Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Michael Wolfe: İslam'ı niçin kabul ettim?

Yeni bir Müslüman olarak, Mekke’ye gitme zorunluluğu hissediyorum. Seyahate bağımlı biri olarak daha baştan çıkarıcı bir amacı hayal edemezdim.

15 Yıl Önce Güncellendi

2011-04-02 17:20:04

Michael Wolfe: İslam'ı niçin kabul ettim?


Michael Wolfe* / TİMETURK

Amerika’da 25 yıl yazarlık yaptıktan sonra, kinizmimi(1) biraz yumuşatayım istedim. Yeni kavramlar arıyordum, farklı bakabilmek için. Bu çevrede bazı ihtiyaçları kişinin yetiştirilme tarzı belirler. Çoğulcu geçmişimden dolayı, ırkçılık ve özgürlükle ilgili konulara tabiatıyla büyük önem veriyordum. Sonra 20’li yaşlarımın başında, 3 yıllığına Afrika’ya gittim. Benim için yapıcı bu süre boyunca, farklı kabilelerden siyahlar tanıdım. Araplarla, Berberilerle ve hatta Müslüman Avrupalılarla karşılaştım.  Genellikle bu kişiler, Batının ırkla ilgili saplantısını paylaşmıyorlar, ırkı sosyal bir kategori olarak görmüyorlardı. Karşılaşmalarımızda, farklı renkler çok nadir önem taşıyordu. Önce hoş karşılanıyordum arkasından liyakatim tartılıyordu.  Buna mukabil Avrupalılar ve Amerikalılar, ırkçı tanımlamalardan uzak olanlar dahi, insanları ırklarına göre sınıflandırır. Müslümanlar insanları inançları ve işlerine göre sınıflandırıyordu. Bunu faik ve ferahlatıcı buldum. Malcolm X, ulusunun kurtuluşunu burada görmüştü: “Amerika’nın İslam’ı anlamaya” ihtiyacı var diye yazmıştı, “çünkü bir toplumu ırk sorunundan temizleyen tek din bu” diyordu.

Materyalist kültürün yalnızlaştırıcı kavramlarından kaçış yolu da bakınıyordum. Ruhsal boyuta erişim istiyordum fakat çocukken bildiğim geleneksel yollar kapalıydı. Babam bir Yahudi’ydi annem bir Hıristiyan. Melez geçmişim nedeniyle, her iki dinde de ayağım vardı. Her iki inanç da hiç şüphesiz engindi. Buna rağmen seçilmiş bir halka vurgu yapılmasını desteksiz buluyordum; diğeri, bir gizeme dayalı olarak, çekiyordu beni. Bir yüzyıl önce anne tarafımdan büyük-büyük-büyükannemin adı Ohio Hamilton’daki İsa Kilisesi ana caddesindeki bir vitrayda yer alıyordu. O zamanlar 20 yaşındaydım, bu bana bir anlam ifade etmiyordu.

Bunlar hayatımın ilk zamanlarının sağladığı kavramlardı. Şu an üzerinde düşündükçe, Müslüman Afrika’daki deneyimlerimi daha çok anımsıyorum. Fas’a 1981 ve 1985’teki iki seyahatimde, orada duyumsadığım dengeli hayatla Afrika kıtasının çok az ilgisi olduğunu fark ettim. Yani, nihayetinde peşine düştüğüm bir kıta olamazdı, ne bir teşekküldü ne de başka bir şey. Birlikte yaşayabileceğim bir çerçeve, şu an yaşadığım hayata uygulanabilecek ruhsal kavramlar dağarcığı arıyordum. Karşılığında kültürümü “takas etmek” istemiyordum. Yeni manalara erişim istiyordum.

Bir akşam yemeğinin ardından ellerimi yıkamak için banyoya gittim. Yokluğum esnasında Ortodoks Hasidi Yahudiler dış kapıda dua etmek için sıraya girdi. Bitirdiğim sırada, beni fark etmeyecek kadar dalmışlardı. Banyodan çıkarken, kapı kolunu zor çevirdim. Koridora adım atmak mümkün bile değildi.

Kafam kapıdan dışarı uzanmış, cemaatin sırtlarına bakabilecek şekilde zar zor durabiliyordum. Avuçlarına sığan dua kitaplarıyla etkileyici bir manzara teşkil ediyorlar, zikrederken kitaplarını göğüslerine hafifçe vuruyorlardı. Yavaş yavaş hareketleri değişmeye, rock&roll’un yumuşak salınışına dönüştü. Bitirinceye kadar banyo kapısından onları izledim, ardından koridora çıkıp masama geçtim.

O gece daha sonra Brüksel’e birlikte indik. Uçağa tekrar binerken, yemek tepsisi üzerinde İbranice eski bir gazete gördüm. Uçak Fas’a havalandığında gitmişlerdi.

Bu süre esnasında hayatımın herhangi büyük bir tasarıma uyduğunu söylemeye çalışmıyorum. İlk başlarda, 1981’lerde, seyahat merakım ve iştahım vardı. Param olduğunda, en favori yerim Fas’tı. Seyahat edemediğim zamanlar kitaplara dalıyordum. Bu merak beni egzotiğe güdülü bir avuç yazarla tanıştırdı. Freya Stark gibi cümleler yazabilecek yazarlarla:

“Arabistan’ın ebedi büyüsü, orada, seyyahın basit bir insan olarak yerini bulmasıdır: insanların dolaysızlığı, duygusallara ya da ukalalara ölümcül gelecek daha az girift erdemleri seviyor; Sanırım kendisi için sevilmenin letafeti saat tamircisi Seyit Abdullah’ın bana seyahat için verdiği 5 nedene ilave edilebilir; “kişinin sıkıntılarını arkada bırakmak; rızkını kazanmak; ilim tahsil etmek; güzel davranışları uygulamak; onurlu kişilerle tanışmak”.

Bir istek listem yoktu fakat peşinde olduğuma şeye dair iyi bir fikrim vardı. Metafizik bilime karşı neyse, istediğim din metafiziğe karşı öyle olmalıydı. Dar rasyonalizme ya da kutsal kişilerini memnun edecek gizem trafiğine sıkışmış olmamalıydı. Kutsal kişiler olmamalıydı, doğa ve kutsal arasında bir ayrım olmamalıydı. Bedenle de bir savaş olmamalıydı. Seks doğal bir şey olmalıydı, canlıların oturduğu lanetli bir koltuk değil. Son olarak, ayinsel bir eşlenik istiyordum, algılarımı güçlendirecek ve zihnimi disipline edecek günlük bir rutin. Her şeyin üzerinde, netlik ve özgürlük istiyordum. Dogmanın altında sırf ezileyim diye mantıktan vazgeçmek istemiyordum.

İslam’ı daha fazla öğrendikçe, peşinde olduğum şeye daha fazla uygun görünmeye başladı.

Tanıdığım birçok eğitimli Batılı, herhangi güçlü bir dini iklimi şüpheyle karşılar. Ya dini siyasi bir istismar olarak nitelerler ya da Avrupalı geçmişlerinden gelen izle ortaçağ kavramı olarak yadsırlar. 

Düşüncelerinin kaynağını bulmak zor değil. Bin yıllık Batı tarihi ardında, cehalete ve katliama giden yollardan kaçınmak için yeterli derecede neden bıraktı. Çocukların Haçlı Seferi ve Engizisyon’dan yüzyılımızın Nazizm ve Komünizm’in şekil değiştirmiş inançlarına kadar tüm ülkeler, inançtan bir şekilde muzdarip olmuştu. Nietzche’nin dinin yerini modern-ulus devletin alacağı korkusu, trajik olarak doğru çıktı. Bana öyle geliyor ki yüzyılımız, agnostikler kadar inananların da meskûn olduğu inancın ötesinde bir çağa dönüşüyor. 

Kiliseye mensubiyetlerine aldırmaksızın, laik hümanizm, biz batılıların aldığı hava, içinden baktığımız objektifti. Herhangi bir dünya görüşü gibi, bu bakış açısı yaygın ve şeffaftı. Demokrasiyle geniş özdeşleşmemizin ve her tür sayısız, ayartıcı şekilde özgürlüğün peşinde koşmamızın temeli buydu. Ortak meşguliyetlerimize dalmış olarak, kişi aynı gezegen üzerinde başka hayat çeşitlerini kolaylıkla unutabiliyordu.

Seyahatim esnasında, örneğin, Müslümanların çoğunluk olduğu 44 ülkedeki 650 milyon Müslüman, İslam’ın temel öğretilerine bağlıydı. Buna ek olarak, yaklaşık 400 milyonu da Avrupa, Asya ve Amerikalarda azınlık olarak yaşıyordu. Sömürge-sonrası ekonominin desteğiyle, İslam 30 yıllık süre içerisinde Batı Avrupa’daki ana inançlardan biri haline geldi. Tüm dünya dinleri arasında sayısı katlanan tek din İslam’dı. 

Politikaya düşkün arkadaşlarım yeni ilgimden dehşete düşmüş olabilir. Hepsi İslam’ı, bir avuç Orta Doğu zorbasının entrikalarıyla karıştırıyor. Okudukları kitaplar, izledikleri haberler, inancı siyasi bir faaliyet kümesi gibi betimler. Ruhsal uygulamasına dair neredeyse hiçbir şey bulunmaz. Mae West’ten bir alıntıyla cevap vermek isterim: “Dini şakaya aldığın her an, kahkahalar senin içindir”.

Tarihsel olarak, bir Müslüman İslam’ı, Hz. Âdem’e kadar ulaşan orijinal dinin son, kemale ermiş ifadesi olarak görür. Hz. İsa ve Hz. Muhammed (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) ile tamamlanan silsilenin parçası olarak İslam’ın, Peygamberlerine büyük saygı duyduğu Yahudilik gibi tereddütsüz tek-tanrılıdır. Milyonlarca insana unuttukları hayat lezzetini geri veren bir yenilenme mesajı olarak İslam dünya sahnesinde kendi payına düşeni yapıyor. Kutsal Kitabı Kur’an, Goethe’ye şu sözleri söyletti: “Bakın, bu öğreti asla hata yapmaz. Tüm sistemlerimizle dahi buraya varamayız, hiçbir insan daha ileri gidemez”. 

Geleneksel İslam, beş şartın uygulanmasıyla ifade edilir. İmanın ilanı, namaz, zekât ve oruç kişinin hayatında sürekli izlemesi gereken faaliyetlerdir. Eğer şartlar uygunsa, her Müslüman ek olarak hayatında bir kez Mekke’ye giderek hac görevini ifa etmelidir. Beşinci şart için Arapça terim Hac’dır. Âlimler bu kelimeyi “kasıt”, “esin” ve dünyada gezginler olarak kadın ve erkeklere ilişkilendirmiştir. Batılı dinlerde, hac işlevinin kaybetmiş bir gelenek, bir antika, mecaza indirgenen folklorik bir kavramdır. Öte yandan Müslümanlar arasında Hac, her yıl milyonlarca yeni hacının hayati bir deneyimini bünyesinde toplar. Hayatların modern içeriğine rağmen, hac bir boyun eğme eylemi, bir inanç işi ve ruhsal bir toplumun görüntüsü olmayı sürdürüyor. Müslümanların ekserisi için Hac, bir Kızıl Elma, bir ömrün yolculuğudur.

Yeni bir Müslüman olarak, Mekke’ye gitme zorunluluğu hissediyorum. Seyahate bağımlı biri olarak daha baştan çıkarıcı bir amacı hayal edemezdim.

Her sene oruç ayı Ramazan, Hac’dan yaklaşık 100 gün öncedir. Bu iki ibadet, Müslüman toplum içerisinden yoğun bir farkındalık zamanı oluşturur. Bu zamanı kullanmak istiyorum. İslam hakkında okudum; California’daki evimin yakındaki Cami’ye gittim; Uygulamaya başladım. Artık İslam’ın var oluşun her yönünü doldurduğu bir dine nefsimi daldırarak öğrendiğimi derinleştirmek istiyorum.

Fas’ta başlamayı düşünüyorum. Oraları iyi biliyorum ayrıca geleneksel İslam’ı da uyguluyorlar. İstikrarlı bir yer de sayılır. Başlamak isteyeceğim son yer ise gürültücü mezhepçilerin dümen suyu. Ana akıntıda pedal çevirmek isterim, geniş ve sakin bir suda.

(1) Kinizm: Doğayla uyum içerisinde erdemli bir hayatın, hayatın gayesi olduğunu söyleyen eski Yunan felsefe okulu. Antisthenes’in kurduğu okulun tanınmış filozofları arasında Diogenes bulunur. Servet, güç, sağlık ve şöhret gibi sıradan arzuları reddederek basit bir hayatı öğütler.

*Michael Wolfe (3 Nisan 1945 Birleşik Devletler doğumlu) şair, yazar ve Unity Productions Foundation’ın Başkanı. Aynı zamanda Harvard, Georgetown, Stanford, SUNY Buffolo ve Princeton gibi Birleşik Devletler’deki çeşitli üniversitelerde İslami konularda dersler veriyor. Wesleyan Üniversitesi’nden Klasikler lisansı bulunuyor.

Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara