Röportaj: FATİH BÜTÜN / NİDA DERGİSİ
Modernizm, modernite, İslam ve Müslümanlar nevzuhur bir polemik… Modernizm, bir süreç midir yoksa bir ideoloji mi? Hangi kavramlar tanımlar, ‘kimliği nedir’? Hangi zeminde konuşmalı, tartışmalı O’nu? Araç ve Eşya üzerinden mi konuşmalı yoksa salt teoriler üzerinden mi? ‘Din’lerin hâkim olduğu dönem kapanıp başka bir dönem mi açılıyor yoksa açılan yeni bir dünya karşısında İslâm mı sınanıyor? Modernizmi eleştiri sadedinde yapılan eleştiriler modernleşmeye karşılaşmaya karşı bir iç yangını mı yoksa İslâm’ın esas ruhunu açığa çıkaracak entelektüel bir çarpışma alanı mı? Bu ve benzeri sorular soruluyor, tartışma ve polemikler sürüyor. Ben de bu sorulardan bazılarına sizinle birlikte cevap aramak istiyorum.
GELEN, YENİ BİR DİN Mİ?
Modernizm ve İslam/Müslümanlar polemiklerini hangi cepheden izliyor, takip ediyorsunuz? Nedir ‘Müslümanların modernleşmesi’ başlığının zihninizdeki karşılığı?
Elbette bulunduğum cephe neresiyse oradan izliyorum. Başkalarının benim gündemime sokmaya çalıştığı kavramsal çerçeve beni asla bağlamıyor. Benim imanımdan kaynaklanan bir düşünce dilim mevcuttur. Tarifleri, bu dilin lügatinden devşiririm. Benim gibi düşünmeyen ve tanımlamayanlar da tek bir bakış açısı üzerinden hareket etmiyorlar zaten. Herkesin kendine göre bir modernizm ve hatta Müslümanlık anlayışı mevcut. Bunlardan kimisi iddiasını kendince kimi delillerle beslerken büyük ekseriyeti keyfi davranmaktadır. ‘Nasıl tanımlayacağız, ne anlayacağız?’ suali son derece önemlidir. Aksi halde asla birbirimizi anlayamaz ve ortak bir noktada buluşamayız. Tıpkı bugünün dünyasındaki gibi derin karmaşayı yaşarız, yaşamaktayız.
Tartışmaların medyaya yansıyan bölümündeki cehalet örnekleri tahammül edilir gibi değil. Müslümanların modernleşmesi denilince, Müslümanlara sanki hemcinslerinden ayrı mahlûklarmış gibi bir muamele yapılıyor; bana öyle geliyor. Modernleşmek nasıl bir şeydir ki Müslümanlar üzerinden bunun görünüşünü arayıp duruyorlar? İleri teknolojik aletleri kullanmak mıdır? Feodal yahut kırsal hayattan koparak şehirlileşmek, şehirlere taşınmak mıdır? Yani her yönüyle köylülükten kurtulmak mıdır? Yine Müslümanlar açısından düşünürsek, onların garplılaşması mıdır? Yani eğer modernizm batılı/ batıcı bir hayat anlayışı, bir fikir cereyanı sayılıyorsa, bu sual de hatıra gelmektedir. İnsanlar modernleşince neleri, nereleri değişmektedir? Modernleşmek tabii, kendiliğinden otomatik bir değişimin adı mıdır yoksa isteğe bağlı bir vakıa mıdır? Benim bu suallerim ortak bir bakış açısıyla cevaplanmadan söyleyeceğim her söz boşuna olacaktır. Ancak şu kadarını söyleyeyim, modernleşmek iyi bir şey midir, kötü bir şey midir diye insanlar düşüne dursunlar. Bence Müslümanlar yeni zamanlarda da, bugüne kadar maruz kaldıkları ne türden şeytani tuzak var idiyse, yine aynı oranda ve miktarda tehlikelere göğüs germek durumundadırlar, ne eksik ne de fazla. Açıkçası ortada yeni zamanların doğurduğu ekstra bir tehlike mevcut değildir. Müslümanlar Kur’an ile uyarıldıkları şu malum İblis’in tuzaklarından başkasıyla muhatap olmayacaklardır.
Modernleşme diyelim ki salt batılılaşmak olarak anlaşılmaktadır. Yani batıda doğmuş bir yeni fikir cereyanının etkisinde kalmaya tekabül etmektedir. Böylesi bir durumda bile ben, her zaman şuurlu, müteyakkız kalmakla ödevli olan ben, bu hal değişikliğinin, bu yeni fikriyatın enine boyuna beni nereye taşıyacağına bakarım. Bir takım aptal veya tembel ruhlular gibi ne gözü kapalı red ne de kabul tavrını seçerim. İnce eleyip sık dokurum. Ben mademki bir hikmet arayıcısıyım, öyleyse sözü dinler doğrusuna uyarım. Eyvah, Müslümanlar modernleşiyor yahut eyvah Müslümanlar modernleşemiyor gibi basmakalıp korku ve yargılar bana göre değildir.
Modernizm sürecini tanımak açısından şunu tespit etmeliyiz; yaşanan süreçlerin başlaması, gelişmesi ve bitmesi birilerinin telkini ile midir? Yoksa…
Bu sualin cevabını kim biliyor ki ben de bileyim? Yani tek tip bir cevap yoktur. Çünkü tek tip bir tarif karşısında değiliz. Hadise kördüğüm olmuştur. Çözeni de görene aşk olsun. Ancak şunu görüp söyleyebiliriz. Asırlardan beri dünya üzerinde ciddi bir siyasi hâkimiyeti bulunan Müslüman kimlikli Osmanlı devleti, düşmanları karşısında gerilemiş, mağlup olmuş ve topraklarını, varlığının büyük kısmını, itibarını, otoritesini yitirmiştir. Buna mukabil onun kadim düşmanı olan garp âlemi güç, iktisat, kültür, sanat gibi her alanda onu geçmiştir. Garp âleminin yükselişi için muhtelif yorumlar yapılmıştır. Evvela bu yükselişi modern hayat olarak telakki etmişlerdir. Ana sebep olarak da Hıristiyanlığın ve de kilisenin baskısından kurtulmuş olmayı göstermişlerdir. Hazır Osmanlı yıkılıp yerine getirilen yeni rejimin önderleri de garbı kendilerine model seçince, bu seçimi kimin yaptığı/ yaptırdığı tartışılmaya başlamıştır. Ağırlıklı kanaatlere göre batılılar hâkimiyeti sağlayınca, kadim düşmanlarını da kendilerine benzetmek maksadıyla, onların önderlerine bu istikamette telkinlerde bulunmuşlardır.
Hülasa, ‘eski Osmanlı toplumunun yeni cumhuriyet hayatıyla birlikte kendisi için seçtiği hayat tarzı bir dayatmayla mı, telkinle mi yahut bir takım komplolarla mı gerçekleşmiştir?’; sual budur. Doğrusu şöyle bir zan beslemek en yakın ihtimaldir. Bir toplum, düşmanı olan toplumu en iyi kendisine benzeterek mağlup eder. Müslümanların modernleşmesi yahut garplılaşması böyle bir operasyon sonunda mı gerçekleşmiştir? Elbette yabana atılacak bir şüphe değildir bu. Ama yine de adı üstünde, bu sadece bir şüphedir. Bir şüphe üzerinden hareket ederek toplumsal değişmeleri açıklamaya kalkışmak, kesin kanaatlere sahip olmak ne kadar mümkün ve meşrudur? İşte bu noktada ben diyorum ki modernleşmenin nasıl bir şey olduğu çözümlenmeden işin içerisinden çıkılamaz.
Tabii ve insanî bir süreç midir modernleşme süreci?
Hadisenin çok ciddi ve çok köklü bir yanı tabii ve insanidir. Hatırlayalım; Osmanlı İmparatorluğu (imparatorluk demeyenler de var) yıkıldı. Güzel de, aynı tarihlerde başka imparatorluklar da bir bir yıkılmadı mı? Krallıklar, sultanlıklar çökmedi mi? Siyasi manada irili ufaklı bütün dünya devletleri çok köklü rejim değişiklikleri yaşadı. Asırlardan beri süre gelen feodal yapılar ortadan kalktı. Siyasi ihtilaller, iktisadi atılımları da beraberinde getirdi. Ticaretten sanayiye geçiş sağlandı. Sanayileşme şehirleşmeyi, şehirleşme de şöyle veya böyle aydınlanmayı yarattı. Aydınlanan kitle ve fertler sorgulamaya başladılar. İlk sorgulama kitleler üzerindeki tahakküme, otoritelere karşı olmak durumundaydı. Bundan, krallarla birlikte din adamları ve elbette din telakkisi de nasibini aldı. Kralların ve din adamlarının o tarihlere kadar taşınmış bulunan kutsallık zırhları delindi. Bu mücadelenin adı modernleşmeyse modernleşmedir.
Yeni hayat elbette eskisi kadar kutsallık zırhına sahip olmayacaktı. Zaten kutsallık zırhlarını parçalayarak buraya ulaşılmıştı. Kutsallık telakkisindeki azalma, eksilme, düşüş; dinden uzaklaşma, maneviyat noksanlığı olarak görüldü. Ben asla böyle görmedim. İnsanlar orada bence sorgulamadan inanmanın önünü kestiler. Körü körüne benimsemelerin sayısal azalmasına şahitlik edildi. Öyle bir vasat doğdu ki, geleneksel olanı yıktı. Neydi geleneksel olan; ataların izinden körlemesine gitmekti. Onların kurup geliştirdikleri yapıyı aynen tekrarlamaktı. Eskiye bağımlılıktı. Ataların o güne kadar taşıyıp getirdiklerinde yanılmış olma ihtimalleri hesap dışı bırakılıyordu. Yeni zamanlarda insanlar bunun hesabını yapmaya başladılar. Kötü mü oldu? Bence hayır! Artık inanan da inanmayan da sağlamdı. Herkesin elinde belgesi vardı. Kırılan, ortadan kaldırılan şey, ferdin iradesini hiçe sayan körlük ve sağırlık zinciriydi.
Kapalı, gizemli, akletmeyi hiçe sayan, efsaneler, menkıbeler ve masalımsı öğretiler üzerine kurulu dindarlığın fincanı kırılmıştı. Peki, yerine dinsizlik mi gelmişti? Yine hayır, diyorum. Gelen de yeni bir ‘din’di.
CANAVARIN ADI NE?
Müslüman’ı / dini tehdit eden(!) bir modernizm tehlikesi var mı sizce de?
Kanaatimce böylesi bir korku iman zaafındandır. Nedir modernizm; bir canavar mı, masallardan fırlamış ejderha mı, İblis’in ta kendisi mi yoksa? Deniliyor yahut sanılıyor ki eski dindarlık anlayışı ve yaşayışı yıkılınca, yeni zamanlarda insanların maneviyatı düşecek, madde ve dünyaya düşkünlük artacak. Tam burada görmelidir ki insanlığın ulaştığı teknolojik imkânlarla eldeki menü hayli zenginleşti. Nimetler çeşitlendi ve çoğaldı. Tabiata biraz daha hâkim olunarak kış ortasında domates yenilmeye başlandı. Bu tür domatesi bir bakın en çok kimler tüketiyor. Bence dünya muhafazakârları her mevsim turfanda olana en düşkün kesimdir. Lakin en çok şikâyeti de onlardan duyarsınız. Mevsimsiz sebze ve meyve insanı kanser ediyor filan der dururlar. Modernizmin tehdidi bu mudur şimdi?
Bakınız, ben diyorum ki dünkü iyi ile kötü ve bugünkü iyi ile kötü arasında bir karşılaştırma yaptığınızda karşınıza çıkan tabloda değişen bir şey yoktur. Müslümanlar dün iyi dediklerine bugün kötü demeye mi başlamışlardır? Bencillik, cimrilik, haset, gurur, dedikodu moderniteyle birlikte meşrulaştı mı? Cömertlik, yiğitlik, şefkat, hüsnü zan şimdilerde kötülükler arasına mı katıldı? Dünkü şeytani fiiller bugünün meleksi eylemlerine mi döndü; yoksa tersi mi oldu? Demem o ki dün Müslümanlar için hangi tehlike söz konusu idiyse, bugün de aynı tuzaklarla karşı karşıyadırlar.
Dünün cahiliyesiyle günümüzdeki aynı karakteri taşıyan kişidir. Mesela zenginlik bir imtihandır. Her devirde bu böyledir. Zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır ve bu hak her devirde ödenmelidir. Ödeyen her devirde iyi, ödemeyen suçludur. Bu günün zengini cipe biniyor; dünkü zengin, sekiz at tarafından çekilen yaylı arabaya biniyordu. Dünyevileşme tehlikesi, maddeye düşkünlük, bugün eskisinden daha fazla değildir. Dün de dünyacı ve maddeci zihniyet sahipleri vardı, bu gün de var. Şunu demek istiyorum ki, hadi ben de adını öyle anayım, modernizm, insanlığa ekstra tehlike ve tuzaklar getirmedi. Bu tehlike ve tuzaklar her zaman mevcuttu. Kimi görüntülerin farklılaştığını görüyor olmak, sonucu değiştirmiyor. Eşya ve aletlerin zahiri görüntüsü başka şekil almıştır, hepsi bu. Bu korku dağlarını yaratanlar dünyanın muhafazakârlarıdır. Çünkü onlar geçmişe taparlar. Değişen her çehre onlardan yeni bir anlama çabası bekler. Onlarınsa uyudukları mağaralardan kalkarak böyle yeni bir çabaya takatleri yetmez. Ulaşamadıkları, açıklayamadıkları her yeniliğin adını kötü koyar, işin içinden sıyrılırlar. Niye korku dağları yaratıyorlar; çünkü mağaralarında yatıp uyudukları dağlar delinip tüneller açılıyor. Rahatları kaçıyor. Deprenmek, kımıldamak, üretmek, yaratmak, düşünmek, konuşmak, çözmek zor geliyor. İnkârdan gelmek en kolay yoldur onlar için. Rahatlarının bozulması maneviyatlarını, asaplarını tarumar ediyor. Yoksa insanlığı ve onların geleceğini düşündükleri yoktur. Çünkü onlar kendilerinden başkasını sevmez/sevemezler. Din için yani İslâm için modernitenin getirdiği eskilerine ilave olunacak ekstra bir tehdit ve tehlike görmüyorum ben.
Anlayış ve yaşayış anlamında bu süreçle gelen asıl tehdit nerededir sizce? Peki ya bu değişimler! ‘Tüketim çılgınlıkları’, ‘İslâm’dansa, sorunların çözümünü modern teori ve tarzlarda aramalarını’ neyle açıklıyorsunuz?
Bence asıl tehdit, muhafazakârların moderniteyi şamar oğlanı/günah keçisi yaparak, suçlarını böylece örtmeye çalışmalarıyla açığa çıkmaktadır. Atalarının işlediği cürümleri ört bas etmenin en kestirme yoludur bu. Nasıl olsa bu cereyan garptan gelmektedir. Modernizmin Garptaki dine ve dindarlığa karşı bir tavır ve tutumu vardır. Ayrıca açıktır ki eski köye yeni adetler getirmektedir modern adlı bu ejderha. Öyleyse vur abalıya. Malumdur ki yeni yaşama standartları hususunda batılı düşünürler bile, modern insanın mabedi olarak süper marketleri göstermektedirler. Bir hayli isabetli görünen bu tespit yalnızca garplı toplumları değil, şarklıları da ilgilendirir. Suudi Arabistan’da benim bir gözlemim olmuştu. Sahiden görmüştüm ki insanlar iki mabet arasında koşturup durmaktadırlar. Ezan okunur okunmaz camilere koşuyor bütün işi gücü, alışverişi bırakıyorlardı. Namaz bitince de ev dışında ailece gidilebilecek tek seçenek olan marketlere koşuyorlardı.
İyice düşündüğünüz zaman Arabistan özelinde meselenin bizi aydınlatacak önemli boyutları vardır. Oradaki bu ‘tüketim çılgınlığı’nı doğuran modernite midir? Bence tam tersine, gelenektir. Ahaliye dayatılan dar kalıplı mezheptir. Düşünün; sinema, tiyatro, konferans, sergi salonları gibi modern(!) etkinliklerden mahrum, kadınlarının peçesiz sokağa çıkamadığı, otomobil kullanmalarının yasaklandığı bir memlekette, hangi saiktir ahaliyi tüketim çılgınlığına sürükleyen? Modernite mi gelenek mi?
Soru şu mudur: insanlar niye tüketiyorlar? Ben de karşı soruyla diyorum ki: niye tüketmesinler? Tüketim modern iktisadın bir terimi herhalde. Ne olursa olsun insana yasak bir alan mıdır bu? Ayrıca var ki tüketiyor insanlar. Olmasa, ele geçmese neyi tüketecekler? Peki, nasıl var olmuş bunca nimet? Çalışarak, çabalayarak, üreterek, keşfederek. Üretim araçları geliştirilmiş evvela. Ardından verimlilik hususunda ciddi araştırmalar, incelemeler yapılmış. Daha az yorularak nasıl daha çok üretim yapabiliriz diye düşünülmüş. Kötü mü olmuş? Sonra mevcut mal ve mülk varlığını tüketmeyen kimdir? Kim tüketmeden hayatiyetini sürdürmektedir; hangi muhafazakâr? Ancak tüketim deyince hatırına israf veya lüks gibi kavramlar gelenlerle bizim bir işimiz olamaz. Biz mü’minler akletme melekesini, iradesini her daim kullanmakla ödevli kimseleriz. Tüketirken de adil ve merhametli olmayı bilir ve başarırız. İsraf ve lüks düşkünlüğünden Allah’a sığınırız. Bize rızk olarak verilenden infak etmeyi en temel kulluk eylemi olarak görürüz.
KADİM GÜNAH KEÇİSİ
Ya eleştirmenlerin ‘modernitenin belirsizlik ve kafa karışıklığı yarattığı’ İslâmi düşünüş, yaşayış ve aklı ifsad ettiği tespitleri…
Böylesi zanlar, yorumlar yıllardan beri yapılır durur. Ve ben, yığınla düşünür, sanatkâr kılıklı insanların nasıl bu yargılara vardıklarını bir türlü anlayamam. Garip bir ruh halidir bence onlarınki. Eskiye özlem dediğimiz duygu zemininin bütün düşünme ve araştırmalara baskın çıkması hali sanki. Moderniteyi bana net bir biçimde tanıtsınlar, öğretsinler, ardından da nasıl bir kafa karışıklığı yarattığını, İslâmî düşünüşe engel teşkil ettiğini, aklı ifsada uğrattığını bari ben de bileyim, tedbirimi ona göre alayım. O hangi insandır ki düşünmek istemiş, aklını korumak istemiş, belirsizlikleri açmayı murat etmiş de bunu başaramamış olsun. Hikmet arayışındaki insanın yardımcısı bizzat Allah’tır. Değil modernizm, hangi güç Allah’ın destek verdiğine galebe çalabilir?
Müslüman âleminin yine geleneksel bir saplantısı vardır. Malum sadece kalabalıklar da değil, aklına esen, eli kalem tutan, dili keskin birçokları rastladıkları her türden toplumsal kötülüğün kaynağı olarak Muaviye, onun oğlu ve de Emevi dönemini görür ve gösterirler. Emevi sonrasında ne tür kötülük, İslâm dışılık varsa sanki hepsinin müsebbibi, katili, mücrimi Emevilerdir. Böyle bir şey nasıl mümkün görülebilir? Osmanlıya, onun İslâm’a sığmayan uygulamalarına bile hiç ses çıkartmayanlar, belki onun işlediği cürümlerin faili olarak da Emevi iktidarlarına yüklenip dururlar. Modernite karşısındaki olumsuz tutumu bu alışkanlıkla açıklamak belki mümkündür.
Dünyada hastalıklar çoğaldı deniliyor. Bunu bile modern üretim tarzlarının sonucu görüyorlar. Çok üretme uğruna genlerle oynayarak elde edilen besinler kanser yapıyormuş. Tamam, itirazım yok, olabilir. Peki, sonuç nedir bana onu söylesinler. Aynı üretim yollarıyla gelişen tıp bilimi, insan ortalama ömrünü nasıl oldu da altmışlardan seksenlere çıkardı öyleyse? Bunu neden görmezlikten geliyorlar? Yanlış anlaşılmasın ben ömrün daha uzun olmasının peşinde filan değilim. Ben olumsuz ve kötümser bakışlı insanlara kendi metotlarıyla bir örnek sunuyorum.
Gelelim ruhsal hastalıklara. Yani modernizm cereyanı insanları inançsız yaptı öyle mi? Eğer tarihin dilimleri arasında böyle bir yenilenme yaşanmamış olsaydı insanlar inançlı mı kalacaklardı? Eski insanlar yenilerine göre daha dindar ve inançlıydı mı denilmek isteniyor? Ben bunu asla kabul edemem. Kaldı ki bütün dünya görüşleri isterse salt seküler olsun, neticede birer dindir. Bu anlamda her dinin elbette dindarı olacaktır. Yeni insanlar da yeni dinin dindarıdırlar. Herkesin eski tip dindarlığı sürdürmesini istemek neyi değiştirecektir? Şunu sorabiliriz; ‘sahiden kişinin dünyasına ve ahretine saadet vadeden din hangisidir ve ona bağlılıkta ne gibi bir noksanlaşma olmuştur.’ Dünün mutaasıpları, muhafazakârları, atalar yolunun bağnaz izleyicilerinde bir eksilme gözleniyorsa, bu da modernizmin dindarlığı eksiltmesi değil, aksine sıhhate kavuşturması biçiminde yorumlanmalı değil midir?
Beni dinleyenlerin ve okuyanların kimi muhtemel yanlış anlamalarını tashih sadedinde şunu açık yüreklilikle söyleyeyim; ben modernizmi filan övmüyorum. Sadece her yeniliğe olur olmaz şekilde muhalefet eden zihniyetin aksayan yönlerini tespite çalışıyorum. Hadise budur.
Bir önceki sorum şimdiki soruma bir girişti aslında. Modernizme eleştirileriniz ‘gelenek/çilik’ perspektifinden değil. Peki, nereden; nasıl bir zaviye? Sizin perspektifinize göre ‘Modernizme karşı gelenek’ çizgisinin yetersizlikleri neler?
Hah, işte burada durup biraz daha derinliğine düşünelim. Modernizm eğer geçmişe ait insani birikim adına ne varsa tümünü yok sayan ve kendisini milat kabul eden bir zihniyetin/felsefenin adıysa, herhalde böyle marazi bir ahvalin savunucusu olacak değiliz. Ama modernizm sahiden böyle bir şey midir, bunu başından beri tartışıyorum. Kendilerini modern olarak pazarlayıp ahlak ve fazilet, fıtrat ve vicdanın çeperlerini zorlayan, benzer sınırları ortadan kaldırmaya çalışan hasta ruh hali de, yeni yani modern değildir ki. Bütün zamanlarda benzer ahvali görmek mümkündür. Dünyanın en eski mesleği olarak batılılar, af buyurun, fahişeliği zikrederler. Ben de diyorum ki; dünyanın en eski muhalifi iblis’tir. İblis ortalıktan çekildi de yerini modernizme mi bıraktı?
Şunu anlamakta zorlanırım: Köksüz, geleneksiz (bu kelime üzerinde ayrıca durulacaktır) nevzuhur hayat anlayışları, yorumlar, kabuller, inkârlar bütünüyse eğer modernizm -ki böyle bir şey olduğu kanaatini taşımıyorum- bunun ne kadar gayrı insani bir tutum olduğunu evvela ben söylerim. Benim asıl tenkidim, hem gelenekçi hem de modernist cepheyedir. Her ikisinin de mü’minlerinin diğerinin her söylediğini bir çırpıda inkâr, kötüleme, yok sayma yoluna gitmeleridir. Nasıl düşünebiliriz ki bir eşya, olgu, olay sırf yeni yahut eski keyfiyetinden ötürü yanlış yahut zararlı görülsün?
Bağlı bulundukları bir din yahut mezhep seviyesine çıkartarak, kendilerini modern veya gelenekçi sıfatıyla tanıtanların her iki cephesinde de benzer hastalığın emarelerini görüyorum. Her ikisi de karşı tarafı topyekûn yok sayma, kötüleme yoluna gidiyor. Oysa bütün kavga ve tartışmalarda illa bir orta yol, bir sulh imkânı mevcuttur. Benim işaret etmek istediğim nokta burasıdır. İnsanlar dengeyi böyle sağlayabilirler. Gördüğüm kadarıyla dünyanın dindar geçinen çevreleri aynı zamanda gelenekçi vasıflarını öne çıkarmaktadırlar. Modern geçinenler ise dinsiz görünüyorlar lakin bence onlar da bir dine bağlıdırlar. Şöyle de söyleyebiliriz; umumi manada insanlar yalnızca semavi kökenli dinleri din saymaktadır. Öyleyse semavi dinlerden herhangi birisini benimsemeyerek dinsiz görülen kesimler, modern sayılıyorlar. Tamam, böyle bir umumi kanaat var gibi görünmektedir. Ancak umumi olmasına rağmen bu yargı en azından bence doğru değildir. Çünkü önce de söylediğim gibi her insanın bir dini vardır, bu bir. İkincisi, semavi dinlerden birisine bağlı bulunmak, kişiyi her yeni olana karşı çıkmaya zorlamaz ki. Hele bu din, semavi dinin son mesajından haberlileri kendisine bağlamışsa, o müminler dünyanın en ilerici, hürriyetçi, adil kesimini oluştururlar. Ne eskiye ne de yeniye ram olmuş değillerdir. Eski yeni diye bir kavgaları yoktur. Onlar Hak ve batıl ayrımını önemserler. Maruf ve makul olanı yaşar ve emrederler, münker olandan, heva ve heves ürününden uzak durur, insanları uzaklaştırmaya çalışırlar. İşte benim perspektifim budur.
SABİT AYAĞI RİYADA,
KLASİK ZÜHD PERGELİ
Ağabey, Modernizme, ‘gelenek’e yaslanarak yapılan eleştirileri bitirip söyleşimize devam edeceğiz. Bitirmeden önce birkaç başlık verip ve kanaatlerinizi alacağım… - ‘Modernizm şımarıklığı’na karşı ‘tasavvuf veya tasavvuf mütevazılığı?’ - ‘Batının gürültüsüne’ karşı ‘mistisizmin sessiz ve sakinliği?’ - ‘Modern tapınakların çılgınlığına’ karşı ‘sufizmin zühd ve kanaatkârlığı?’
Bakalım benim bu husustaki gözlemlerimi okuyanlar da paylaşacak mı? Malum Türkiye’de her tür tasavvuf tarikatı kendisine geniş sempatizan kitlesi buluyor. Rufai ve Melami esprisi taşıyan tarikatların mensupları, eğer tanımışsanız görmüşsünüzdür, tabir caizse hep elit tabakadandırlar. Ciddi bir sosyeteleri vardır. Rahmetli Said Çekmegil ağabey onlara ‘tango’ diyordu. Tango, biliyorsunuz batılı ülkelerde kadın ve erkeğin bir arada ve topluluk içerisinde yaptıkları dansın adıdır. Ülke, 23 darbeleri sonrasında batı tipi hayat tarzına geçtiğinde, Cumhuriyet baloları düzenlenir, o balolarda devlet memurları eşleri ile birlikte Ata’nın huzurunda dans ederlerdi. Tango deyimi o günlerden beri dilimize girmiştir. Şunu da hatırlatmak isterim ki bu türden mistik çevreler, Müslümanlar arasında asırlar sonra yeniden filiz veren yenilikçi ruh hakkında, onların batı tesirinde kaldıklarını, oryantalist söylemleri kopyaladıklarını söyler dururlar. Sosyetesi olan ve tam da batılı bir hayat tarzını yaşayan ama herhangi bir tarikata mensup kişi mi batı tesirindedir sizce yoksa yenilikçiler mi? Onların tariflerini bir an için benimseyerek tekrar soralım: Kim modernisttir?
Modernizmin şımarıklığından söz edilebiliyorsa, Müslüman kitle arasında en şımarık kesim de bunlar değil midir? Gelelim doğu - güney doğudaki köylü tarikatlara isterseniz. Peki, tevazu onların nerelerinden akmaktadır? Şeyh efendi öyle bir makamda oturmaktadır ki elini değil eteğini bile yakalamanız çoğu kere mümkün olamamaktadır. Huzurundan çıkarken geri vitese takmasanız etraftan kötü nazarlar size devirecek gibi bakarlar. Modernizmin şımarıklığı nasıl bir şey bilmem ama onların şımarıklığına bir ömür şahitlik etmiş birisiyim. Şımarıklığın en katmerlisi nefsine (kendine anlamında) ve şeyhine sonsuz güven, akıbetten en ufak bir endişe duymamak değil midir? Müritler şeyhin keramet ve şefaatine sığınarak her gün bas bas bağırmıyorlar mı: “Aramızda bizi iki cihanda kurtaracak filan efendi var” diye. Onların türkü (kendileri bu beşeri sözlere ilahi diyorlar)lerini yayınlayan en ünlü radyolarından dinledim böyle bir ezgiyi. Kim şımarıkmış peki?
Dünyanın en yeni ve meşhur gelenekçileri, mesela batıda yaşayanlara bir bakalım. Seyyid Hüseyin Nasr, Rene Geneon ve hatta Abdulkadir es-Sufi; hangisi daha mütevazıdır? ‘Düşünmek Farzdır’ adlı kitabımda aktarmıştım. İspanya’da, Sufi’nin cemaatine katıldığı bir Cuma namazında, hutbeyi okuyan kişi, Sufi hakkında (o bir mühtedi olduğundan) aynen şöyle söylüyordu: “Katılmasıyla İslâm’ı şereflendiren kişi.” İslâm mı onu şereflendirdi yoksa o mu İslâm’ı; artık bizi okuyanlara çok iş düşüyor.
Gelelim modernitenin gürültü patırtısına karşılık mistisizmin sahte züht ve takvasına. Muhtemelen barlar, pavyonlar, diskotekler ve diğer eğlence mekânlarını bu sualle, modernizmin yarattığı gizli kanaati sergileniyor. Daha önce söylemiştim, batılılar, af buyurun, fahişeliği dünyanın en eski mesleği olarak görüyorlardı. Diyeceğim o ki insanlar arasında süfli hayat yaşayanlar tarihin her döneminde bunu bir biçimde sürdürmüşlerdir. Yani bu kurumlar yeni ve modern değildir. Bir tek nokta var ki şimdi bu kurumlar fazla aşikâr hale geldiler. Bunun vebalini modernizme (yeni zamanlar diye anlayarak) yükleyemeyiz. Belki suç teknolojinindir. Onu yargılayacaksak eğer, ben şimdiden razıyım. Bütün mistikler evlerindeki TV’leri kırsın, tüm elektronik aletlerden vazgeçsin, interneti kessinler arkalarından gideyim. Böyle bir şey mümkün müdür?
Daha önemlisi var. Modernizmin kaynağı batı dünyası değil midir? Bakalım batı dünyasına, mistiklerin dünyasıyla karşılaştıralım gürültü ve karmaşa açısından. Batı şehirlerinde otomobil klaksonu çalmak yasaktır. Şehirleri tepeden izlerseniz çatılar anten kirliliği taşımaz. Yol kenarlarını oto parka çevirmemişlerdir. Şehirlerin eski dokusunu asla bozmamışlardır. Her taraf son derece temizdir. Sosyal adalet daha yaygındır. Evet, yularından tuttukları köpekleri sokaklarda gezdirirler. Elektrik direklerinde bu köpeklerin pisliklerini doldurmak için belediye poşetler asmıştır. Köprü altlarında evsiz sarhoşlar yaşamaktadır. Ama yine hiçbir doğu ülkesi kadar gürültü yoktur. Diskotek gibi gürültülü yerler bodrum katlarındadır ve asla sesleri dışarıya sızamaz.
Denilecektir ki bu zahiri görüntüdür. Gelin Bâtıni görüntüye bakalım. Doğunun alnı secdeden kalkmayan, eli tespihli, ağzı dualı ninesi torununa şöyle tavsiyelerde bulunur: “Namaz kıl ki rızkın arta, köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin.” Tarikat mensubu babaya sorarlar: “Hangi partiyi tutuyorsun?” Dehşetli bir tevazu, züht ve takva edasıyla verilen cevabı söylüyorum, lütfen biraz dikkat: “Ben ekmek partisindenim, ekmeğimi kim verirse onu tutuyorum.” Bu nine ve babanın batınına girelim mi? Aldıkları mistik tecrübe bunları maneviyatı yüksek insanlar mı yapmış yoksa her biri gizli birer materyalist, maddeci, dünyacı ve hatta onların tarifiyle söylersek modernist midir?
Sufiler kanaatkâr mıdır sizce? Hiç şeyh efendilerin oturduğu sofralarda bulunan var mıdır? Ne çabuk unutuyor insanlar, tartıda yüz otuz kilo çeken tarikat şeyhleri hala aramızda dolaşmaktadır. Bu hangi kanaattir? O meclislerin doymak nedir bilmeyen aç ruhlularını siz bana sorun. Bu kanaatkârlık iddia ve görüntüsü tamamen kamuflaj içindir. Ve sadece dildedir. Pratikte benim tanıdığım sufi meclislerinin iç yüzü böylesi sahteliklerle doludur. Ülkede çağdaş Mevleviler var. Bakınız, laik cumhuriyet, Mevleviliği neredeyse devlet tarikatı yapmadı mı? ‘Şeb-i Arus’ denilen törenler devlet tarafından resmen kutlanmıyor mu? Bektaşilik de aynı itibarı görmüyor mu? Züht, takva, sükûnet, kanaat nerede kaldı? Yoksullar için, yoksulluk için sufizmin geliştirdiği ne vardır? Bu aldatmaca dil, herkesi kuşatsa bile hadiselerin yakın tanığı olarak benim düşünce ve tespitlerim böyledir. Yani sufiler yüzyılımızda da tıpkı önceleri olduğu gibi en sosyete, en tango, en aşırı ve en modern hayatın izleyicileridir. Fakat üzerlerine öyle kalın bir çadır çekmişlerdir ki, dışarıdan seslerini işitmesi zor olduğundan, onları mütevazı çadırlarında Allah ile beraber (Hâşâ) raks ediyorlar sanırsınız.
Bu tespitlerinize şöyle bir eleştiri gelse; Modernizm, çocuklarımızdan tut da, ailelerimize, anlayışlarımıza, hayatımıza hatta kurum ve yapılarımıza bu denli girmişken onu bir şekilde bertaraf etmeye çalışan ‘geleneğe’ bu kadar yüklenmek de neden?
Şu sebepten ki bilenler bilir, sufilerin çocukları asla atalarının izinden gitmezler. Onların aileleri bütünüyle ihmale uğramıştır. Kimininki uyuşturucu jargonunda altın vuruş denilen enjekte sonucu can vermiştir, kimininkinin adı yerin altında, üçüncü sınıf diskoteklerin birisinde şarkıcıya çıkmıştır. Yani çocukları, aileyi, hayatı, kurum ve yapıları bozan asıl onların güya ahretçi davranır gözükerek dünyaya dair ihmalleridir. Bunda da modernizmin suçunu görmüyorum. Sıklıkla unutulan bir husus daha vardır. Eski zamanlarda, kırsal hayatın daha yaygın olduğu dönemlerde, insan sayısının çok az olduğu küçük yerleşim birimlerinde yaşanıyordu. İnsanların bu günkü kadar bir aradalığı mümkün olmuyordu. Bu sebepten hadiseler de münferitti. Yoksa azgın olanlar yine azgın, Muhsin olanlar yine muhsindi. Ne azgınlığı ne de muhsinliği afişe edecek araçlar yoktu. İyilik de kötülük de işleniyor, sadece kendi yakın çevresince biliniyordu. Şimdi her ikisi de neredeyse her an naklen izlenmektedir. İyiliğe de kötülüğe de tıpkı önceki hayatlarda olduğu gibi bugün ve her zaman insanlar eşit mesafededir. Bunun dışındaki yorumlar uydurmadır. Zamanımızda kötülüğün daha çoğaldığı, eskiden iyiliğin daha fazla olduğu gibi nostaljik yorumlar sadece züğürt tesellisi mesabesindedir bence. Gelenek, çoluk çocuğumuzu, aile ve kurumlarımızı korumak istiyorsa, onların hür iradelerinin olduğunu benimsemelidir evvela. Onlara söz hakkı vermelidir. Özellikle kadın unsurunun da tıpkı erkekler gibi ve erkekler kadar birer şahsiyet olduğunu/olabileceğini görmelidir. Herkesin biricik yaratıldığını, her Allah kulunun hak ve sorumluluklarını görmelidir. Modernizmi bir tür tarif ederek suçlayanlar, aslında ellerinden sulta ve otoriteleri gittiği, kadın ve çocukların bile söz sahibi olduğunu gördüklerinden ötürü, böyle acımasızca saldırmaktadırlar. Onların aile, çocuklar ve kurumlar umurunda değildir. Umurlarında olan kendi totaliter, benmerkezci ve egoist standartlarıdır. Çünkü hepsi hala feodal dönemlerin özleyicisidirler. İsterler ki çocuklar, kadınlar, müritler, etraftaki herkes kendi maiyetlerinde kalsın. Kimsenin şahsiyeti kendilerine baskın çıkmasın. Kendileri ölene kadar bu saltanat böyle sürüp gitsin.
Gelenekçilerin modernizmi; kendi toplumlarının dışında yani batıda doğan, sonraki zamanlarda doğu toplumlarını da kuşatan cereyan olarak görmeleri, onu eleştirirken ellerindeki en önemli koz ve avantajdır. Bu, bir bakıma böyle gibi görünmektedir lakin modernizm diyerek, herkesin tarifinde aciz kaldığı melek mi şeytan mı belli olmayan akım, birçok bakımdan da insanlığın ortak aklından türeyen buluşlar, keşifler, çeşitlenmeleri de kapsamıyor mu? Yeni zamanlara (modern) ulaşıldığında kucağımızda bulduğumuz her şey, nesneler, nimetler, tavır ve tutumlar, renk ve çeşniler neden yalnızca batıya mal edilecekmiş? Yok böyle bir şey. Eğer modernizm bozguncu bir cereyan ise en fazla sufiler olmak üzere bundan bütün insanlık suçludur.
İlerde bu süreç için ‘tecrübemiz’ diyebilecek miyiz? ( Evet diyebileceksek…) Nasıl bir vasatta değerlendirirsek tecrübe olacak ve ne gibi faydalarını göreceğimiz bir tecrübe?
Bakınız, her doğan insan kendisi için modern (yeni) olan bir zaman diliminde imtihana tabi tutulmaktadır. Her doğan insanın, kendisinden önceye ait hayat dilimleri ve tecrübeleri mevcuttur. Onun adı gelenekse gelenektir. Bunu bir gelenekçi iman manzumesine dönüştürüp kendi zamanıyla kıyaslayarak, günah keçisi yerine koymadıkça, hiçbir mahsuru yoktur. ‘Ben kimim’ diye sorduğumda verdiğim cevabı söyleyeyim; ‘Ben Rabbimin modern (yeni, içinde bulunduğum) zamanlarda sınamak üzere yarattığı bir kuluyum.’ Elbet benim de ferdi, ailevi, kavmi ve milli manada bir geleneğim vardır. O tecrübeye gerektiği kadar önem ve değer veririm. İstifade ederim. Lakin tartışmasız benimsemem asla mümkün olamaz. En azından gelenek benim için bir tarih dilimidir. Tarihi bilginin ilmiliği ve hakikiliği her vakit tartışmalıdır. Mütevatir ve sahih haberler haricindeki her habere ihtiyatla yaklaşmak benim şiarım olmalıdır. İçerisinde bulunduğum yeni (modern) zamanların da bana sunduğu her şeyi elbette gözü kapalı benimseyen şaşkınlardan değilim.
İnsanların, yeryüzünde yaşarken sonraki kuşaklara bıraktıkları her şey ama her şey müsbet ve menfi ayırımı yapmaksızın tecrübe defterine yazılmaktadır. Neden o defteri yabana atalım ki. Bugün yaşadıklarımız, yarının bizden daha(!) modern olacak olan kuşaklarına altın değerinde birer tecrübe olarak aktarılacaktır. Öyleyse zamana sövüp durmanın, zamanı kötülemenin, modern zamanların eskiye göre daha kötü olduğunu söyleyip durmanın ne manası var?
Bugünkü hayat şartlarının insan kalbi ve zihni üzerinde eskiye nazaran daha ağır bir baskısı var, bu sebepten daha iyi insan olmayı engelliyor diye düşünen şaşkınlar bulunduğunu biliyorum. Gelenekçi zihniyetin şuur altında ciddi bir marazi durum olarak yatmaktadır bu anlayış. O zaman Allah’ın sınamak muradıyla bu günlerde yarattığı kulları, ortadaki adaletsiz dağıtımdan şikâyetçi olmakta haklıdırlar denilebilir mi? İlahi Vahyin insana gücü, takati ölçüsünde mesuliyet yüklediği müjdesini nasıl anlamalıdır?
Bugünkü tecrübenin yarına taşıyacağı faydaların başında, salt Müslüman topluluklar hakkında söylersek; bin yıldan bu yana, tek tek öldürülmüş ferdi hürriyetlerin, şahsiyet ve benlik idraklerinin geliştirilmesini gösterebiliriz. Kadın ve çocuk unsurunun hayata kendi kimlikleriyle katılmaya başladıklarını, erkek egemen ve despotik fıkhın kıskacından kısmen kurtulduklarını söyleyebiliriz. Az bir tecrübe ve gelişme midir?
KAÇ AKIL VAR?
Modernizm ‘akılcılık’la eş-değer tanımlanıyor. Modern akıl deniliyor mesela… Batı’da Hıristiyanlık Modern akılla irtifa kaybetti, değer ve itibarını yitirdi. ‘Modern aklı’ ve Hıristiyanlığın başına gelen akıbetin İslâm için de söz konusu olup olmayacağı üzerinde durabilir miyiz? Yani sınanmış bir güce sahip midir İslâm/ Müslümanlar?
Konu, benim yoğun çalışma ve düşünme alanımdadır. İsterim ki okuyucularım bu hususta söylediklerime diğer söylediklerimden daha çok dikkat harcasınlar. Akılcılık, modern akıl, batı aklı, doğu aklı türünden isimlendirmeler benim iman ve ilim manzumem açısından tamamıyla gayrı ilmidir. Kendini böyle gösterse bile batı, akılcı filan değildir. Batı tek tip de değildir. Batı’ya şu dönemde egemen olan kudret tek kelimeyle çıkarcıdır. Menfaati neyi gerektirirse onun ardına düşen, kendisinden gayrisinin hak ve hukukunu hiçe sayan bir zulüm şebekesidir. Onları nasıl akıllı yahut akılcı sayabiliriz? İkincisi, modernizmi olumsuz bir gelişme olarak adlandırıp akılcılıkla suçlama tavrı da gelenekçi kurnazlığının ürünü olsa gerektir.
Benim literatürümde akıl kelimesi pek yoktur. Çünkü İlahi Vahyin öğretisi bana beşerin entelektüel bütün faaliyetlerinin genel kumanda merkezi olarak kalbi (vücuda kan pompalayan yürek değil, değişip dönüşme karakterli bir cevher olarak kalp) gösteriyor. Kalbin ise türlü düşünme biçimleri vardır; fikir, zikir, fıkıh, rey, nazar, basiret, feraset gibi. Kalbin görmesi, kalbin işitmesi de bunlara dâhildir. Akletme işi ise kalbin bir fiili olarak insanın düşünme faaliyetleri arasında hak ve hakikate isabet esnasındaki halinin adıdır. Ve bütün insanlar için akletme eyleminin kapısı açıktır. Ancak değişip dönüşme karakteri taşıyan kalbe bazen türlü marazlar bulaşabilir. Mesela melankoli, aşk, fitne, fesat, cimrilik, heva ve heves peşinde koşanın kalbi yaralanır. Bu hallerde ısrar edenlerinki ise temelli mühürlenir. İşte o tür kalpler artık akledemezler. Başkasının canına, malına, ırzına göz dikmişlerin, fıtratını bozarak her türlü fücur ve fitneye bulaşmışların, hak ve hakikati örterek küfür ve şirkte ısrar eden gözü dönmüş insanların, akıllı, akledenler olduğu düşünülemez. Yani akıl bu ve benzeri olumsuzluklarla birlikte asla anılamaz. Modernizm eğer kötü bir şeyse akılla alakası olamaz.
Akletme hadisesini kısaca çözdüysek eğer, Hıristiyanlığın modern akılla çözüldüğü iddiasının çürüklüğünü de zımnen söylemiş oluyoruz. Hıristiyanlığı çözen bizzat Hıristiyanlığın kendisidir. Biliyor musunuz? Menar Müfessiri Reşit Rıza, Kur’an’da insanın akletmesine, düşünmesine dair bir hayli kavram bulunmasına rağmen, tahrif edilmiş İncil’de tek bir akıl ve nüha kelimesi bulunmadığını tespit etmektedir. Sırf bu durum bile en azından şunu ortaya koyar ki; böylesine çürük ve fıtrata aykırı yapıyı elbet en küçük bir akıl fiskesi yıkabilecektir. İslâm için böyle bir tehlike yoktur ama Müslümanlar için aynısını söyleyemeyiz. Çünkü maalesef Müslüman kitlelerin çok büyük bir bölümü de, akletmeyi, ilahi saydıkları kitaplarından bile atmış bulunan Hıristiyanları izleyerek, akıl karşısına gönül yahut aşk kavramını çıkartarak kendi elleriyle kendilerine ihanet etmişlerdir. Altmışlı yılların başında faaliyetlerine katıldığım Malatya Fikir Kulübü’nün, maksat ve gayeyi açıklayan maddesi nasıldı biliyor musunuz? “Doğru düşünmenin metotlarını öğrenmek” deniliyordu orada. Ben bu mevzuda bir ömür harcadım neredeyse.
Suale cevap ararken şöyle bir şey söyleyebiliriz; modernite batının Ortodoks ve Katolik cendereden kurtulmasında ciddi bir rol oynadı. Engizisyonun gazabından korktuğu için, Hıristiyan inancına güvenmediğini dillendiremeyenlere cesaret geldi. Sağlanan hürriyet dinsizliğini ilan edenlere de yaradı. Bu demek değildi ki önceleri onların arasında dinsizler yoktu. Vardı ama bunu söylemeleri mümkün değildi. Sinsi dinsizliktense aşikâr olanı daha tehlikesizdir. Ben, modernitenin sağladığı hürriyet ortamının, batı için bile kötü olduğu fikrini hiçbir zaman kabullenemedim. Krallıkların, sultaların, münferit otoritelerin ortadan kalkması, Müslümanlar için nasıl ve neden iyi olduysa, onlar için de iyi olmuştur. Eğer bunu modernizm denilen değişim ve yenilik sağladıysa ne âlâ.
Dediğim gibi herhangi bir İblisliğin, şeytanlığın (bunlardan biri modernizm ise eğer) İslâm’a verebileceği bir zarar yoktur. Ancak Müslümanlar, Ramazan Yazçiçek kardeşimin benzetmesiyle söylersek; gelenek ve modernite adlı iki cehennem arasında sıkışıp kalmak ve orada helak olmak istemiyorlarsa, kalplerinin akledici fonksiyonunu ortadan kaldırması muhtemel, her türlü müskirata karşı müteyakkız olmalılar. Bunlar da domuz eti yemek, alkol kullanmak ve kumar değildir sadece, aşk teraneleri, mistik hezeyanların tümüdür.
Modernizmin toplumsal bazda yorumlanmasında ‘her zaman mükemmelliğe doğru bir evrilme’ kabulü söz konusu. Modernleşme en büyük meşruiyetini bu zeminden alıyor. Ve bu anlayış modernizmi insanlığın şu ana kadar yakalamış olduğu en yüksek seviye olarak değerlendiriyor. Bu yaklaşımın İslâm zaviyesinden tenkidi ne olmalıdır?
Böyle bir gerçek var gibi görünmüyor mu size de? İnsanlığın her yeni kuşağı bir eskisinden bir adım daha önde değil midir? Hangi anlamda? Elbette tecrübe, bilgi birikimi, icat ve keşifler anlamında. Her gelen kuşak kendinden öncekilerin aktardıklarına sahip olduğu gibi buna kendinden de bir şeyler ekleyerek birkaç adım daha öne çıkmaktadır. Önde, ileride olmak her zaman mükemmel olmak demek değildir ki. Ayrıca bu tür ilerlemenin insan ahlak ve fazileti açısından yapılacak bir karşılaştırmada rolü var mıdır; ne ölçüdedir, asıl sual bence budur. İnsan, sırtındaki maddi yükü hafiflettikçe, zannım budur ki, bu sefer manevi yükü ağırlaşmaktadır. Ezcümle, yeryüzündeki beşeri hayat, ilahi bir imtihandan ibarettir. Her imtihanda muhtelif şıklarla karşı karşıyadır insanlar. Terazinin iki kefesi vardır. Bazen biri bazen diğeri ağır basmaktadır. İnsan ise denge peşindedir. Dengeyi yakaladığı vakit huzura erecektir.
Bir başka husus ise ilerlemenin bir yatay geçiş olmasıdır. Eğer dikey özellik taşısaydı o vakit insanlığın şu ana kadar yakalamış olduğu en yüksek seviyeden bahis açılabilirdi. Hadisemizde irtifa ölçümü yapılmıyor ki. Seviye, teknik başarı ve ilerlemeyle değil ancak ahlak ile ölçülür. Ahlak, insanların sürekli davranışlarına verilen addır. Buradan baktığımızda dün ile bugün, gelenek ile modernite arasında hiçbir fark kalmaz. İyilik ve kötülük her çağda bir biçimde boy gösteren iki insani ahlak toplamıydı. İyi ahlak ve kötü ahlakın insan vicdanlarında tarifi değişmediği müddetçe, herhangi bir zaman dilimi bir diğerine göre daha yüksek seviyededir denilemez. Bütün zamanlarda her iki davranış modeline de rastlanmaktadır. Ancak iyi ahlak modellerinin bütün zaman dilimlerinde ötekine nazaran daha az rastlanan bir hadise olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Birileri son zamanları ötekilerine göre daha yüksek seviyede gösteriyorlarsa bizi buna inandırmak için belgeler sunmalılar. Amerikan toplumunun veya devletinin Eyyubilere göre daha yüksek seviyede bulunduğunu gösteren ahlaki göstergelere ihtiyacımız vardır. Görelim bakalım bu nasıl bir ‘en yüksek seviye’dir.
Bu manada, insan ve toplumların tatavvurları veya gerilemelerinin göstergesi Müslüman zihinde nedir?
Tek kelimeyle ahlaktır. Ahlak bahsi Hayri Kırbaşoğlu kardeşimizin isabetle yakaladığı gibi, halkın eline tutuşturulan altı yüz sahifelik ilmihal kitaplarında, maalesef yalnızca dört sahifelik bir yer kaplarken, namaz bahsinin tam iki yüz elli sahifeye yayılmış olması, ciddi bir göstergedir. Namaz; cana, mala dokunmayan, rahat ve sıcak mekânlarda yerine getirilebilecek, bazen tembel ruhlu insanı manen de rahatlatacak bir eylemdir. Bahsi geçen ilmihallerin yanlış yönlendirmesiyle, malı mülkü bol olanın Allah yolunda vermekle şöhret bulması gerekirken, o da namazı çoğaltmıştır. Kaba gücü olan bu uğurda onu; fikir sahibi fikrini harcamakla öne çıkmalıydı. Oysa herkes namazı çoğaltarak tatmin yolunu seçmiştir. Sürekli davranışların bütünü anlamındaki ahlak kavramının, halk etme köküyle bağlantısı unutturulmasaydı, belki Müslüman kitleler mevcut yanlışı yaşamayacaklardı. Şunu demek istiyorum ki kişi, davranışlarının yaratıcısıdır diyenlerdenim ben de. Herkes, davranışlarımın bütün sorumluluğu kendime aittir diyebilseydi, belki de durum değişirdi. Oysa umumi akidede kişiler davranışlarının sorumluluğunu boyunlarından rahatlıkla atacak itikatlara sahiptir. Kalabalıklar, bazen Allah’ı, bazen düşmanı, bazen şeytanı, bazen de felek diyerek uydurma bir kudreti devreye sokarak, cürüm ve kabahati onların omuzlarına yüklemekte, kendisini kötü ve yanlış davranışlarının sorumluluğundan böylece sıyırıp çıkarmaktadır. Bundan daha geri ve geriletici anlayış var mıdır?
BEN İDRAKİ, KULLUK BİLİNCİ
İbadet bilinciyle yaşamak ne demek? İbadet bilinciyle yaşamak zamana göre anlam değişimine uğrar mı mesela? Yukarıdan beri değerlendirmeye çalıştığımız bir süreç var; ‘modernizm’ … Bu sürecin içerisinde ibadet bilinci korumak deyince ne anlamalıyız?
Bizim memlekette şöyle anlayışlar vardı: Peygamber’i de alet ederek, onun söylediği, iftirasını yakasına takıp deniliyordu ki, en iyi inanç kocakarı inancıdır. Kocakarı inancı ise malum, bilgi, bilinç, basiretten yoksun, körlemesine bir takım kabullerden ibarettir. Oysa İslâm’ın öngördüğü iman; akletme, fikretme sonucu erişilen bir bilinç ve basiret eylemidir. İmanın gereği olan salih ameller toplamı ise ibadet olarak adlandırılmıştır. Müminlerin meşru bütün davranışlarının toplamına da ibadet denilir. Türkçesi kulluk bilincidir. Bu bilinci yok edecek herhangi bir cereyan, dış etki düşünülemez. Meğerki kişinin bizzat kendisi bu bilinç eksikliğine meyilli ola. Zamanın değişmesi, modernitenin taşıyıp getirdikleri, kendiliğinden kişiyi kuşatamaz. Allah’tan gelen bir kaza veya musibeti saymazsak hiçbir şeytan, Allah’ın salih kullarının bilincini kişinin isteği ve temayülü olmaksızın karartamaz.
İbadetlerin iki önemli şartı vardır. Birisi niyet diğeri vakittir. Vakitsiz davranışların anlamsızlığı ortadadır ve konumuzun dışındadır şimdilik. Niyet ise ‘kişinin ne yaptığını biliyor olması’ şeklinde tarif edilir. Bu durumda, her zaman ve her mekânda kişi böyle bir bilincin sahibi olmayı sürdürürse, Allah’tan gayrı kim onu durdurabilir? Yeryüzündeki bunca zulüm, işkence ve baskıya rağmen, bütün bunlara maruz kalan insanlar hala düşünmeye, duymaya, tasavvur etmeye ve inanmaya devam etmiyorlar mı? Başından beri söylüyorum, inanan, dürüst, sağlam, vicdanlı insanları bir sel yahut tsunami gibi gelip önüne katarak sürükleyen ve istemediği istikamete taşıyan modernizm yahut adı ne olursa olsun böyle bir kudret mevcut değildir. Zayıf karakterli insanlar, cürüm ve kabahatleri kendi vicdanlarını sızlatmasın diye mevhum caniler üretirler. Modernizm zavallısı da böyle bir günah keçisidir.
Zenginliğin ve Modernliğin, insan-eşya münasebeti bağlamında oldukça yoğun eleştirileri yapıldı. Mesela bunlardan bazıları; ‘Müslümanların’ (bu, tüm Müslümanlardan ziyade makam-mevki sahibi olup zenginleşenlerdir) zenginleşmeleriyle birlikte tüketim ve yaşam düzeyi anlamında şımarıklaştığı… Emek sömürüsü yapan eller oldukları vb...
Daha önce bir nebze değinmiştim. Bakınız, insanlar hep benzer karakter taşırlar. Şu anlamda ki; cömert ve cimriler her zaman ve zeminde mevcuttur; cimrilik her zaman kötü cömertlikse iyidir. Haberin, bilginin, iletişimin hızlı aktığı zamanlara erişildi. Herkes herkesin her şeyinden çabucak haberdar olmaktadır. İnsanlar hayat yolunda farklı imtihanlara tabi tutulmaktadır. Hayata birlikte başlayanların ileride yolları ayrılmaktadır. Uzunca sayılacak bir zaman dilimi sonrasında yolları yeniden kesiştiğinde, aralarındaki her türlü farklılaşmanın, statü değişiminin yeni bir sual açtığı/açacağı ortadadır. Ne yazık ki Müslümanlar yaşadığımız çağın zihnen ve fikren bir hayli gerisinde kalmışlardır. Bin yıldan bu yana, Aliya İzzetbegoviç üstadın ifadesiyle, kış uykusunda yatan bir toplumdan söz ediyoruz. Bir türlü uyuduğu mağarasından çıkmayan/çıkamayan ashaptan konuşuyoruz. Bir nice zamandan beri bütün değişimlere direnen, her türlü yeniliğe bir bahane bularak kaçan toplum, hiç farkına varmadan, ansızın, kendisinin de değiştiğini fark etti. Kendisi değişime direnmişti lakin değişim mukadderdi. Böyle olunca kendi iradesiyle değişmeyen bu insan modelini başkaları, kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayanların iradesi gelip değiştirdi. Bu, onda büyük bir şok yarattı. Hiçbir şeye ama hiçbir şeye hazırlıklı değildi.
Olabilir ki hasbelkader bir makam, mevki, varlık sahibi kılındı. Elbette bunu hazmetmesi zor olacaktı. Şöyle düşünelim; makam, mevki ve bol mal sahibi Müslümanlar değiştiler, şımardılar, kötü ahlak sahibi oldular, geçici olarak bunu kabul edelim. Peki, makam, mevki, mal, mülk sahibi olmayan yoksul Müslümanlar çok mu iyi ahlaklıdırlar? Kim savunabilir bunu? Zengin, diyelim yoksulun emeğini sömürüyor. Peki, emekçinin, emeğin hakkını verdiği malum mudur?
Demem odur ki bir toplum bozulmuşsa topyekûn bozulmuştur. Zengini çok kötü ama fakiri çok iyi bir toplumdan söz edilemez. Varlıkla hiç sınanmamış insanlar, vermek fiilinden ne kadar söz ederlerse etsinler bir etkisi olmaz. Evvela bizzat kendileri varlıkla sınanacaklar, görelim bakalım vermek; ver, demek kadar kolay mıdır?
Müslümanlar bugün İslâm’ın iktisadi sisteminin sağa mı sola mı yakın olduğunu, zenginlerin şımarıklığını, sınırsız tüketimin artmasını konuşacaklarına, aldatanları karalayıp duracaklarına, aldananın da niçin aldandığını sorgulamalıdır. Aldatan suçlu da aldanan tamamıyla masum mudur?
Biliyorsunuz, ‘yeni bir dindarlık biçimi’nden bahsedilir oldu. Erkeklerin tercihlerinden tutun, kadınların örtünme şekillerine, erkek ve bayanların katıldıkları ortamlardan tutun da olaylar karşısında sekülerlerle Müslümanların tutumlarının benzeştiklerine kadar birçok eleştiri… Bu kavramsallaştırmayı ve yapılan eleştirileri, haklılık ve haksızlığa kayabilecek yönleriyle değerlendirebilir misiniz?
Siz buna artık Müslümanlarda şehirlileşti deyin isterseniz. Eski dindarlık halinde mesela kadının örtüsü ile alakalı şöyle bir anlayış vardı. Adına, kadınların erkeklerden kaçması deniliyordu. Erkeklerden kaçmak; ne dersiniz, üzerinde düşünülmeli değil midir? Nereye kaçıyorlardı, nereye kaçacaklardı, niye kaçsınlardı kadınlar erkeklerden? Haremlik ve selamlık müessesesi, Müslümanlığı hakkıyla yaşayan aileleri diğerlerinden ayırıyordu. Kadın sosyal hayatın dışında tutuluyordu. Erkek egemen fıkıh ona böyle bir rol biçmişti. Dindarlığın tek ve en önemli göstergesi, kadın üzerinden böyle sağlanıyordu. Şimdilerde durum tam tersine döndü. Ama yine hadise kadın faktörü üzerinde dönüp durmaktadır. Bence dünyanın en geri zihniyetli Türkiye laikleri, başı örtülü kızları mekteplere sokmazken, aynı inançtaki erkeklere dokunmamaktadır. Müslüman kadınların yeni, hadi biz de öyle söyleyelim, modern görünümlü kimlikleri, gelenekçi muhafazakârlarla beraber laikleri rahatsız etmektedir.
Hülasa, eski İslâmî hayat ile yenisi arasında kadının öne çıktığı ciddi bir fark oluşmuştur. Evet, bu bir değişimdir. Peki, kötü müdür, gayrı İslâmî midir? Soru budur. Hadisenin müsebbibi modernizmdir denilebilir mi?
Bakınız, Müslümanlar son kırk yılda, son bin yılın hiçbir kırk yılında görülmemiş biçimde ciddi bir bilgi, birikim ve bilinç sahibi olmuşlardır. Son iki yüz yıldan beri söylenegelen kaynaklara dönüş, Kur’an’a dönüş çağrısı karşılık bulmuş ve Kur’an ile onun pratiği olan Allah Resulü’nün hayatı yeniden okunmaya, anlaşılmaya başlanmıştır. Yaşanılan değişim, bu dönüşün netice vermesindendir. Elbette uzun fetret döneminden çıkış kolay olmamış ve dönüş gerçekleştirilirken kimi baş dönmeleri yaşanmış ve yaşanmaktadır. Ancak görünen o ki bizi umutlu kılacak, asırlardan beri sürüp gelen zilleti ortadan kaldıracak, kötümser ruh hallerini silip süpürecek bir süreç başlamıştır. Besbelli, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Olacaksa da bu davanın en eskisi saydığımız Resulullah döneminin modeli gibi olacaktır inşallah.
Peki ya bu süreçte İslâm’ı anlama, bir tavır, tutum ve yaşam tarzı olarak benimseme hassasiyetini gösterenlerin zafiyetleri nelerdir? Hangi zafiyet, kaybedilen veya eksik kalan hangi İslamî perspektif insanı ‘şımarıkça’ bir hayatın içerisine taşır?
Yeni konuşmaya başlamış bebeğin dili elbette sürçer. Peltek harfleri söylemede zorlanır. Tay tay yürümeye geçtiğinde de defalarca düşüp kalkacaktır. Bebeklerin ebeveynine karşı şımarıklıklarının da tahammül edilir bir sınırı vardır. Merhum Necip Fazıl’ın güzel bir benzetmesini hatırladım. Derdi ki: “Bu dava, başlangıçta koca bir aysberg, buz dağı, idi. Biz onu nefesimizle hohlaya hohlaya erittik. Gelin görün ki şimdi de ortalığı kaplayan çamurdan geçemiyoruz.” Asla acele etmemelidir. Onun bunun zaafıyla uğraşmak yerine, yola çıkmış bulunan kervanın menziline salimen varabilmesi için atların, develerin ve hamulenin bakımını üstlenmelidir. Elbette her yeni başlangıcın bir acemilik dönemi olacaktır. Düşünün, düğünlerde, derneklerde eskiden mevlit okunur gül suyu ve şeker ikram edilir, sen memnun, ben memnun ayrılıp gidilirdi. Mevlit programları giderek azaldı. Bunun ibadet gibi yapılması tartışıldı. Fakat hala yerine yeni bir model konulamadı. Folklor gösterileri deneyenler var. Asık suratlı konuşmacılar getirip düğünde ölümden bahsettirenler var. Ama yaraşır bir model yok.
Anlamak, tavır, tutum, yaşam tarzı ne denirse densin asıl zafiyet bence hala değişime, her yeniliğe direnmenin ta kendisidir. Değişim ve yeniliklerin nabzını tutmayı öğrenmelidir. Gelen salvolar varsa onları Müslümanlar göğüslerinde yumuşatıp öylece vurmalıdırlar.
Yeniliği erken benimseyenlerin tavır ve tutumları eskide direnenler nezdinde şımarıklık olarak görülür genellikle; benzer görüntülere de aldanmamak lazımdır.
‘Hangi perspektif zaafı insanı şımarıklığa yahut yanlış neticelere taşır?’ sualinin cevabı bence, pergelin sabit ayağını İlahi Vahyin üzerine koyarak, diğer ayağıyla üç yüz altmış derece dönme hürriyetine karşı direnmektir. Bunu yapan ham yobaz ve kaba softanın uyarılması zaman alacaktır.
Kaynak: Nida Dergisi, sayı;146