Hasan Turabi Arap devrimlerini değerlendirdi
Sudan İslami hareketinin liderlerinden Hasan Turabi İstanbul'daydı. İleri yaşına rağmen enerji dolu olan Turabi, Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir'in ağır baskılarına maruz kalan bir lider.
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-07-21 15:50:54
Bülent Şahin Erdeğer / TIMETURK
Dr. Hasan Turâbî, son dönemde yetişen sayılı İslâm düşünürleri arasında anılmaktadır. Turâbî’nin İslâm düşüncesi yenilikçi ve günün sorunlarına çözüler arayan bir karaktere sahiptir. Onun fikriyatını önemli kılan diğer bir husus ise din ile siyaseti birbirinden ayırmaması, dolayısıyla İslami görüşleri çerçevesinde ülkesi Sudan’da önemli bir siyasi figür olmasıdır. 1964’ten bu yana Sudan İslâmî Hareketinin liderliğini yapan Turâbî, Ömer el-Beşir ile birlikte yaptığı ittifak ile 1985’te Sudan yönetimine gelmişti. Daha sonra Beşir’in despot politikalarını eleştirdiği için sakıncalı bir muhalif durumuna düşen Turâbî’nin Sudan’da halen İslâmi ve siyasi çalışmaları sürmektedir.
Tefsiru’t Tevhidî adında bir tefsiri bulunan Hasan Turabî’nin Türkiye’de de “Sudan İslâmi Hareketi, İslâmî Düşüncenin İhyâsı, Namaz, Sudan İslam Projesi, Özeleştiri ve Yenilenme Sorumluluğu, Dinî Şiarlar” gibi eserleri Türkçeye çevrilmiştir. Tefsirinin Türkçeleştirme hazırlıkları "Mana Yayınları" tarafından devam eden Üstad Turâbi ile son dönemde esen Arap Baharı rüzgarlarını, Sudan’ın bölünmesini ve İslam düşüncesinin yenilenme ihtiyacını konuştuk. Türkiye'ye birçok günlük ziyarette bulunan üstad Turabi ile Grand Cevahir Otel'de biraraya geldik.
DİNİN ŞİARLARI ÜZERİNDE İYİ DÜŞÜNÜLMELİ
- Üstad, Siz bugün öncelenmesi gereken gündemin ne olduğuna inanıyorsunuz?
Müslümanlar kendilerine verilmiş olan büyük bir nimetin üzerinde oturuyorlar ama bundan habersizler. Bir hazinenin üstünde oturup açlıktan ölen insanlar gibiler. Nedir bu nimet? İslam’ın değerleri ve ahlakı tabi. Bu değerler ve ahlaklar manzumesini İslam şeriatı çeşitli sembollerle ebedileştirmiştir. Müslümanlar ise bu sembollerin zahiri kalıplarına yoğunlaşıp ifade ettikleri anlamları ise unutmuşlardır. “Dinin Şiarları” isimli eserimde ben bunları ayrıntılarıyla izah etmeye çalıştım. Tıpkı Ali Şeriati’nin “Hacc” kitabında yapmaya çalıştığı gibi. Müslümanlar her gün defalarca yaşadıkları bu şiarların gerçek anlamlarının farkında olsalar bu onlarda bir bilinç oluşturacak. Örneğin Namazın ruhunu kavrasalar.
Cemaatle namazın aslında bir siyaset ve toplum anlayışını özetleyen bir şiar olduğunun farkına varsalar. Örneğin cemaat “kendi içinden” herhangi birini imam seçebilir. Cemaat arasında protokol ve ayrıcalık yoktur herkes aynı safta durur… Örneğin insanlar tesbihat yaparlar bu cemaatin tefekkür etmesinin simgesidir. Yoksa anlamsız biçimde yüzlerce kez bir kelimeyi tekrar etmesi anlamına gelmez. Tesbihat, ilmin amelleşmesinin şiarıdır. Arapça’da birbiriyle bağlantılı kavramlar aynı harf gruplarının farklı versiyonlarıdır. İlim (Bilgi) ile Amel (Eylem) kavramlarının böyle bir etimolojik akrabalığı vardır. Dikkat edin A-L-M ile A-M-L arasında sadece L ve M harfleri yer değiştirir. Buradan ilmin amelin ışığı olduğu ama amelsiz ilmin bir anlamının olmadığı düşüncesine ulaşırız. Örneklendirirsek, zifiri bir karanlıkta ilim arabanın farı (ışığı) ve amel de arabanın kendisidir.
Bizler öncelikle dünyadaki İslami hareketler olarak Dini Şiarlardan hareketle yeni bir toplum anlayışı ve siyaset fıkhı üretmeliyiz. Maalesef bugün İslami hareketlerde bazı zaafları görüyoruz. Bu zaaflar aşılırsa Batının korktuğu “İslam” gerçekten de zalimleri tedirgin edecek bir İslam Ümmetine dönüşebilir. Fransız bir diplomata Batı teknolojik ve silah olarak Müslüman toplumların çok ilerisinde olmasına rağmen neden İslam’dan korkuyor diye sormuştum. Cevabı ilginçti. Dedi ki, "Siz Arap çölünün ortasında yeni bir din ile doğruldunuz ve o bedevi halinizle Fransa kapılarına kadar gelebildiniz. Bugün küreselleşen dünyada bilgi seviyesi ve imkanlar olarak daha çok şeye sahipsiniz. Mesela sizler Fransızca ve İngilizce biliyorsunuz. Gelecekte ilk defa geldiğinizden daha ileriye de geçebilirsiniz." Aynen bu endişesini dile getirdi. O zaman bizler öze dönmeli kendimizi yenilemeliyiz.
- Nedir bu zaaflar?
İslami hareketler etnik temellendirmelerden kaçınmalı ve evrensel söylemler geliştirmeliler. Türk, Arap gibi kimlikleri aşmalıyız. Öncelikle tüm insanlığı muhatap alan bir dil geliştirmeliyiz. Müslüman olmayanları da kuşatabilecek bir merhamet ve perspektife sahip olabilmeliyiz.
İslami hareketler ikinci olarak artık bir araya gelebilmeliler. Her cemaat kendi içinde şurâyı gerçekleştirmek zorunda. Sonra da diğer İslami hareketlerle bir araya gelip istişare yapmak zorunda. Ama gelin görün ki, dünyadaki pek çok İslami grup ya tek bir kişiye bağlı ya da belli bir grup yönetiminde. Yani ya diktatör ya da oligarşi ile yönetiliyorlar. Kendi işlerinde böyle olan İslamcılar içlerinde yaşadıkları topluma siyaset fıkhı alanında despotluktan ya da oligarşiden başka ne önerebilirler? “Siyaset Fıkhı” isimli eserimde konuyu detaylı biçimde tartışıyorum. Örneğin halen gelenekte yer alıyor diye tüm İslam aleminde tek bir halife olmalı o da Kureyş’ten olmalı diye ısrar edecek miyiz? Bu gibi şeyleri mutlaklaştırırsak bunu gelecekte nasıl uygulayabileceğiz! Şurâ bir danışma kurulu değildir. Şurâ bizzat karar alma organıdır. Onu da kabilelere ya da cinsiyetlere ayıramayız. Şurâ kadın-erkeğiyle genci yaşlısıyla herkesi kapsar. Kadınlar Akabe’de Hz. Peygamber’le sözleşme yapmışlardır ve ilk kez Hz. Osman döneminde doğrudan iktidar seçimine katılmışlardır. Batı bunu bin yıl sonra akıl edebildi.
İslami hareketlerin gayri Müslim kesimlerle ilişkileri de problemli. Bir arada yaşama kültürü geliştirmediklerinden despotlardan kurtulduklarında ya birbirlerine düşüyorlar ya da yeni dayatmaların sözcüsü oluyorlar. İslamcıların diğer bir problemi de somut önerilerinin ve programlarının olmayışıdır.
HALKLAR ARTIK YETER DEDİLER
-Bu zaaflar ışığında Tunus’ta başlayan ve Mısır’la devam eden Arap Baharını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Arap ülkelerinde hüküm süren iktidarların istisnasız hepsi küresel güçlerin desteğiyle koltuklarında oturuyorlar. Neden?
Çünkü küresel efendilerine ülkelerinin yer altı ve yerüstü zenginliklerini pazarlıyorlar. Bunun karşılığında da kendi kasalarını dolduruyorlar. Bin Ali ve Mübarek bunun en güzel örneğiydi. Milyarlarca doları kendi ceplerine indirmekten çekinmediler. İnsanlar açlıktan kıvranırken bu yöneticiler zevkü sefa sürdüler. Bu yöneticiler ya Tunus gibi laiklik ile ya da Suudiler gibi dini baskılarla halklara seçim hakkı vermediler. Öyle vahşileştiler ki hizmet ettikleri sömürgecilerden bile daha zalim hale geldiler. Örneğin bir Fransız İnsan Hakları yöneticisinin Mübarek hakkındaki izlenimlerini size aktarabilirim.
Batı'nın Mısır’daki İslami hareketleri susturması için Mübarek’e istekte bulunduklarında Mübarek’in cevabı mealen şöyle oluyor: “Siz hiç merak etmeyin ben onları sadece yeryüzünden silmekle kalmayacağım yer altında ve havada bile barınamayacaklar! Sudan'da onların kafalarına vura vura susturdum. Şimdi de Gazze'de ortaya çıkmaya çalışıyorlar. Onların önlerine kalından bir duvar örüyorum. Duvar, hem yerin çok altında hem de çok üstünde uzunca bir kalın duvar olacak. Böylece bir daha hiçbir zaman inlerinden çıkamayacaklar.” Fransız İnsanları Hakları eylemcisi Mübarek’in bu kraldan çok kralcı tavrı karşısında Batılıların bile irkildiğini anlatmıştı bana… Halklar böylesi vahşileşen despotlardan kurtulmak için ayağa kalktılar. Onların bu eylemi bu açıdan bile insanlık tarihine geçmiştir. Barışçıl yöntemlerin kullanılmış olması da önemli bir noktadır. Çünkü Müslümanlara zulmeden güçlerin hepsi terörizm kavramı arkasına sığınmış durumdalar. Çin Doğu Türkistan’da, Rusya Çeçenistan’da, ABD tüm dünyada hep terörizmi bahane ederek baskı politikaları üretiyor. Oysa Arap halkları şiddete başvurmadan devrimlerini yaptıklarından rejimler böyle bir bahane üretemediler. Ama şimdi önümüzde daha çetin bir sınav duruyor…
DEVRİMLER YENİ BİR FIKHI ZORUNLU KILIYOR
-Nedir o sınav Üstad?
Bahsettiğim gibi özelde İslamcıların genel olarak ta bölgemizdeki tüm kesimlerin problemi somut önerilerinin ve programlarının olmayışıdır. Despotlar gittikten sonra nasıl bir medeniyet perspektifi ve bilincimiz olmalı? Nasıl bir kadın, ekonomi, tarım, insan hakları ve siyaset fıkhımız olmalı? Bu sorular üzerine altı dolu cevaplar verilebilmiş değil. Bu da Arap toplumlarının olgunlaşmasıyla ilgili bir durumdur. Tüm kesimlerin ortak katılımıyla oluşturulacak şûra mekanizmalarının oluşturulması gerekmektedir. Hesap verebilen devlet başkanları için sağlam temellere oturmuş bir demokrasiyi dini düşünceyle çatışmayan bir demokrasiyi Batı’dan ziyade kendi değerleriyle üretebilmeliyiz.
Biz bu tecrübeye sahibiz. İslam medeniyetinde gayrimüslimlerle birlikte barış içinde çok hukuklu biçimde yaşama tecrübemiz var. Ama hem Şiilikte hem de Sünnilikte bir siyaset fıkhı eksikliği mevcut onu da İslam düşünürleri aşmalı. İslam düşüncesi kendisini yenilemediği sürece siyasette ve toplumda dünya halklarına söyleyecek bir sözü olmayacak. Onun için Tevhidî dünya görüşü üzerine, Kur’ân’ın evrensel mesajları üzerine yoğunlaşmalıyız. Ben Tefsiru’t Tevhidî isimli tefsirimde gücüm el verdiğince bunu yapmaya çalıştım.
- Ortadoğu’da Devrimlere şahit olurken Sudan’da da bölünmeyle karşılaştık. Siz Sudan’ın önemli bir siyasi ve fikri önderi olarak son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sudan’ın bölünme süreci aslında baskıcı siyasetlerin nasıl başarısız olduğunun göstergesidir. Ben başından beri Güney Sudan’da yaşayan Hıristiyan kesimle diyalog taraftarıydım. Sorunların silahla çözülemeyeceğini anlatmaya çalıştım. Ama maalesef Ömer el-Beşîr problemleri oturup konuşmak yerine askeri yöntemlerde ısrar etti. Beşîr, diğer Arap Diktatörleri gibi davrandı. Darfur’da katliam yaparak, Güney Sudan’daki Hıristiyanlarla savaşarak Sudan’ı emperyalizmin kucağına itti. Başından beri böyle bir fırsat bekleyen Batılı güçler Hıristiyanlara destek çıktılar ve Güney Sudan bağımsızlığını ilan edebildi. Kendi halkınıza katliam yaparsanız ya da onlarla savaşırsanız o halka başkaları sahip çıkabilir maalesef…
- Suriye Devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sudan’daki durum Suriye için de geçerli. Baskı her zaman geri teper. Ama Suriye’nin farkı orada yönetimin zaten azınlık durumunda olmasından kaynaklanıyor. Rejimin sağlam bir ideolojisi bile yok. Baasçılık çok geride kaldı. İşin esası ABD ve Sovyetlerin bölgede İsrail’in güvenliği için zayıf iktidarlar istemesinde yatıyordu. Siyonizme gerçek tehdit oluşturan İslami hareketleri bastıran zayıf iktidarlar. Yani Mısır, Ürdün ve Suriye rejimleri… Esed rejimi yıllardır halkı baskıyla susturdu. Ama onlar da sonunda tankların önünde durma cesaretini gösterdiler. Neden? Adalet ve Özgürlük için! Beşşar Esed reform sözünü tutsaydı bu noktaya gelinmezdi ama o diğerleri gibi halkıyla savaşmayı tercih etti. Tüm Müslümanlar Suriye Devrimini, Yemen’de, Bahreyn’de ve diğer yerlerde olan Arap devrimlerini desteklemeli.
Hasan Turabi ile 3 yıl önce Timeturk'ün yaptığı başka bir röportaj:
Turabi: Tasavvufu yeniden düşünmeliyiz
SON VİDEO HABER
Haber Ara