Mustafa Armağan
'Hayata Dönüş' operasyonunun üzerindeki sır perdesi henüz kalkmış değil. "Tufan" adı verilen hücum planı ortaya çıktı çıkmasına ama zamanın Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk böyle bir plandan haberdar olmadığını, kendisinin sadece 'arama emri' verdiğini söyleyerek işin içinden çıktı. Peki bu nasıl bir aramaydı ki, tamı tamına 30 kişinin ölümüne yol açtı?
O söyledi, biz de inandık, öyle mi? Ya 20 Aralık 2000 günü Mehmet Ali Birand'ın CNN Türk'teki programında söyledikleri? Bugün sadece 'arama emri' verildiğini söyleyen Türk, o gün herkeslerin önünde ölü sayısının en az 3-4 kat fazla olmasını beklediklerini, 30 ölünün 'az' bile olduğunu söyleyebilmişti.
10 yıl bile bizim için uzun bir zaman demek ki. Kimsenin aklına bu korkunç itirafı deşifre etmek gelmemiş olmalı ki, programın ses kaydını buldurduğumda CNN Türk'teki arkadaşlar hayretler içinde kaldıklarını söylediler ve bu kadar ayrıntılı bir şekilde hatırlayışıma hayret ettiler. Tabii o yazıyı yazmamış olsaydım mutlaka ben de unuturdum ("Gazetecilik ve amigoluk", Zaman, 26 Aralık 2000). İyi ki de yazmışım dedim. Sadece bana bu ayrıntıyı hatırlattığı için değil, aynı zamanda birkaç gazete ve köşe yazarı hariç herkesin devletin arkasında tam siper olduğu bir zamanda bu insanlık trajedisine karşı vicdanımla karşı çıktığım için de. Öte yandan o tarihte operasyon sırasında gazdan ölen mahkûmlara leş muamelesi yapanların bugün kalkıp derin devlet hasmı kesilmelerini de acı bir tebessümle izliyorum.
Eğri oturup doğru konuşalım mı: Bu kadar cılız bir hafızaya sahipseniz doğru tarihi öğrenme şansınız da zayıftır.
Bu bilgiler internette duruyorken, 10 yıl önce söylenenleri araştırıp bulamıyor ve inkâr edenlere gösteremiyorsak 100 yıl, 300 yıl, 500 yıl öncesindeki olaylar üzerinde oynanan oyunları nasıl ortaya çıkaracağız? Nietzsche'nin, önce ot yediğini unutan, sonra unuttuğunu da unutan ineği, kaba lakin yerinde bir örnek sayılmalı.
Etrafımda 'Birkaç örnek versen de gayrı ne demek istediğini anlasak' diyenler çoğaldı galiba. Kızmayın canım, derhal.
İsmet İnönü bir hatırat yazmadı. Günlükleri de son derece mekanik. Neyse ki, araştırmacı Sabahattin Selek 1968 yılında İnönü'yü konuşturdu da, bugün "Hatıralar" diye bir cilt elimizde. Ancak bir vesileyle "Hatıralar"ın gazetedeki orijinali ile 2009 yılında yapılan 3. baskısını karşılaştırdığımda bazı değişiklikler dikkatimi çekti. Bunların en çarpıcısı, 17 Mayıs 1968 günü (yani Paşa'nın sağlığında) yayınlanan kısımda geçen bir cümlenin kitaptan makaslanmış olmasıydı. Bu cümleyi birkaç yıl önceki bir tartışmadan da hatırlayacaksınız: "Kimse duymasın, millet düşmanınızdır." Mevcut hatıraların 239. sayfasında bu cümle yok.
Önce son baskısında çıkartıldı zannettim ama meğer hatıraların kitaplaşan nüshalarına hiç konulmamış. (Bu cümlenin anlamı üzerine farklı bir değerlendirmeyi "Korku Duvarını Yıkmak" adlı kitabımda bulabilirsiniz.) Böylece "İsmet İnönü'nün hatıraları" niyetiyle elinize aldığınız kitabın gerçekte elden geçirilmiş, budanmış, sansürlü bir metin olduğunu öğreniyorsunuz. Tabii Türkiye'de tarihi gerçeklerin neden gölgeden çıkamadığını da...
Onu bırakın, "Nutuk" dahi eksik ve hatalıdır. Eksiktir, çünkü belgeler tamam değildir: Hem bütün belgeler yoktur, hem de var olanlar da eksiktir, kısaltılmıştır. Hatalıdır, çünkü hem basımında tashih hataları vardır, hem de belgelerin bir kısmının orijinali değiştirilmiştir.
Bunu öğrenmenin en kestirme yolu, kuşkusuz Kâzım Karabekir'in eserlerini okumaktır. En sert "Nutuk" eleştirmenlerinden biri olan Karabekir Paşa, özellikle kendisiyle ilgili belgeler konusunda bulunmaz bir kaynak oluşturur.
Karabekir Paşa, 3 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği şifreli telgrafının ilk "Nutuk" baskısının 208. sayfasına eksik konulduğunu, yalnız eksik konulsa iyi, aynı zamanda metni üzerinde oynanmış olduğunu da yazar. Buna göre Mustafa Kemal Paşa, Karabekir'in telgrafından tam 28 kelimeyi keyfi olarak çıkartmış, bunun yerine kendisinden 4 kelime eklemiştir. Fakat bu 4 kelime de ("sâbıkı misillû, bir yerde") cümleyi anlamsız hale getirmeye yaramıştır sadece.
Karabekir Paşa kızmasın da ne yapsın, değil mi? Madem belgelere dayalı bir hatırat yazılıyor, yorum kısmı neyse ne de, bari belgelerin orijinalleri üzerinde makas oynatılmasaydı!
Binlerce İnkılap tarihçimiz dururken "Nutuk"un belgelerindeki bu eksikleri kaleme alma cesaretini, telgrafın sahibinden başkasının gösteremeyişi ise bir başka hicran yarasıdır. Onu açmayın.
Bu 'inkılap tarihçileri'ne bir soru sormuştum: Atatürk "Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir..." sözünü nerede ve ne zaman söylemiştir? En yüksek makamlara kadar çıktım ama bugün oldu, hâlâ cevap yok. Bu sözün, Atatürk'ün sağlığında herhangi bir yerde yayınlandığına dair bir kanıt gösterilemedi. Belki çıkar diye sabırla bekliyorum.
Türkiye'de "inkılap (ya da devrim) tarihçiliği" diye bir ekol olduğunu biliyoruz. İsmi bile bilimsel olmadığını, güdümlü bir tarihçilik olduğunu ele veriyor aslında. Bu alanın en pazusu bükülemeyen uzmanlarından Prof. Sina Akşin'e, Sevr'in 'Türkiye'nin idam fermanı' olduğunu savunduğu NTV'deki Çiğdem Anat'ın programında şu net soruyu sormuştum: "1983 Eylül'ünde Yaba dergisinde 'Anlaşılan Sevres'i kimse ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres'i garip bir şekilde bile bile ölü doğurdular' diye yazdınız mı?" 'Ne münasebet?' demesini beklersiniz, değil mi? Sadece ve sadece 'Hatırlamıyorum' diyebildi. Çünkü elimde "Türkiye'nin Önünde Üç Model" adıyla Telos Yayıncılık'tan 1997'de çıkan kitabı vardı, o cümleyi de kendi kitabının 42. sayfasından okumuştum.
Demek Sevr'i kimse ciddiye almıyordu, öyle mi? Peki bize Sevr hakkında neler okuttunuz seneler senesi?
Malum dizide Kanuni'nin I. Fransuva'ya yazdığı ünlü mektuptan "Kürdistan" kelimesinin sansürlenmesi bunun yanında hiç kalır, hiç...
[email protected]
http://twitter.com/mustafarmagan
Zaman