Abdurrahman A. Emiroğulları / TİMETURK
Geçen hafta Umre seyahatinden döndük...
Umre ibadeti, mümini yeni baştan dirilten, onu tepeden tırnağa Allah’ın (c.c.) boyası ile boyayan ve Rasûlüllah (s.) aşkı ile dolduran, bedeni, fiili, fikri, kalbi, hissi, lisani yönleri ile Müslümanlara muhteşem bir duygu yoğunluğu yaşatan coşku dolu bir ibadet…
İslam’ın doğduğu, vahyin gökten yağmur yağar gibi indiği, Allah Rasûlü’nün (s.), kutlu ashabı (r.anhüm) ile birlikte zorlu Tevhid mücadelesini sergilediği mübarek diyarları dünya gözü ile görmenin ayrı bir güzelliği ve özelliği var…
Kefene girer gibi büründüğünüz ihramlarınızın içinde “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diyerek adeta bir mahşer provası yapmak, ölmeden önce ölümü tatmak, hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekmek, insanı ötelere taşıyan muhteşem bir duygu…
“Allah’ın evi” olan Kabe’yi bütün heybeti ile karşınızda görünce ayaklarınız sanki yerden kesiliyor; göz pınarlarınız harekete geçiyor. Hacerü’l-Esved’i, Makam-ı İbrahim’i doyasıya seyrederek, bazen dokunmak, pervaneler gibi tavaf yapmak; “Allah’ın şiarları” olan Safa ile Merve arasında Hacer annemiz gibi bir yukarı bir aşağı gidip gelerek sa’y etmek, mümini bir başka boyuta taşıyor. Umre seyahati, aynı zamanda Saadet Asrı’na manevi bir yolculuk yapmanıza da vesile oluyor…
Mekke-i Mükerreme’de Rasûlüllah (s.) ile birlikte Nûr dağına tırmanıyor, Hira’da başlayan vahiy sürecine yeniden muttali oluyor; Kur’ân’ı yeni bir heyecanla okuyup anlama ve yaşama kararlılığı ile doluyorsunuz. Hicret’e, o “iki kutlu yolcu” ile birlikte çıkıyor, Sevr’e varıyor; “Korkma! Allah bizimle beraberdir” sözlerini işitir gibi oluyorsunuz. İnsanoğlunun yeryüzü macerasının başladığı Arafat’ta “irfan”ınızı tazeliyor, hac mevsiminde yapılan “vakfe”yi hatırlayarak bir süre “tevakkuf” ediyor ve kulluk bilincine “vakıf” oluyorsunuz. Cebel-i Rahme’den yüz yirmi dört bin mümine hitab eden Allah Rasûlü’nün (s.) mübarek ağızlarından Veda Hutbesi’ni dinler gibi oluyorsunuz…
Medine-i Münevvere’de gözleriniz önce Mescid-i Nebevi’nin minarelerini arıyor ve sonra Yeşil Kubbe’ye mıhlanıp kalıyor… Kubbenin altında yatan kutlu Peygamberinize duyduğunuz özlem, aşk ve şevk, Ravza-i Mutahhara’ya yaklaştıkça ziyadeleşiyor, zirveye ulaşıyor. Göz pınarlarınız bir kez daha harekete geçiyor. Minber’le Ravza arasındaki “Cennet Bahçesi”ne ulaşmak için fırsat kolluyorsunuz…
Medine gezileri ile İslam tarihi yeniden canlanıyor zihin dünyanızda…
Uhud meydanında “şehidlerin efendisi” Hz. Hamza’nın (r.a) haykırışlarını işitiyor ve onunla birlikte yetmiş şehidin acısını yüreğinizde hissederek göz yaşlarınıza engel olamıyorsunuz. Rasûlüllah’ın (s.) kırılan mübarek dişi, delinen zırhı geliyor aklınıza… Ve okçular tepesi… Ganimet arzusuyla yerlerini terk edenler… Ve İslam ordusunun zor anları… Şehidler... Şehidler… Ve modern dünyanın cazip ganimetlerini elde etmek uğruna savunma mevzilerini terk eden günümüz Müslümanları…
Sonra Hendek savaşının cereyan ettiği Sel dağının etekleri… Beş bin metre uzunluğundaki hendeği , on beş günde, açlıktan karınlarına taş bağlayarak kazan Allah Rasûlü ve ashabının muhteşem direniş örnekliğini hatırlıyorsunuz… Rabbimizin Hendek Savaşı bağlamında Müslümanlara takdim buyurduğu “Usve-i Hasene”yi (En Güzel Örnekliği) bugüne nasıl taşıyacağınızı düşününce kolunuzu-kanadınızı yokluyorsunuz. Bugün madden ve manen çepeçevre kuşatılmış olan Ümmet-i Muhammed’in, modern dünyanın saldırıları karşısında nasıl bir “savunma hendeği” kazması gerektiğini tedebbür ederek, üzerinize düşen görevleri ve eli-kolu bağlı oturmanın bedelini düşünüyor, düşünüyorsunuz…
Gece-gündüz Rasûlüllah’ın Medine hayatını bir film şeridi gibi hayalinizde canlandırıyor… Mescid-i Nebi’ye her gidişinizde, bu kutlu mekanın ilk halini düşünerek, “Namaz merkezli” İslam Medeniyeti’nin işte şuracıktan insanlığın âfâkını aydınlattığını hatırlıyorsunuz… İçinizi bambaşka duygular kaplıyor. Allah Rasûlü ve ashabının kıt-kanaat imkanlarla muhteşem bir değişimi nasıl gerçekleştirdiklerini hatırlayınca, şimdilerde sahip olduğumuz nice imkâna rağmen pasif, edilgen ve atıl kalışımıza hayıflanıyor, Ümmet-i Muhammed olarak yaşamakta olduğumuz zilletin sebeplerini tefekkür etmeye koyuluyorsunuz…
Vakit namazlarını mümkün olduğu kadar ön saflarda, “yeşil halı”nın yakınlarında, gerilerinde eda etmek için yarışıyorsunuz…
O da ne!.. Ravza-i Mutahhara ile Minber arasındaki yeşil halıların biraz gerilerinde, üstü bir şemsiye gibi açılıp-kapanan çadırlarla kaplı alanda bir tadilat çalışması var ve o alanın etrafı çepeçevre kapatılmış. Ortasında da büyük bir kaldıraç ve dört bir yanında kocaman harflerle bir yazı: “SIMON”! Belli ki, bu aleti üreten firmanın ismi bu. Ve besbelli ki, firma bir Yahudi firması…
Bu aymazlığı bir türlü aklım almıyor… Şaşırıyorum… Hayıflanıyorum… Daralıyorum… İçim burkuluyor…
Yahu kardeşim, hadi bu âletin benzerlerini ümmet olarak üretemediğimizi varsayalım; peki, başka bir marka da mı bulamadınız?! Hadi diyelim ki yok. SIMON yazısının üzerini kapatmak da mı aklınıza gelmedi? Malum “SIMON”, neredeyse Yahudi ile ve Siyonist ile eşanlamlı hale gelmiş bir kelime! Medine Yahudilerinin Peygamberimize defalarca ihanetleri de mi aklınıza gelmedi?
Bu hangi edebe sığar?
Medine’ye yaklaştığında heyecandan uyuyamayan ve Paşa’nın ayaklarını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatarak yattığını görünce de dayanamayıp şu dizeleri yazan Urfalı şair Nâbî geliyor aklıma:
“Sakın terk-i edebden, kûy-i Mahbûb-i Hudâ'dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafâ'dır bu!..”
Edebi terk etmekten sakınma hassasiyetini göstermeyenler…
Hira’ya kadar Nûr dağının mezbele olmasına seyirci kalanlar…
Beytullah’ın üzerine abanırcasına saray ve otel yükseltenler…
Bilin ki, bu çelişkiyi, bu aymazlığı, bu duyarsızlığı daha fazla sürdüremezsiniz!..
İslam dünyasını saran kıyam ateşinden de mi ders ve ibret almıyor musunuz?!..