Robert Greiner * / TIMETURK
Beşşar Esad nesebine boyun eğmesi ve demokrasi-yanlısı silahsız gösterilerin sistematik, metodik ve acımasız bastırılışı sürerken, Obama yönetiminin ona karşı nazik söyleminin hesabını vermek pek de kolay görünmüyor.
Kırk yıl önce Baascı kuruluşundan itibaren Esad’ın baba-oğul Suriye rejimi, İsrail’in amansız düşmanı olduğunu ve uzun zamandır ABD’ce terörist diye yaftaladığı İsrail-karşıtı Filistin gruplarının alfabetik çorbasına ev sahipliği yaptığını göz önünde bulundurun. Gerçekten de Esad rejimi, ABD hükümetinin küçük ve ayrıcalıklı 1979’dan beri terör destekçisi devletler listesinin kurucu üyelerinden olmayı sürdürüyor. Hatta Suriye’ye demir atan grupların ekserisi uzun zaman önce solsa da, Suriye hükümeti, Hamas’ın dış liderliğine ev sahipliği yaparak ve yapmayı sürdürerek bu konumunu koruyor.
Sanki bunlar yetmezmiş gibi, Washington, Suriye’yi İran ve Hizbullah’la şer üçlüsünün lojistiğinin kritik kilidi olarak görüyor; İran’dan Hizbullah’a füzelerin ve diğer silahların taşınmasını aracılık ediyor, Lübnan’ı “gayri meşru” bir biçimde etkilemek için aşırı Şia hareketiyle ilişkisini kullanıyor ve Batı yanlısı Lübnanlı aktörleri tecrit ediyor.
ABD birliklerinin Irak’taki kayıpları zirve yaparken, Esad’ın Suriye’si yabancı aşırılara pasif müsamaha göstermekle ya da etkin destekle suçlanmıştı. Bu aşırılar, oradaki el-Kaide eliyle vahşetten sorumluydu ve belki de binlerce Iraklı sivil kayba nedeni intihar bombacılarının da müsebbipleriydi.
Washington’un Suriye tehdit algısı, üstelik konvansiyonel çevreyle de sınırlı değildi. Suriye’nin kimyasal ve biyolojik silahlar ile onları taşıyacak füze sistemleri geliştirme çabalarıyla ilgili epey zamandır uyarılar yapan, Amerikan endişeleri daha da yükselecekti. Eylül 2007’de, İsrail Kuzey Kore-tedarikli Suriye nükleer reaktörünün olduğu iddia edilen gizemli bir yeri bombalayacaktı.
Tüm bu arka plan ve girişin ardından, ister istemez Beyaz Saray’ın Beşşar Esad’ın son zulümlerini nasıl hala bu kadar temkinle karşılayabildiği sorusu doğuyor. Buna karşın, başlangıçta Tunus’un Bin Ali’sinin ya da Mısır’ın Hüsnü Mübarek’in tarihin çöplüğüne sevkini görmeye pek hevesli değilken, bugün Dera, Banyas ve Duma’da gördüğümüz bastırmadan çok daha az şiddet karşısında onların derhal görevlerini bırakma çağrısı yapmıştı. Beşşar’ın bir süredir yapmakta olan şeyi Libya’nın Muammer Kaddafi’si henüz yapmaya başladığında, Obama yönetimi onun meşruiyetinin kaybettiğine hükmetti ve açıkça devrilmesini istedi.
Amerikan başkanına yakın isimler Esad konusunda böylesi açıklamalar yapmadı. Evet, acımasız yöntemlerine teessüf ettiler ancak asla açıkça hükümetinin meşruiyetini sorgulamadılar ya da görevi bırakmasını istemediler. Suriye’ye karşı geride kalan az sayıdaki yaptırımları hızla uygulayacağını beklerken, Amerikalılar hala, bu yazıdaki gibi, seçenekleri “tartıyor”. Gerçekten de birkaç gün öncesinde Dışişleri Bakanı Clinton, Esad’ı “reformcu” olarak tanımlamasıyla karışık durdur-ve-yapma çağrısı yaptı.
Obama’nın mantığı
ABD’nin tek başına ya da diğerleriyle birlikte Libya’ya karşı uluslararası toplumun aldığına benzer edimleri önermeye niyetim yok. Çok da kesin konuşmadan, gerek askeri gerekse de siyasi şartlar böylesi bir hareketi mümkün kılmıyor. Ancak etkili herhangi bir şey yapmaması yanında, harekete dönüşecek etkisi ya da yetkinliği olmayacak safi retorik açıklamalar için bu kadar utangaç olması da anlaşılır değil. Obama yönetimi nihayetinde İsrail yerleşim inşasını durdurulmasını isterken bir vicdan azabı çekmedi.
Kaddafi’nin devrilmesinin ABD politikası olduğunu açıklarken ve bu arada açıkça böylesi bir hedefe ulaşmak için ortak edimi ABD’nin sahiplenmesi zorunluluğunu hissetmezken de bir ikilem yaşamadı.
Tüm bunların ışığında, Beşşar Esad’a yönelik hâlihazırdaki ABD yaklaşımı kafa karıştırıyor. Havlamayan köpek misali, neden sorusuna cevap spekülasyonunu doğuruyor.
Kişisel tezim; Obama yönetiminin, neredeyse zavallı bir çabayla, nihayette halk ayaklanmasından sıyrılabilecek Suriye rejimiyle gelecekteki anlaşmalara açık kapı bırakmaya çalışması; İsrail-Filistin barışındaki başarısız çabalarıyla siyasi umutsuzluğunun bir işareti olduğu.
Başlangıçta, yönetim Suriye’yi daha da fazla şeytanlaştırmanın bölgedeki amaçlarına ulaşmasına yardımcı olmayacağına dair duyarlı bir idrakle hareket etti. Sonu gelmez, amansız düşmanlığın yapıcı bir bağlantıya izin vermesi mümkün değildi. İçsel faydaları yanında yönetimin, Suriye-İsrail barış anlaşmasının, İran ve Hizbullah’la antantı bozmaya yarayacağını inandığı söylendi. Böylece Hamas’ı zayıflatarak benzer şekilde Filistin sorununun da çözümüne de katkı sağlayacaktı.
Yani yönetimin Esad rejimine dair iştiyakı daha önce ne kadar şüpheliyse, şimdilerde daha da fazla öyle görünüyor. Kendi halkı gözünde ve bölgesel olarak meşruiyetini yitiren sallantılı bir Suriye rejiminin İsrail’le barış yaparak varlığını sürdürebileceğini görmek pek kolay değil. Hatta her ikisi de buna istekli olsa dahi, bunun İsrail-Filistin uzlaşısını ya da hatta ABD’nin Hizbullah takıntısını ciddi şekilde adresleyebilecek güvenilir bir politika değişikliğine nasıl faydalı olacağını anlamak daha da zor.
Suriye-İsrail barış anlaşması
Obama yönetiminin hala Beşşar Esad’ın Suriye-İsrail barış anlaşmasına ikna olacağına dair, ancak pek olası olmayan, tutunduğu umut yegâne açıklama gibi görünüyor. Bunun İsrail’in Filistinlilerle barışı noktasında yönetimin, nihai başarısızlığın tazmini dışında bir faydası olmayacak.
Fakat eğer olay buysa, Obama’nın adamları bir kez daha düşünmeliler. Bölgedekiler için, temel endişe İsrail’e karşı Filistinliler için adalettir, Golan’ın geri alınması değil. Filistin konusunun adil çözümü, geniş bölgesel barışın ve yakında değişecek bir bölgede İsrail’in uzun soluklu kabul edilmiş bir yer edinmesi için beslenilebilecek her umudun anahtarıdır.
1988’de İsrailli siyaset bilim insanı, politikacı, gazeteci ve aktivist Meron Benvenisti, ilk intifadaya dair derinlemesine bilgilendirici bir makale kaleme aldı. Burada işgal altındaki bölgelerdeki ayaklanmaların İsrailli siyasetçilerin onlarca yıldır reddettiği ya da görmezden geldiği asli bir gerçeği gözler önüne serdiğine işaret etti. Bölge devletleriyle barış anlaşmaları yapmaya çalışarak ve İsrail-Filistin yerine Arap-İsrail çatışmasından bahsederek ve böyle düşünerek, İsraillilerin sorunun esas doğasıyla ilgili olarak kendilerini kandırmaya çalıştıklarını söyledi.
Kaçınılmaz olarak, esas konunun Filistinliler olduğunu belirtti. Onlarla olmayacak anlaşma, eğer mümkünse, etrafındaki devletlerle uzlaşı, İsraillilere çok az faydası dokunabilirdi. Filistinlilerle gelecekteki ilişkisinin doğasının, İsrail sorusunun (aslında varoluşsal) merkezini oluşturacağını kaydetti.
Nihayetinde, Suriye’deki var olan ayaklanmaya ilişkin Obama yönetiminin benimsediği uç siyasi araçlar ya da söylemi çok az önem arz ediyor. Fakat eğer hâlihazırdaki edimleri, Filistinlilere adalet konusundaki merkezi davayı bilerek yok sayma çabalarını ortaya koyuyorsa, büyük hata yapıyorlar.
* Robert Greiner, 27 yaşında CIA Gizli Servisi emeklisidir. 2004-2006 arasında CIA’nin Terörle-Mücadele Merkezi Direktörlüğünü yaptı.
Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.