Japon Dışişleri Bakanlığının Aylık Dergisi Gaikou (Diplomasi), Türkiye'nin diplomasideki etkinliğini bir anda nasıl artırdığını araştırdı. İşte, dergide yayımlanan yazının tam hali;
Türkiye’de 12 Eylül 2010'da dönüm noktası olan bir referandum gerçekleştirildi. AK Partinin önayak olduğu bu referandumun hedefi, 1982 yılında askerî yönetim tarafından yürürlüğe konan anayasayı halkın eliyle hazırlanmış bir anayasa ile değiştirmekti. Referandumun 12 Eylülde gerçekleştirilmiş olmasının sembolik bir önemi vardı. O tarihten tam 30 yıl önce, 12 Eylül 1980 tarihinde, meclis çalışmalarını sona erdirip siyasi partilerin faaliyetlerini yasaklayan ve şehirlerin askerlerle dolup taşmasıyla sonuçlanan darbelerin sonuncusu vuku bulmuştu. Türkiye'de ordu 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde olmak üzere dört kez siyasete müdahalede bulundu. 1971 yılında ordunun “muhtıra” vermesi sonucunda, 1997 yılında ise Millî Güvenlik Kurulunda dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’dan geri çekilmesini talep etmesiyle hükûmet düştü. Bunlar “uyarı” tipi askerî müdahalelerdi. Şehirlerde tankların dolaştığı, askerlerin halkın ifade ve hareket özgürlüğünü kısıtlaması şeklinde kendini gösteren askerî darbeler ise 1960 ve 1980 yıllarında olmak üzere iki kez gerçekleşti.
Son 30 yılda ve özellikle de son 10 yılda, Türkiye’deki siyasi durumda köklü değişimler yaşandı. Özetle söylemek gerekirse bunlardan biri, Batı Avrupa ülkelerinin dile getirdiği “demokratikleşme” yönünde büyük adımlar atılması, bir diğeri ise cumhuriyetin kurulmasının (1923) ilk yıllarından itibaren katı bir şekilde korunan devlet prensiplerinden biri olan laikliğin gitgide yumuşatılmasıdır. Bunlardan ikincisi hakkında “yumuşatılma” kelimesini kullanmış olmak, durumun daha iyiye yöneldiği anlamında yorumlanabilir. Gerçekten de yurt içindeki İslamcılar için bu durumda iyileşmeler söz konusudur. Laiklik taraftarları açısından ise bu, devlet ilkelerinin ortadan kalkmasına yönelik bir tehdit olarak yorumlanabilir.
12 Eylüldeki referandumda halkın yüzde 58’i anayasa değişiklikleri için olumlu oy kullandı. Bunun sonucunda hükûmet, anayasa değişikliği ve sivil anayasanın hazırlanması için mevcut anayasayı değiştirme çalışmalarına başladı. Referandum öncesi ve sonrasında hükûmetin sürekli olarak vurguladığı, askerî yönetim döneminde hazırlanan anayasanın sorunlu noktalarını ortaya koyup bunları değiştirmek suretiyle gerçek anlamda sivil bir anayasanın hazırlanabileceğiydi. Bununla birlikte, 1982 Anayasasını hazırlayan askerî yönetim, yani parlamenter demokrasiyi askıya alan Kenan Evren (daha sonra cumhurbaşkanı oldu, ancak darbeden hemen önce genelkurmay başkanıydı) yönetiminin, demokrasiye karşı işlediği “suçları” yargılamanın mümkün hâle geleceği de vurgulanmaktaydı.
Referandumun hemen sonrasında Türkiye’de bulunduğum kısa süre içinde televizyonlardaki tartışma programlarını izledim ve zamanın değiştiğini hissettim. Tartışmalara katılan akademisyenler, korkmadan anayasanın 2’nci ve 3’üncü maddelerinin de gözden geçirilmesi hakkında konuşuyordu. Anayasanın 2’nci maddesi (mevcut Anayasa 1982 yılında yürürlüğe girmiştir ancak daha önceki anayasalarda da aynı madde mevcuttu) özetle ülkenin insan haklarına saygılı ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu ifade eder. 3’ncü madde ise Türkiye’nin bölünmez bir bütün olduğunu, resmî dilinin Türkçe olduğunu, bayrağının kırmızı fon üzerine beyaz hilal ve yıldızdan oluştuğunu, milli marşının İstiklal Marşı, başkentinin Ankara olduğunu belirtir. Bunların yanı sıra, 4’üncü madde, 1’inci maddede belirtilen Türkiye’nin bir cumhuriyet olduğu ilkesi ve 2’inci maddede belirtilen devletin temel ilkeleri ile 3’üncü madde’nin içeriklerinin değiştirilemez ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemez olduğunu belirtir.
Benim şaşırma nedenim, değiştirilmesi mümkün olmayan bu maddelerin bile tartışmaya açılması gerektiği yönündeki görüşlerin nadir olmamaya başlamasıydı. Dikkat edilmesi gereken, Atatürk’ün cumhuriyeti kurmasından bu yana devletin temeli kabul ettiği “laiklik” ilkesi hakkında dahi “tartışılamazlık” engelinin kalkmış olduğudur. Türkiye’de demokratikleşme; devletin kuruluşundan bu yana cumhuriyetin idealleri ve ilkeleri olarak kabul edilenlerin yıkılması, bunlardan özellikle laikliğin reddi ile katı milliyetçiliğin yumuşatılmasına yönelik bir şekilde ilerlemektedir.
Referandumdan bu yana hükûmet yetkilileri ve özellikle de Başbakan Erdoğan, “12 Eylül” ifadesini 30 yıl önceki askerî darbenin tarihi değil, referandumun tarihine atfen kullanmaya başlamıştır. Bu durum, hükûmetin 12 Eylülü bir demokratikleşme bayramı olarak konumlandırma isteğini yansıtmaktadır.
Devlet ilkelerinin katı bir şekilde uygulanması, Orta Doğu’da bulunan Türkiye’nin ulus-devlet yapısına kavuşması için elzemdi. Belirtmek gerekir ki Orta Doğu ve İslam dünyasında Türkiye haricinde, devlet ilkeleri ve yapısı bu denli düzenli olan bir ülke daha bulunmamaktadır. İslam ülkelerinin demokratikleşmesi gerektiğini dillerinden düşürmeyen Batı devletleri ve entelektüellerinin öncelikle bu durumu iyice kavramaları gerekmektedir.
Müslüman toplumlarda “demokratikleşme” gerçekleştirilecekse bunu Batının istediğinin aksine, bir İslamlaşma eğilimi ile birlikte sürdürmekten başka çare de yoktur. Olup bitenleri yakından takip eden liberal Müslüman entelektüeller, İslam’ın modernleşmesinden söz etmektedir. Basitçe ifade edilirse bu söz, İslam’ın getirdiği kurallar arasından günümüze uygun olmayanlardan vazgeçilmesi veya bunların yorumunun değişmesi anlamına gelmektedir. Bu tür “basite indirgenmiş açıklamalara” kulak verince onlar da Batı Avrupa’nın yaşadığı modernleşme adımlarını gecikmeli de olsa anladılar diye düşünmek Batıda sık rastlanan bir düşünce tarzı. Ancak aslında bu düşünce, birçok hâlde Müslüman toplumların halklarının siyaset bilinciyle ters düşmektedir.
Sadece Türkiye’dekiler değil dünyadaki bütün Müslümanlar, Batıyı taklit ederek modernleşmeyi gerçekleştirseler dâhi mutluluğu elde etmek şöyle dursun, Müslümanlara karşı baskıların şiddetleneceğini kendi deneyimleriyle bilmektedirler. Yaşamlarının maddî olarak refaha kavuşacağı veya tıbbî teknikler sayesinde rahatsızlıklarının üstesinden gelecekleri gibi yararları inkâr etmiyorlar. Bunların çağdaş Batı uygarlığının ürünleri olduğunu Müslümanlar da anlamaktadır.
Diğer yandan Filistin, Irak, Afganistan, Mısır, Çeçenistan ve benzeri ülkelerdeki üzüntülerin, Tanrı’yı bir kenara itmiş çağdaş Batının ulus-devletinin kaba kuvvete dayanan yönetiminden kaynaklandığını da biliyorlar. Dahası bu durum, Müslüman genç nesillere İslam’dan uzaklaşma korkusunu da aşılamaktadır.
Türk hükûmeti için anayasa değişikliğinin ardında yatan temel neden, laiklik ile ilgili maddelerdir. Bu durum, hükûmetin anayasa değişikliği ile paralel olarak tartışılmasını teşvik ettiği somut bir konuya bakılınca kolaylıkla anlaşılabilir. Bu konu, Müslüman kadınların türban veya başörtüsü kullanmasının serbest bırakılmasıdır.
Eylül 2010’da halk, devlet üniversitelerinde başörtüsü takmanın serbest olup olmayacağı konusuna odaklanmıştı. Mahkemeler ve diğer yargı kurumlarında başörtüsü takmak söz konusu olduğunda problem daha da ciddi bir hal almakta ise de hükûmet o aşamaya varan taleplerde bulunmadı. Şimdilik halkın rızasının kolaylıkla alınabileceği insan hakları perspektifinden yaklaşarak serbest bırakılmanın önünü açmaya çalışmakta ve bu çerçevede devlet üniversitelerinde öğrenim gören kadın öğrencilerin başörtüsü yasağını kaldırmayı gündeme getirmektedir.
Sonuca bakacak olursak referandumun hemen arkasından başörtüsü yasağı kalktı. İstanbul Üniversitesinde bir grup öğretim üyesinin başörtülü öğrencileri derse kabul etmeyeceklerini açıklamalarına karşılık Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı, bütün üniversitelere, bundan böyle başörtüsünden dolayı eğitim hakkının engellenemeyeceğine dair bir bildiri gönderdi. İslam’ın siyasete müdahalesinin önündeki en büyük kalkanı laiklik olarak gören laiklik yandaşları için bu durum, ülkenin kurucusu Atatürk’ün belirlediği devlet ilkelerine karşı açık bir meydan okumaydı ve hakaretten başka bir şey değildi. Ancak günümüzdeki Türk toplumuna bakarak konuşulacak olursa başörtüsü takmayı serbest bırakmak artık kamuoyunun yönelimlerine uygun, doğal ve demokratik bir açılım hâline dönüştü.
-Şiddetle Arzulanır Olmaktan Çıkan AB Üyeliği--
2002 yılında kurulan AK Parti hükûmeti açısından, AB üyeliği müzakerelerinde aşama kaydetme sinyalleri alınmaya başladığı bir zamanda iktidara gelmiş olmak, diplomasi alanındaki etkinliği ciddi biçimde artırmak için -her ne kadar tesadüfen ele geçmiş de olsa- son derece yararlı bir fırsattı. Batının gerek medyası ve gerekse entelektüelleri bu konuda sıklıkla yanılgıya düşmektedir. Ama Türkiye’nin Batı dünyasının kurallarına uyma isteği sergileyip AB üyeliğini ciddi biçimde arzulaması, Türkiye’nin etkinliğini artırmış değildir. Bu, laikliğin bekçisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından beceriksizce denenmiş fakat AB üyelik müzakerelerinde hiçbir sonuç getirmemiştir.
İslamcılığı temel eksen olarak benimsemiş Erdoğan hükûmeti için, AB üyeliği iki yanı keskin bir kılıçtır. Şayet üyelik, hiçbir itiraz olmaksızın gerçekleşirse AK Parti hükûmeti yurt içinde İslami muhafazakâr çevrelerin desteğini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “şiddetle arzulanır” olan AB üyeliği, Türkiye’nin Avrupa’nın bir üyesi olarak görülmesi eğilimindeki Avrupalılaşma yandaşları, laiklik taraftarları ve ulusalcılar tarafından öne sürüldü. Siyasi partiler olarak söylemek gerekirse yukarıda sözünü ettiğimiz CHP bunun tipik örneğidir. Şayet üyelik gerçekleşirse Ermeni katliamının tanınması, Kürtler için insan haklarının genişletilmesi ve AB bölgesi içinde serbest dolaşımın ciddi biçimde kısıtlanmasına kadar varan AB’nin öne sürdüğü birçok dezavantajlı şart, doğal olarak Türkiye tarafından kabul edilmiş olacaktır.
AK Parti hükûmeti AB üyeliğini istemektedir. Ancak laiklik taraftarı partilerin iktidarda oldukları zamanlardan farklı olarak Türkiye’nin “Avrupalılaşması” başlıca vurgulanan konu değildir. Üyelik gerçekleşmese bile AK Parti hükûmetinin bundan göreceği zarar sınırlı olacaktır. Nitekim müzakereleri başlatma kararını AB’nin kendisi aldığından (2004 yılındaki AB Liderler Zirvesi) ve müzakerelerin sessizce sürdürülmüş olmasından ötürü, müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanması hâlinde bile, AK Parti için bir mağlubiyetten söz etmek mümkün değildir. Halkın büyük çoğunluğunun zaten düşündüğü şekilde, “Sonuçta AB, bir Hristiyan kulübünün ötesinde bir oluşum değil.” denildiğinde konu kapanacaktır.
AK Parti hükûmetinin şanslı olduğu konulardan biri de üyelik müzakerelerinin başlaması esnasında AB üyesi ülkelerden mantık dışı eleştiriler gelmiş olmasıdır. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan kamuoyunun desteklediği liderler (Sarkozy ve Merkel), aniden Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatmaya yönelik harekete geçtiler. Getirdikleri mantıksız eleştirilerde belli başlı birkaç aşamadan söz edilebilir.
Bunlardan birincisi, "Türkiye bir İslam ülkesidir ve Hristiyan Avrupa’ya uygun değil." şeklindeki, ilk bakışta normal gibi görünen fakat aslında din düşmanlığı barındıran düşüncedir. AB, birçok temel ilkesinde bir “Hristiyan kulübü” olmadığını iddia etse de 11 Eylülle birlikte AB halklarında hâsıl olan “Hristiyan Avrupa” düşüncesi, Türkiye’nin dışlanması olarak kendini göstermiştir. Bunlar, AB üyesi ülkelerin halklarının “farklı kültürlerin bir arada yaşamasını teşvik etmesi gereken AB halkları” olmakta başarısız olduklarını gösteren irrasyonel düşüncelerdir.
Bir diğer mantık dışı iddia ise 2 Ağustos 2005 tarihinde zamanın Fransa Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin tarafından aniden ortaya atılan, üzerinde biraz düşünülmüş olan retoriktir. Türkiye, mevcut tam üyelerden Kıbrıs Cumhuriyeti’ni henüz tanımamıştır. De Villepin’in sözlerinin özeti, üye bir ülkeyi tanımamış olan bir ülke ile üyelik müzakerelerinin gerçekleştirilemeyeceğidir. Kıbrıs sorununun geçmişini bilmeyen insanlar için bu ifade gayet mantıklı bir düşünce gibi görünebilir. Lakin bu ifadenin mantık dışılığı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Rum kökenli Güney Kıbrıs’ı ifade etmektedir) statükosunu kabullenip ülke olarak tanımasının, AB üyelik müzakerelerinin ta en başından bu yana Türkiye için ön koşul teşkil etmemiş olmasında yatmaktadır. Yazacak yer darlığı nedeniyle ayrıntılara girilmeyecektir.
1970’li yılların başlarından bu yana kuzey ve güney şeklinde bölünmüş olan Kıbrıs sorunu hakkında 1959 tarihli Zürih ve Londra antlaşmaları uyarınca Rum kökenli Güney Kıbrıs halkının arkasında Yunanistan’ın; Türk kökenli Kuzey Kıbrıs halkının arkasında ise Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın eski hâkimi ve adada iki yerde egemen toprakları bulunan İngiltere’nin “garantör devlet” statüleri mevcuttur. Bu nedenle, parçalanmış bir Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi konusuna öncelikle dâhil edilmesi gerekenler bu üç devlettir.
Kıbrıs sorunu konusunda Mayıs 2004’te AB, çok büyük bir hataya imza attı. Hemen öncesinde BM tarafından Annan Planı ortaya konuldu. Kuzey ve Güney Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi için bir referandum gerçekleştirildi. Ancak uluslararası tanınmaya sahip Rum kökenli Güney Kıbrıs bu planı reddetti. Diğer yandan uluslararası arenada Türkiye tarafından haksız bir şekilde işgal altında tutulduğu öne sürülen Türk kökenli Kuzey Kıbrıs halkı, BM planını kabul etti. Sonuçta yeniden birleşme sağlanamadı ve geçici olarak sadece uluslararası tanınmaya sahip Rum kökenli Güney Kıbrıs, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak 1 Mayıs tarihli AB genişlemesi ile resmen AB üyesi hâline getirildi.
Hâl böyleyken Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıması beklenemez. 1960 ve 1970’li yıllarda Rumların saldırılarına maruz kalan Kuzey Kıbrıs’ın Türk kökenli halkı için, Türk ordusunun adada konuşlandırılmış olması can güvenliklerinin korunması bakımından son kalkandır. Kuzey ve Güney arasında bölünmüşlüğü ortadan kaldırmadan sadece Rum kökenli Güney Kıbrıs’ı tam üye yapmak, AB’nin sıkça görülen başarısız politikalarına bir örnek olup bunun sorumluluğunu Türkiye’ye yıkmanın akla uygun tarafı yoktur.
Bütün bunları bilmesine rağmen Kıbrıs konusunda herhangi bir menfaati olmayıp dahası garantör ülke sıfatına da sahip olmayan Fransa'nın Dışişleri Bakanı, aniden Kıbrıs’ın tanınmamış olması sorununu ortaya koyarak Türkiye’nin tam üyeliğini engellemeye çalışmakla, Kıbrıs sorununun geçmişini bilmeyen AB üyesi devletlerin halklarını kandırarak ve Avrupa toplumlarındaki İslam karşıtı duyguları kullanarak tam üyelik müzakerelerinin baltalanmasını hedeflemekteydi.
Aralık 2006’da, Kıbrıs sorununun da bir parçası olduğu 14 başlık hakkında Türkiye ile üyelik müzakereleri kesildi ve pratikte ilerleme sağlanamaz hâle gelindi. Ancak bu durum, AK Parti hükûmeti için olumlu bir gelişmeydi. Zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün (şu anda Türkiye Cumhurbaşkanı) de işaret ettiği üzere, Türkiye’nin AB üyeliği, bir Müslüman ülkenin Avrupa’daki konumunu sağlamlaştırmak suretiyle AB’nin çok kültürlülüğü ve günümüzdeki güvenlik politikalarına katkıda bulunacak bir durum olup Türkiye’nin AB için bir “periferi ülkesi” hâline gelme niyeti yoktu.
Bu mantık dışı engelleme hareketlerinin kuvvetlenmesiyle birlikte Türkler de AB üyeliğine karşı besledikleri umutları yitirmeye başladı. Tam üyelik için 2004 yılında yüzde 70’e yaklaşan kamuoyu desteği, sonraları yüzde 30’a kadar geriledi. Bu satırların yazarı da 2006 yılında İstanbul’da gerçekleştirdiği söyleşilerde halkın büyük çoğunluğun AB’nin mantıksız davranışlarından, yani “müsabaka başladıktan sonra kuralları değiştirmesinden” rahatsızlığını dile getirdiğini ve böylesine irrasyonellik içinde olan bir topluluğa üyeliği istemediğini gözlemlemiştir.
2010 yılında Yunanistan ve İrlanda’da finansal krizlerin patlak vermesinin ardından Türklerin genel duygusu, “iyi ki üye olmamışız, zaten gerek de yok” yönünde değişmeye başladı. AB’nin mantık dışı davranışlarıyla karşılaşılsa da Türkiye’nin, Avrupa standartlarını arzulamaya ve Avrupa değerlerini takip etmeye devam edeceği yönünde kuvvetli öngörüler mevcuttur.
İnsan hakları, demokratikleşme, yasal reformlar konusunda gecikmiş ve tam olgunlaşmamış bir geri kalmış ülkeyi kabul edip etmemenin, ileri ülkelerin örgütü AB’nin kararına bağlı olduğu şeklindeki tavra liderlik edenler, Danimarka, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya’dır. Bu liderler yanılgı içindedir. Türk hükûmeti ve finans kuruluşları, küresel mali kriz sürecinde AB’nin içindeki karışıklığı ve kargaşayı iyi bilmektedir. Bu liderlerin, içinde bulundukları kriz durumunu bir kenara bırakarak Türkiye’yi “aydınlatmaya” çalışmaları, Türk siyasetçileri için hiçbir anlam taşımamaktadır.
--Dikenleri Ortadan Kaldıracak Bir Dizi “Açılım” Önerisi--
2007 yılında Türkiye’de katı İslamcıların müttefiki olan Cumhurbaşkanı Gül’ün göreve başlamasıyla birlikte, Başbakan Erdoğan da iç siyasette güçlü inisiyatifler almaya başladı. Dış politika, Gül’e ve uluslararası politika alanında başarılı bir akademisyen olan Ahmet Davutoğlu’nun ellerine emanet edildi. Her ikisi de İngilizceye hâkim ve uluslararası durum hakkında geniş bilgiye sahip.
İkinci AK Parti hükûmeti döneminde (2007’den günümüze), uluslararası etkinliğin ciddi bir hızda güçlendirilmesi hedeflendi. Bu hareket, iç politikada laiklik taraftarı güçlerin dağıtılmasına ve laik ve bölünmez bir bütün olarak kabul edilen ulus-devlet modelinin dönüştürülmesine yönelik olarak cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ilk kez gerçekleştirilen “İslamlaşma=demokratikleşme” reformuna paralel sürdürüldü.
İslami bir devlet modeli ile ulus-devletin bir arada var olması, özü itibariyle zordur. İslam’ın özünde, devletin sınırlarla kısıtlanmışlığını aşan bir hukuk sistemi benimsenmiş olduğundan, "milletin hakları ve ödevleri" şeklindeki düşüncelere yer verilemez. Bunun sonucunda, tek devlet milliyetçiliği ile er ya da geç sürtüşmelere yol açar.
NATO üyesi olan ve Amerika ile dostane ilişkileri bulunan Türkiye, İslamlaşacak mı? İslam’ın konuya dâhil edilmesiyle analizlerin hemen yüzeyselleştiği Batının entelektüel dünyasında tehlike çanları çalmaya başladığında çoktan geç kalınmıştı bile.
Bu yazının başında sözünü ettiğimiz referandum, bir anlamda laiklik yanlılarının güçlerini hapsedecek son darbeydi. Bundan önce Türkiye’de iki darbe teşebbüsünün (yaygın adlarıyla “Ergenekon” ve “Balyoz”) planları ortaya çıkartıldı. Orduyu ve laikliği destekleyen siyasetçiler ve düşünürler tutuklandı. Gerçekten bir darbe planı mevcut muydu? Yoksa orduya karşı çıkan İslamcılar, “sözde bir darbe” planını ortaya çıkartmış gibi mi yapmışlardı? Türkiye’de medyayı çok meşgul etse de hâlen ikisinden birine yönelik kesin bir kanıt ortaya konabilmiş değil.
Tartışılmaz olan tek şey, İslamcıların bir darbe planını abarttıkları veya kendileri ürettikleri söz konusu olsa dâhi ordunun, etkili bir karşı saldırı gerçekleştirememiş olduğudur. Bu durum, Türkiye’de ordunun siyasete karışma gücünün belirgin biçimde zayıfladığının bir göstergesidir. Siyasete müdahale edemeyecek olması demek, birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görülen laiklik ve cumhuriyet adındaki iki önemli ilkenin koruyuculuğunu üstlenen ordunun bu rolünün sona ermekte olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim AK Parti hükûmetinin temel hedefi, ordunun sivil idare altında yurt savunmasıyla ilgilenmesidir.
Avrupa ülkelerinde, Türk ordusunun bir “güç aygıtı” olarak demokrasiye müdahalesi ve insan haklarını sınırlandırması, Batının kendi deneyimlerinden yola çıkarak basitçe “faşizm” olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle Batı ülkeleri için AK Partinin ordunun siyasete müdahalesini sınırlandırması, demokratikleşme adına tebrik edilmesi gereken olumlu bir gelişmedir. Ancak bu durum, laikliğe dayanan (başka bir ifadeyle, din ve devlet işlerinin ayrılması ilkesini barındıran) ulus-devletin çeşitli mekanizmalarıyla bağdaşmayan bir eğilim anlamına da gelmektedir. Bu Müslüman devletteki demokratikleşmenin iki farklı anlamına dikkat edilmediğinde, kalkınmakta olan bir ülke olarak hızla dış politikada aktif bir tavır takınmasının anlamı kavranamaz.
Başbakan Erdoğan (ikinci döneminde) ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu göreve gelmelerinden kısa bir süre sonra “sıfır sorun politikası” olarak geleceğe yönelen bir dış politika çizgisi ortaya koymaya başladılar. Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan’a gerçekleştirdiği ‘‘yıldırım ziyaret’’ (Eylül 2008) ile devletler arası ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik müzakerelere başlandı. Aslında bunların başlatılmasına değin geçen süreç de son derece önemlidir. Gerçek anlamda bir normalleşme için kadim müttefik Azerbaycan ile ilişkiler de göz önünde bulundurulmak zorunda olduğundan kat edilmesi gereken yol oldukça zorluydu. Bu nedenle normalleştirmenin ne ölçüde gerçekleştirilebileceği konusunda halen soru işaretleri mevcuttur. Her halükârda AK Parti hükûmeti, bunu “Ermenistan açılımı” olarak adlandırmıştır.
Bir diğer konu, Kürt açılımıdır. Ülke içinde terör eylemleri ve silahlı saldırılar sürdüren PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi), silah bırakmasını sağlayıp yasal bir siyasi parti hâline dönüşmesi hedeflenmiştir. Bunu gerçekleştirmek için, Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK’nın silah ve finans kaynaklarının kurutulmasına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Irak’taki merkezi hükûmet ile birlikte Kürt özerk yönetimini idare eden Barzani ailesinin rızasını almak gereklidir. Bunun için zamana gereksinim vardır. Ancak hiç değilse ülkedeki Kürtlere düşman gözüyle bakılmayacağına, PKK mensuplarının da terör hareketlerine karışmadan silah bırakmayı kabul etmeleri hâlinde mahkemelerde yargılamayacaklarına dair uzlaşmaya yönelik mesajlar verildi.
Ermenistan sorunu, "1. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki Ermenilerin büyük çapta tehcire tabi tutulmaları olayının sistematik bir soykırıma tekabül edip etmediği" şeklindeki bir tarih bilinciyle ilgili bir konudur. Ancak daha sonraları ABD ve Fransa’ya kaçmış olan Ermeni kurbanların torunları, “soykırım sorunu” hakkında BM ve çeşitli ülkelerin meclislerinde kararlar aldırmak suretiyle diaspora olarak varlık nedenlerini ortaya koymuşlardır. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme yönünde harekete geçmesi, diaspora Ermenileri için çok ani bir gelişme oldu. Bunun gerçekleşmesi hâlinde, kendilerinin diaspora kimliği, siyasi etkisini yitirecektir. Türk hükûmetinin hedeflediği de tam da budur.
Kafkaslar'da yer alan ve denize çıkışı olmayan küçük bir ülke olan Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesinin büyük bir anlamı yoktur. Hatta Dağlık Karabağ sorununda büyük kayıplar vermiş Türk kökenli Azerbaycan ile ilişkilerin bozulması tehlikesi daha büyük önem taşımaktadır. Ancak Ermeni diasporasının, örneğin ABD başkanlık seçimlerinde Kaliforniya’da yaşayan Ermeni kökenli cemiyetin gerçekleştirdiği lobicilik faaliyetlerinin etkisiyle adaylar, “Ermeni soykırımını tanıma” vaadinde bulunmaktadır. Bu sayede yurt dışındaki Ermeniler, Fransa’da da Amerika’da da mecliste soykırımın tanınmasını talep etmişlerdir. Fransız meclisi, soykırım gerçeğini inkâr etmenin cezalandırılmasını öngören bir kanun tasarısını tartışmıştır. Türk hükûmeti için bundan daha kötüsü olamaz dedirtecek şey de yurt dışındaki Ermenilerin, Türkiye karşıtı bu faaliyetleridir. Akıllıca bir politika: Anavatan ile ilişkiler normalleştirilebilirse yurt dışındaki Ermeniler Türkiye’yi ne denli eleştirirse eleştirsin etkileri sınırlı olacaktır. Batı ülkeleri, ısrarla soykırımı inkâr eden Türkiye’deki tavır değişikliğini AB’nin insan haklarına önem verme şeklindeki evrensel idealine uygun, arzu edilir bir yönelim olarak değerlendirdiler. Türkiye için Ermenistan ile devletler arası ilişkilerde normalleşmenin, AB üyeliğine katkıda bulunup bulunmayacağı, en iyimser tabirle marjinal bir kaygıdır.
Kürt sorunu, AB üyesi ülkelerde azınlıkların insan haklarının baskı altına alınması sorunu olarak görülen ve uzun yıllar AB ile müzakerelerde sıkıntı oluşturan bir konudur. Bu konuda bir uzlaşma zemini arayışı içinde olunduğu işareti verilmesinin ifade ettiği anlam büyüktür. Ancak içinde bulunduğumuz devirle uyumsuz hâle gelmiş, katı bir komünist ideolojiye bağlı kalan PKK’nın, silahları bırakması hâlinde siyasi varlığını sürdürmesi olanaksız hâle gelir. AK Parti hükûmeti, bu öngörüyle uzlaşma çağrıları yapmaktadır. Fakat PKK da silahlı mücadeleyi terk ederse dişlerinin söküleceğini ve zayıflamasının kaçınılmaz olacağını bildiğinden buna kolayca rıza göstermemektedir. Türk hükûmeti, barış çağrısı topunu hazırlayıp karşı tarafa attığında, karşı tarafta bulunan PKK'nın, bunu tutmayı reddetmesi durumunda gerek biçim ve gerekse içerik açısından bir terör örgütü olarak sınıflandırılması mümkün olacaktır. Türk yetkililerin, her fırsatta Kuzey İrlanda’da IRA ve Bask’taki ETA terörü örneklerini ortaya koyarak AB ülkelerinin de terörle sert mücadeleyi “haklı” gördüklerini, dolayısıyla Türkiye’nin de PKK’ya karşı herhangi bir taviz vermek için hiçbir nedeni olmadığını açıkça ifade etmeleri de bundan kaynaklanmaktadır.
--Ara Buluculuk Diplomasisinde Oynanan Kumar ve Gerçeklik--
Afganistan, Filistin ve İran ile gerçekleştirilen ara buluculuk diplomasisi, daha ziyade hedefe ABD’yi almış olup Türkiye’nin uluslararası alanda sağlayabileceği katkıyı vurgulamayı hedeflemektedir. Mayıs 2010’da Gazze’ye yardım götüren bir gemiye el konulması olayında Türk hükûmetinin gösterdiği hassas tepkinin -sabırsızca bir kumar oynandığı izlenimi verse de- ara buluculuk diplomasisinde bir başarı örneği olduğu söylenebilir. Olayın ayrıntılarına burada girmeyeceğiz. Ancak İsrail ablukasının sürmekte olduğu Gazze’ye destek için yola çıkan İslamcı bir sivil toplum kuruluşu, Türk hükûmeti ile yakın bağlantılar içindeydi. Destek gemilerine Türkiye’nin İslamcı medyasından televizyon ekiplerinin binmiş olması da bunun kanıtlarından biridir. İsrail Deniz Kuvvetlerinin, kendilerine saldırdığına dair görüntüler hemen dünyaya yayımlandı ve fırsatı kaçırmayan Dışişleri Bakanı Davutoğlu da ivedilikle BM Güvenlik Konseyine giderek İsrail’i eleştiren bir bildiri yayımlattı. Türk Dışişlerinin tavrı, Batı devletlerinin dış politikaları göz önüne alındığında son derece doğal olup destek gemilerine el konulmasının tehlikeli olacağını bildirmek ve bundan kaçınılmasını tavsiye etmek yönündeydi. AK Parti hükûmetinin bir bölümü ve hükûmetle diyalog içindeki sivil toplum kuruluşlarıyla bağlantısı olan bazı siyasetçilerin faaliyetleri sonucu, dışarıya kapalı bir hâlde bulunan Filistin’in (Gazze’nin) durumu ortaya konulmuş oldu. Ancak Türkiye’de hükûmete karşı tarafsız bir konumda bulunan Fethullah Gülen ile bağlantılı İslami teşkilat, bu faaliyetleri tehlikeli bir kumar olarak eleştirdi. Bunlar, İsrail’e alelacele meydan okumanın tehlikesine dikkat çekerek AK Parti hükûmetini uyardı.
Türkiye’nin aktif bir şekilde bu tür hareketlere kalkışmasının Mısır gibi Arap ülkelerini kızdırmış olacağını düşünmek güç değildi. Ancak Türk hükûmetinin hedefi, yakınında yer alan egemen devletleri görevlerini yapmaya zorlamak, Filistin sorununa müdahil olmaktan ziyade ulus-devlet sınırlarını aşan bir İslami popülizmdi. Bağlı bulundukları devletin hangisi olduğunu sormaksızın, Müslüman olarak birçoğunun hissettiği "kendilerine haksızlık yapıldığı" duygusuna karşı, bir devlet adamının yapması gerekenleri doğrudan doğruya yaptıkları için, Filistin başta olmak üzere Arap ülkeleri olsun Arap olmayan Müslüman ülkelerde olsun, birçok Müslüman’ın gözünde saygınlık kazandılar. Popülizme eleştirel yaklaşmak da mümkündür. Ancak Müslümanlar açısından bakıldığından, düzgün bir hareket olarak bir devlet adamının yapması gerekeni yaptıkları düşünülmektedir. Bu nedenle Batılı gözlerle bakıldığında popülizm olarak yansısa da İslami perspektiften bakıldığında doğru bir hareket olarak değerlendirilmelidir.
Gerek ABD gerekse AB, sonuçta bu tehlikeli meydan okumaya kayıtsız kalamazdı. Her ne kadar Batılı devletler ve diğer büyük devletler için dış politikanın tekniği, yüzüne gülüp arkasından bıçaklamak şeklinde olsa da İsrail Deniz Kuvvetlerince şiddete başvurulduğuna dair görüntülerin savunulacak bir yanı yoktu. Türkiye’nin büyük devletlere bağımlı olmadan kendi başına harekete geçerek sonuç beklediği dış politika hamleleri, aslında İslam hukukuna da uygundur. Ulus-devletin egemenlik sınırlarının aşıldığı şeklinde yaklaşılırsa dış politika hamlelerinin özünün İslami olduğu gözden kaçar ve Türkiye’nin dış politikadaki stratejisinin kökeni kavranamaz.
Türkiye’nin Afganistan ve Pakistan’da gerçekleştirdiği ara buluculuk, bundan böyle en çok dikkat edilmesi gereken gündem maddesidir. ISAF’ta yer almakla birlikte, “Sınırsız Özgürlük Operasyonu”na katılmayı kesinlikle reddeden Türk ordusunun tavrı, AK Partinin İslamcı çizgisiyle ilintili değildir. Ancak sonuç olarak yurt içinde hiçbir şekilde birbiriyle uzlaşamayan iki güç, beklenmedik bir şekilde Afganistan’da belirgin bir katkıda bulunmayı başarmıştır. Pakistan’da ise Zerdari hükûmetinin sınır bölgelerini kontrol edemediğini, Türk hükûmeti de ordusu da bilmektedir. Ancak iki ülke arasındaki ilişkiler, vadesi nispeten kısa olan hükûmetlerin hareketlerinden etkilenmeyecek ölçüde kuvvetlidir. Bu durum, Türkiye-Afganistan ilişkilerinde de aynıdır. Son zamanlarda Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye-Pakistan-Afganistan arasında ortak tatbikatlar yapılacağını açıklamıştır. Aslında bu tatbikatı, ABD yapmak isterdi.
Afganistan’daki Karzai yönetiminin Taliban ile anlaşma yollarını aramaya çoktan başlamış olması, ABD’de de ilgiyle izlenmektedir. Haziran 2010’da Japonya’yı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Karzai, Doshisha Üniversitesi Küresel Araştırmalar Enstitüsünde öğrencilere verdiği bir konferansta, kişisel görüşü olduğunu vurgulamakla birlikte, aslında Batı Avrupa tipi bir “ulus-devlet” inşasına karşı olduğunu açıkça ifade etmiştir. Başlıca destekçisi olan Batı ülkelerinin arzu ettiği türden bir devlet kurulmasının güç olduğu şeklindeki duygularını açıkça ortaya koyması, başlı başına şaşırtıcı bir olay olsa da aslında bu duygular Türkiye’nin hâlihazırdaki hükûmetinde de mevcuttur ve Karzai yönetiminin, gelecekte İslamcı güçlerle uzlaşmaya yönelirken Türkiye’den tavsiye alabileceğini göstermektedir.
--Japonya-Türkiye İlişkileri İçin Öneriler--
Son olarak, Türkiye ile ülkemizin ilişkilerine değinmek istiyorum. Aralık 2010’da Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Japonya’yı ziyaret etti ve Türkiye’nin nükleer santral projesi için Japonya ile iş birliği konusunda görüşmeler gerçekleştirdi. Türkiye, nükleer santral inşası konusunda Rusya ile de müzakerelerde bulundu fakat Türkiye’nin enerji politikası açısından düşünüldüğünde, Rusya’ya bağımlılık tercihler arasında bir seçenek değildir. Türkiye ayrıca petrol ve doğalgaz nakli konusunda Kafkas ve Orta Asya ülkelerinin Rusya’ya yönelik hissiyatının ne denli muğlâk olduğunu bilerek Rusya’nın nüfuz alanından uzak bir rota ısrarını sürdürüyor.
Büyük güç Rusya’nın, enerji rotalarını Ukrayna aracılığıyla denetim altına alma ve Çin’in, Orta Asya’nın doğal kaynaklarını Doğu’ya çekme çabalarının olduğu bir ortamda gerek BTC ve gerekse Türkiye üzerinden Orta Avrupa’ya ulaşması öngörülen Nabucco, enerji kaynaklarını Avrupa’ya ulaştırma çabalarına birer örnektir. Petrol üreten bir ülke olmayan ve doğalgaz temini konusunda da İran, Kafkaslar ve Orta Asya’ya bağımlılığı artan Türkiye bugüne kadar, Japonya için hayati öneme sahip hat olan Arap yolunun değil, kuzeyden geçen Avrasya yolunun kaynak stratejisinde terminal ülke olma çabası içindedir.
Ülkemizin dikkat etmesi gereken de işte bu noktadır. Dış politika uzmanlarımız, Japonya’ya karşı dostane duygular beslemeyen ülkelerle müzakereler konusunda oldukça uzmanlaşmıştır. Fakat uzmanlarımız, Japonya’ya karşı büyük sempati besleyen milletlerle diplomasi konusunda becerikli değiller. Türkiye ile ilişkilerimiz bunun en tipik örneğidir. Türk tarafının da günümüze değin kendi ülkesinin değerini gerekenden fazla vurgulama eğilimi baskın olduğundan ülkemizin 20. yüzyılda Türkiye’ye yönelik dış politikasına büyük önem atfetmemiş olması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak enerji stratejisi söz konusu olduğunda denklemlerin hızla değişmekte olduğunu göz ardı edemeyiz. Nükleer santral inşasının birini Rusya’ya, diğerini de Japonya’ya vermek arzusunda olan Türkiye’nin tavrı, Doğu Asya’daki güç dengelerini de göz önünde bulundurarak Japonya’nın Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik durumu anlayacağının beklendiğine dair bir işarettir. Benim korkum Japonya'nın, bizden çok uzakta bulunan bu dost ülkenin niyetini yeterince kavrayamamış olmasıdır.
ABD Başkanı Obama, acaba göreve başladıktan sonraki ilk gezilerinden birini niçin Türkiye’ye gerçekleştirdi? Afganistan, İran, Pakistan... ABD yönetimi için bu bölgedeki güvenlik, devletin güvenliği için önemli tehditlerden birisidir. Ayrıca sergilenen tutumun nedeni, sadece önceki Bush yönetiminin İslam’a karşı bilgisizliği ve yanlış hesaplamaları ile Amerika’nın ulusal çıkarlarına büyük ölçüde zarar vermiş olmasına karşılık bir zarar telafisi çabasından ibaret değildir. İran, Suriye, Pakistan ve benzeri ülkeler, uluslararası güvenliğe ciddi bir tehdit oluşturan Kuzey Kore için silah ticareti ve askerî teknoloji transferi konularında önemli bir yer işgal etmektedir. Sadece Obama yönetimi değil, bizim ülkemiz için de Türkiye’nin sözü edilen bu üç ülke ile yakın bağları ve bilgi sahibi olmasının önemi büyüktür.
Arap ülkelerinin ne zamana değin ABD yanlısı politikalar izlemeyi sürdürebileceklerinden emin değilim. Tunus’ta başlayan hükûmet devirme hareketleri Mısır’ı etkisi altına aldı. Arap yarımadasındaki ülkelerde olsun, Mısır’da olsun, er ya da geç Cumhurbaşkanı Karzai’nin vurguladığı çekinceler, yani Batı Avrupa tipi bir ulus-devlette yırtıklar oluşacaktır. Demokratikleşmeyi tamamen kurban eden ve ABD yanlısı ve doğal kaynak zengini ülkeler olarak sınıflandırılan Körfez ülkelerinin, içlerinde barındırdıkları İslamcı güçlerin bastırılmasını daha ne kadar sürdürebilecekleri konusunda şüpheler mevcuttur.
Mısır ve Tunus’ta bundan sonra nasıl bir siyasi mekanizmanın oluşacağı belirsizdir. Her iki ülkede de İslamcı siyasi hareketler şiddetle bastırılmış olduğundan, İslamcı örgütler ön plana çıkacakları zamanı kollamaktadır.
Müslümanlar 19’uncu asırdan bu yana laik bir yaşantı ve sistem içinde oldular. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Batılılaşmaya ve bunun paralelinde laikliğe de sırt çevirme eğilimi güçlendi. İslam ülkeleri arasında din ve devlet işlerinin ayrımını en katı şekilde devlet politikası olarak benimsemiş olan Türkiye’de, bunun artık yıkılmakta olduğu gerçeğini bizler de kendi gözlerimizle görmekteyiz. Ancak bu, Türkiye’nin İran veya Suudi Arabistan gibi bir ülke olacağı anlamına gelmiyor. Egemenliğe sahip ulus-devletlerden oluşan dünya devletler sistemi bu kadar kolay yıkılamaz. Ancak bu modelde birer birer hava delikleri açan ve kendisini egemen olduğu topraklarla sınırlayan ulus-devletlerin de yegâne devlet modeli olmak zorunda olmadığını kanıtlayan da günümüz Türkiye’sidir.
Çin ve Rusya gibi, Japonya’nın yakın çevresinde yer alıp hegemonyasını kullanan büyük ulus-devletlerin hareketlerini sınırlayabilecek olan, bizim ülkemizin de milliyetçiliği güçlendirmesi ve ulus-devlet prensipleri doğrultusunda ulusal gücü artırma yoluyla bunlarla baş etmeye çalışması değildir. Bunun artık sınırlarına ulaşmış olduğunu Japon milleti de iyice anlamış durumdadır.
Amerika’nın Irak ve Afganistan’dan çıkardığı ders, Vietnam Savaşı’ndaki mağlubiyetin ifade ettiği anlamdan farklıdır. Müslümanların din bağlarıyla bir araya gelerek oluşturdukları birbirini bağlı insan grupları, devletlerin sınırlarını ve hukuk sistemlerini rahatlıkla aşarak 1400 yıl önce kurulmuş olan dinî ilkelere dayanarak hareket etmekte ve bu durum da bizlere ulus-devletlerin savunma ve güvenlik stratejilerinin ne denli zayıf kaldığını göstermektedir. 11 Eylül ve Londra’daki terör saldırıları, bu durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye, ulus-devlet yapısını sürdürmekle birlikte, bu yapının sınırlarının da nerede olduğunu anlamış bulunan yegâne Müslüman ülkedir. Türkiye, hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleştirerek Orta Asya ve Kafkaslar'ın Avrasya bölgesinde etkinliğini artırmaktadır. Türkiye’nin -büyümesi sürse dâhi- gelişmekte olan başka ülkeler gibi, devleti ön plana sürüp hegemonya yarışına girmesi beklenmemektedir. Daha ziyade, başka ülkelerin halklarındaki İslamcı oluşumlara sempatiyle yaklaşanlar artacak ve yönetimi devletlere bırakmakla birlikte kendisi er ya da geç halifelik sistemine yakın bir Müslümanlar birliği fonksiyonuna sahip olmaya doğru ilerleyecektir. Bu yapı, geçmişteki Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gibi padişahlık ve halifelik unvanlarının tek kişide toplandığı bir imparatorluk sisteminden farklıdır. Yüzeysel olarak ulus-devlet yapısı kalacak ve bununla olabilecek ciddi sürtüşmelerden kaçınılacak. Ancak dünya Müslümanlarına karşı da İslami bir yönetim ve bir güvenlik çerçevesi sunulmasının yöntemleri aranacaktır. Böylesine iddialı bir politika benimseyen Türkiye’nin, sayısı az bulunan Japonya dostu ülkelerden birisi olduğu gerçeğini küçümsememek gerekir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Yıldız’ın ülkemiz tarafından geliştirilen nükleer santrallere ilgi duymasının yegâne nedeni teknolojik standartlar veya fiyat olamaz. Ulus-devlet olarak Batı ülkeleri arasında yerini almış ve modernleşmeyi gerçekleştirmiş Japonya, acaba bu durumun içerdiği anlamları kavrayabilecek midir?
Not: Profesör Masanori Naito 1956 yılında doğdu. 1979’da Tokyo Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun oldu. 1981’de aynı üniversitenin Pozitif Bilimler Enstitüsü Coğrafya Bölümünde doktora programını terk etti. 1986 yılında Hitotsubashi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim görevlisi olarak görev aldı. Aynı üniversitede önce doçentlik, sonra profesörlük aldı. 2010 yılından bu yana mevcut görevindedir. Japonya Bilim Kurulu Dayanışma Komisyonu üyesidir. Uzmanlık alanları, Türkiye’nin güncel siyaseti, Orta Doğu’da uluslararası politika ve Avrupa’daki Müslüman göçmenlerdir. Eserleri arasında “İslam: Kurtuluşun Bilgisi” (Shuueisha yayınevi, 2011) ve “Avrupa ve İslam: Birlikte Yaşamak Mümkün mü?” (Iwanami Shoten yayınevi, 2004) adlı çalışmalar bulunmaktadır.
BYEGM