir yana, söz konusu yazıda o kadar çok konu başlığı var ki, neresinden başlayayım bilemiyorum. İsterseniz önce ve özetle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tavrımın bir ‘kara propaganda’ya malzeme olmasına alıştığımı, bu konuda niyet halis ise, bu kara propagandaya prim vermek yerine yazdıklarımı daha dikkatli okursa söylediklerimin isnat edilen iddialarla alakası olamayacağını anlayabileceğini belirteyim. Ayrıca, o dönemde, kendi gazetesinde çıkan ve benim söylediklerimle örtüşen bazı yazılara da göz atmasını tavsiye edeyim.
Son olarak, ama asıl önemlisi, gelelim Kürt meselesindeki tavrıma, daha doğrusu Kaplan’ın sorun ettiği ‘değişen tavrıma’. Kürt meselesine daha yakından baktıkça görüşlerimin ve tavrımın değiştiğini çeşitli vesilelerle yazdım. Kamuoyu önünde fikir beyan edenlerin kendi düşünce serüvenlerini izah etmeleri gerektiğini düşündüğüm için yazdım. Ama sadece o değil, daha önemlisi, başkalarına da daha yakından bakmalarını, göz ardı ettiklerini dikkate almalarını tavsiye etmek için yazdım. Son olarak, ‘Bir Halkı Anlamak’ başlığı altında geçmişte yazdıklarımın siyaseten ve rasyonel olarak makul bulunabileceğini, halen savunula- bileceğini, ama şimdi bu bakışı ‘ruhsuz ve duygusuz’ bulduğumu da bu nedenle özellikle belirttim.
‘Kısa sürede olup bitmedi’
Diğer taraftan, bu değişim kısa bir süre içinde olup bitmiş değil. ‘AKP iktidarının yapıp ettikleri illa başarısız olsun da ne olursa olsun’ gayretiyle hiç değil. Kaplan, bu kanaate varmadan önce, geçmişte yaptıklarımı daha dikkatli izlemiş olsaydı, bunun böyle olmadığını görürdü, tabii görmek istiyorsa. 2005 yılında, bir aydın grubunun Başbakan ile bir görüşme yapmasını sağlamak için elimden geleni yaptım. Başbakan’ın Diyarbakır ziyareti öncesi, (grubumuza katılmasını istediği dört gazeteci ile birlikte) bizi toplantıya davet edip görüşmesini büyük bir sevinçle karşıladık. Ama o dönemde de, AKP’ye İslamcı kanattan muhalif isimlerden, Nihat Genç’e kadar birçoklarının eleştiri ve hakaretlerine maruz kalmıştık.
Gösteri dünyası değil!
Daha sonra, 2007 seçimlerinin hemen ardından DTP’ye kapatma davası açılması üzerine yine bir aydın grubu olarak DTP’yi Meclis’te destek mahiyetinde ziyarete gittik. DTP’de gruba konuşma yaptık. Bu çabalar çerçevesinde, Kürt siyasal çevreleriyle çok uzun konuşma, tartışma imkânı buldum. Bir gün imkân olursa, tüm bu süreci daha uzun anlatmak isterim. Şimdilik kısaca, durduk yerde, bir daldan öbürüne zıplayan birisi olmadığımı söylemekle veya hatırlatmakla yetineyim.
Son olarak, genç demokrat bir aydına böylesi zor bir zamanda, Kürt siyasal hareketine yakın durmanın insanın kendi vicdanına hesap verebilmek dışında hiçbir getirisi olmadığını hatırlatmak isterim. Siyaset gösteri dünyası değil, hele zor konularda hafife alınır yanı yok. Bu alanı kim, ne adına ‘PR’ meselesi olarak görür bilemiyorum; ama umuyorum Hilal Kaplan şimdi olmazsa, belki benim yaşıma geldiğinde, bu denli ciddi işlerin PR gibi şeyler ile birlikte telaffuz edilmesinin ne kadar hakkaniyetsiz ve incitici olduğunu görür, anlar. Sadece o değil, niyet halis, sahihse ve kim sadece anlamak, sadece tartışmak istiyorsa görür, anlar; fazla söze hacet yok.
* Milliyet
* * *
İşte Hİlal Kaplan'ın Pazar günü Yeni Şafak'ta yazdığı "Yeni Kandil muhipleri" başlıklı o yazı:
Yazının başlığını Perşembe akşamı TVNET ekranlarında yayınlanan "Muhalif" adlı programıma konuk olmadan önceki saatlerde Perihan Mağden'le sohbet ederken beraber bulduğumuzu belirterek başlamalıyım.
Yarın da devam edecek olan bu iki yazıda, BDP'li Kürtlerin "akıl almaktan" gocunmadıkları iki ismin, o kadar da uzak olmayan bir geçmişte, Kürt meselesine nasıl baktıklarını kendilerinden alıntılarla ortaya koymaya çalışacağım. Neden mi? Çünkü Türkiye'de köşe yazarlığı âdeta bir "kurum" haline gelmiş durumda ve onların söylemleri pek çok gerçek entelektüelden daha fazla ses getiriyor, kamuoyunu etkiliyor. Dolayısıyla köşe yazarları da belli bir otorite konumuna yükselmiş oluyorlar.
Ancak "otorite" her zaman için ahlakî sorumluluğu beraberinde getirir. Mezkûr otoritenin ahlakîliğini belirleyen koşulsa, onun "hangi amaçla" kullandığıdır. Bu minvalde bazı köşe yazarlarının siyasal konumlanmalarındaki keskin değişikliklerin ve bu değişimdeki amaçlarının izaha muhtaç olduğunu düşünüyorum. Aslında basındaki pek çok kalem de mevzubahis yazarların ne tür savruluşlardan geçerek günümüze geldiğini bilse de garip bir çekingenlikle bu hususta söz söylemekten imtina ediyorlar. E, Perihan Mağden de bir süre daha köşe yazmayacağına göre iş başa düştü. Vira bismillah.
Ele alacağım ilk isim Nuray Mert. Özellikle onun üzerinde durmayı gerekli görüyorum. Zira Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana sergilediği performansın ibretlik olduğunu düşünüyorum. Kendisinin Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldiği ilk andan itibaren Ak Parti'ye "sistemle uzlaş" telkini yapan yazılar yazdığını hatırlarsınız. Ertesi yıl Ak Parti'ye kapatma davası açıldığı zaman da "demokratik mücadelesi"ni gözlerimizi yaşartan bir cüretle sürdürmüştü. İşte bir zamanlar Ak Parti'nin halk onaylı meşru gücünü kullanmaması için "uzlaşma" çağrıları yapan yazarımız, geçenlerde BDP'ye halk onaylı meşru gücünü Meclis'e gelip kullanmaması veya PKK'ya "Saldırıları durdur" çağrısında bulunmaması sebebiyle getirilen eleştiriler karşısında "hayrete düşerek" şöyle yazabildi:
"Aslında, uzlaşmayı hep 'güçsüz olan' veya 'güçsüz olduğu düşünülen'den beklemek uzlaşma falan değil, düpedüz 'güç gösterisi'. Söz konusu olan, güçsüz olanın, güçlüye boyun eğmesini beklemek, güçlünün hep haklı olduğunu varsaymak, hatta haklı olmak zorunda bile olmadığını düşünmek." ('Demokratik baskı' ihtiyacı", 21.07. 2011, Milliyet)
Kendini "yönetim değişikliği" ilan edecek kadar güçlü gören ve "Tartışmıyoruz; biz yaptık oldu" diyen BDP'lilere "güçsüz" muamelesi yapmak ne kadar doğru tartışılır. Ancak statüko sayesinde erken seçime gitmek zorunda bırakılan dönemin "güçsüz"ü Ak Parti'ye "Uzlaşmazsan rövanşistsin, fetihçisin, iktidar mutlakçısısın" diyen birisinin bu yazdıklarını "hayrete düşerek" okudum.
Devam edelim. Mert'in demokratik açılımın ilk döneminde ortaya attığı "Bu gidişle Türk sorunu çıkacak" teziyle, geçtiğimiz günlerde şarkıcı Aynur'un başına gelen hadisede olduğu gibi, "hassas vatandaşlar"ın sırtını sıvazlayan bir duruş gösterdiğini anımsayalım. Günümüzde Başbakan Erdoğan, halkı "Türkiye Türklerindir" (Bu sloganı bir yerden gözüm ısırıyor ama) anlayışından Türkiyeliliğe getirmişken; hükümet, bir zamanlar Kürt siyasîlerinden duyduğumuz nerdeyse tek cümle olan "Öcalan muhatap alınsın" talebini meselenin tarihinde ilk defa ve halkı ikna ederek açıktan gerçekleştirmişken; yani meseleyi Ak Parti'nin çözme ihtimali ufukta belirmişken Mert gibi yazarların BDP'lilerle ağız birliği içinde "Kandil ne diyorsa odur" çizgisine gelmesi bence hiç de tesadüf değil.
Nuray Mert, muhtemel bu yazıdaki gibi bir dökümün ortaya konabileceğini kestirdiğinden, geçtiğimiz sene Diyarbekir'de gerçekleştirilen "Demokratik Özerklik Çalıştayı"na katıldığından beri Kürt meselesinde nasıl "hidayete erdiğini" kamuoyuna anlatmaya başladı. Sebahat Tuncel'in kendisine hitaben "Senin Kürt meselesinde gönül gözün açılmış" sözü üzerinden az 'PR'ını yapmadı. Ancak onca PR'a rağmen, arşiv diye bir şey hâlâ duruyor. Nuray Mert "gönül gözü" açılmadan önce "Kürt hareketi"ne nasıl bakıyormuş görelim:
"(...) Eskileri sanki her derde deva olmuş gibi, yeni bir ulus inşa etme hevesine kapılıp, yine elalemin çocuğunu dağa çıkaran, onları bölgenin en güçlü ordularından birisinin karşısına dikip, ölüme gönderirken, 'özgürlük' nutku atanların, bunun üzerinden siyasî kariyerlerine devam edenlerin pişkinliği." ("Yas tutmayı bilmek", 28.02.2008, Radikal)
Ve Nuray Mert, demokratik açılım daha portakalda vitaminken hakkında bunları söylediği siyasetçilerle, sadece üç yıl sonra, aynı seçim otobüsünün üstüne çıkıp onlarla beraber "zafer işareti" yapacaktır...
Çok merak ediyorum. Bir siyaset bilimci olan Mert, bu üç yıl içinde, "ulus-devlet"in ya da "ulusal birlik" anlayışının yol açacağı sonuçlara dair nasıl bir aydınlanma yaşadı da günümüzde demokratik özerkliğin en öncü savunucuları arasına karıştı? Ya da "gönül gözü"nün açıldığını test edip onaylayan Sebahat Tuncel, geçtiğimiz günlerde canlı bomba saldırısıyla askerleri öldüren bir PKK'lı kadının kendi özgürlük mücadelelerine yaptığı katkıyı ballandırarak anlatırken yukarıdaki cümleleri hiç aklına düştü mü? En önemlisi "Demokratik özerklik değil, yas ilan etseydiniz" diyen Orhan Miroğlu'na kendince hakaret ederken "yas tutmayı bilmek" hakkında uzunca ahkâm kestiği bu yazı hatrına gelmiş midir acaba?
Nasipse yarın "Ak Parti çözmesin de, ne olursa olsun"cu, 'yeni Kandil muhipleri'nden bir diğeriyle devam edeceğiz.