Kaddafi, işgalciler ve Arap devrimciliği
Şimdiye kadar denenmemiş olan Koruma Sorumluluğu normunun askerî müdahaleye hukukî dayanak sağlamak için bulunduğu doğru ama neden şimdi de daha önce, mesela, 27 Aralık 2008'de başlayıp üç hafta süren İsrail'in Gazze'ye saldırılarında başvurulmadı?
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-03-29 07:36:46
Kaddafi yönetimi iç meşruiyetini yitirerek bir devrimci ayaklanmanın ahlakî ve siyasî şartlarını yaratalı çok oluyor. Yakın zamanda, kendi halkının hoşnutsuz kesimlerine "fareler ve köpekler", "hamamböcekleri" gibi sıfatları yakıştırarak ve kaçık bir tirana yakışan kana susamış, kinci bir dil kullanarak bu çıkarımı doğruladı. Bunlar, Libya'daki tecrübenin üzerinde nasıl bir siyasî baskı olduğunu makul bir kuşkuya yer bırakmadan ispatlamakla birlikte, eski kolonyalistler Fransa ve Britanya'yla onların post-kolonyal emperyal nezaretçisi Amerika ve bu "gönüllüler koalisyonu"na katılmaları için ikna edilen bazı bölge devletlerinin ortaklığıyla başlayıp birkaç Körfez ülkesinin de katıldığı bir NATO operasyonuna dönüşen BM destekli bir askerî harekâtını haklı çıkartır mı?
Şahsen konuşacak olursam, her ne kadar siyasî kimliklerine dair belirsizlikler ve kapasitelerine dair şüpheler bulunsa da ben Libyalı isyancılardan yana umutluyum. Sürgündeki pek çok sözüne itibar edilebilir Libyalı isim, isyancıların kazanacağı bir zaferin Libya halkının yararına, bölge ve Arap dünyası için doğru yolda atılmış bir adım olacağı konusunda hemfikir. Ama bir soru duruyor: Bu ihtimal, Birleşmiş Milletler tarafından desteklense dahi, Batılıların liderliğindeki bir askerî müdahaleyi desteklemeyi haklı çıkartır mı?
Bazı bilinmeyenler ve belirsizliklerle başlayalım. Libya ayaklanması 2011'deki diğer bölgesel olayların aksine spontane mahiyetteki bir halk hareketi olma özelliğini uzun süre korumadığı gibi Tunus'ta olduğu gibi, feci bir olaya verilen spesifik tepki olarak da başlamadı. Her ne kadar medya haberlerinde tutarsızlıklar olsa da, görünen o ki Libya'daki muhalefet hareketi daha en başından itibaren silahlıydı ve siyasî karakteri de Tahrir Meydanı'ndaki olağanüstü halk devriminden ziyade kurulu bir düzene karşı geleneksel bir başkaldırıya daha çok benziyor. Kaddafi rejimine içeriden gelen bu siyasî tepkinin Libyalıların kendi kaderini tayin hakkının bir dışavurumu olarak tamamen haklı olduğuna şüphe yok. Bu hareket, boykot, tecrit ve BM yaptırımları gibi kaba kuvvete dayanmayan araçlarla dünya kamuoyu ve uluslararası kuruluşların desteğini hak ediyor. Uluslararası camia, içerideki dalga Trablus'un lehine dönene kadar askerî müdahale tehdidine başvurmadı ki bu, müdahalenin, Kaddafi'nin isyancıları bastırarak düzeni yeniden kendi lehine tesis etme ihtimalinin gittikçe büyümesiyle birlikte gerekli görüldüğünü gösteriyor. Bu müdahalenin, Libyalı sivilleri korumak amacıyla hayata geçirildiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Amacı isyancıların bozguna uğramasını engellemek ve Kaddafi rejiminden kurtulmak.
SİVİL HALKI KORUMAK MI?
Eğer Libya'ya müdahalenin gerekçesi gerçekten de sivil halkın korunması olsaydı, sivil muhalefete şiddet uygulanan Yemen ve Bahreyn'de aynı yola başvurma fikri de destek bulurdu. Bunun ötesinde, Irak ve Afganistan tecrübeleri nefret edilen çok sert rejimlere müdahalenin asla hikâyenin sonu anlamına gelmediğini ve herhangi bir sona erişilemeden evvel şiddetin, müdahalenin olmaması durumunda ulaşacağından çok daha devasa boyutlara ulaştığını gösteriyor. Bu süreçte, masum halk çok ciddi kayıplar veriyor ve acılar yaşıyor. Tarih, askerî müdahalenin iç çatışmalarda olumlu bir etki yapmasının çok nadir olduğunu gösteriyor. İçerideki güçler dengesinin işlemesine izin verilmesi şartıyla felâketlerin önlenmesi zaman zaman vuku bulmakla birlikte, son 75 yıla şöyle bir bakmak, müdahaleden kaçınmanın müdahaleden çok daha az sorun yarattığını gösteriyor.
Akıllara peki ya Ruanda ve Bosna (bilhassa Srebrenitsa'da yaşanan katliam) diye bir soru gelebilir. Bunlar, insanî müdahalede bulunulması gerekirken bulunulmayan durumlar değil mi? Ve de 1999'da NATO'nun Kosova'da giriştiği savaş insanî müdahalenin bazen tehdit altındaki bir halkı soykırım niteliğindeki bir etnik temizlikten kurtarabileceğini göstermedi mi?
Ruanda ve Bosna'da soykırım tehdidi apaçık ortadaydı ve ufak çaptaki bir müdahaleyle engellenebileceğinden, belirsizliklere rağmen, böylesi sınırlı bir hedef için müdahaleye başvurulmalıydı. Kosova'da soykırım tehdidine dair iddialar net olmamakla birlikte birkaç yıl evvel Bosna'da yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda, ciddiye alınmaları için makul bir temel mevcuttu.
Güç kullanımına dair Amerika'da yapılan iç tartışmalar bu kez normalde olduğundan çok daha karmaşık. Üç ayrı tip pozisyondan bahsedebiliriz: realistler, ahlakî sebeplerle müdahaleden yana olanlar ve ahlakî ve hukuki gerekçelerle müdahaleye karşı çıkanlar. Dış politika alanında ihtilaflı askerî meseleler gündeme geldiğinde çoğunlukla üstün gelen taraf olan realistler, maliyetleri ve sonuçlarının çok belirsiz olması, ABD'nin denizaşırı müdahaleleri konusunda yeterince gerginlik bulunması ve de Amerika'nın pek fazla çıkarının bulunmaması gerekçeleriyle temkinli. İkinci Bush döneminde dümeni ellerinde bulunduran ahlakî müdahaleciler Hillary Clinton ve Joseph Biden gibi şahin Demokratlar'ın eşliğinde yeniden ortaya çıkarak, Londra ve Paris'in desteği, Arap komşuların rızası ve Moskova'yla Pekin'in karşı çıkmak konusundaki istekliliklerini kaybetmeleri sebebiyle siyaseti şekillendirmeyi başardı. Kaddafi'ye bir müdahaleye karşı olan bu isimler, özellikle Birleşmiş Milletler'de sansasyoncu medya tarafından, "yapılmalı mı?" zor sorusuyla uğraşmak yerine "nasıl yapılacak?" kolay sorusunu tercih eden tartışmalarda alt edildi.
ULUSLARARASI HUKUK VE GAZZE
Son olarak da BM'nin 1973 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla müdahaleye izin vermesi meselesi geliyor. Genel uluslararası hukuk anlayışına göre, ahlakî ve siyasî yönü ve BM Anayasası ve değerlerine uygunluğu ne kadar tartışmalı olursa olsun Güvenlik Konseyi'nin oylamasının yasal meseleyi, en azından BM sistemi içerisinde çözdüğüne şüphe yok. Daha önceden dünya mahkemesinin yine Libya'ya dair verdiği bir karar, ilgili uluslararası hukuk normlarını çiğnese bile, BM Güvenlik Konseyi kararının bağlayıcı olduğuna karar vermişti. Mevcut durumda, Güvenlik Konseyi, askerî müdahaleyi destekleyen, hukuki, ama benim kanaatime göre siyasî açıdan ihtiyatsız ve ahlakî açıdan bulanık olması itibarıyla gayri meşru olan bir karara vardı. Çekimser kalan ülkeler sorumsuzca davrandılar. Başka bir deyişle, Anayasa'nın ya ruhuna ya da metnine aykırı davrandılar. Anayasa, 2(7) maddesinde, uluslararası barış ve güvenliği ciddi şekilde tehdit eden bir durum olmadıkça BM'nin, üye devletlerin 'öncelikle iç hukukları'nı ilgilendiren meselelere müdahale etmesini yasaklıyor. Şimdiye kadar denenmemiş olan Koruma Sorumluluğu normunun askerî müdahaleye hukuki dayanak sağlamak için bulunduğu doğru ama neden şimdi de daha önce, mesela, 27 Aralık 2008'de başlayıp üç hafta süren İsrail'in Gazze'ye saldırılarında başvurulmadı? Gazze'de sivil halk, doğru dürüst bir askerî korumadan yoksun bir şekilde saldırıların kurbanı olmasına rağmen hiçbir devlet koruma sorumluluğunu gündeme getirmemişti. Biraz daha farklı bir dil kullanan BM Anayasası, üyeleriyle, kendi kaderini tayin politikalarına öncelik veren ve müdahale politikalarına karşı olan bir toplumsal sözleşme yapmıştı. Hiçbir duruş mutlak değildir ama görünen o ki Libya'da olan, müdahaleye öncelik verildiği ve kendi kaderini tayinin devre dışı bırakıldığı. Bu, güç kullanımını sınırlayan zorunlu kurallara ve müdahil olmama vazifesine dair jeopolitik sağduyuyu ve yasal ve ahlakî etosu hiçe sayan, normatif açıdan son derece şüpheli bir girişim. Libya'da neler olacağını bilmiyoruz ama birçok talihsiz niteliği barındıran böylesi bir örneğe karşı çıkmamıza yetecek kadar bilgiye sahibiz. Egemen devletlerarasındaki küresel toplumsal sözleşmeyi ve örgütlü küresel camiayı yenilemenin ve saldırgan savaşları kanun dışı haline getirip tarihin seyrini, Batılı olmayan halkların kaba kuvvete dayanmayan mücadelelerine destek verecek şekilde yansıtmanın zamanı geldi.
Eğer sıradan insanların dış politika doktrinlerine sahip olmasına cevaz olsa benimki şöyle olurdu: BM, askerî eylemlerin izleyeceği yola dair çok kuvvetli bir mutabakat olmadıkça, devletlerin, insanları öldürecek olan şiddetli eylemlere girişmelerini onaylamamalı. 1973 sayılı karara çekimser kalanlar müdahalecileri kuvvetli bir mutabakattan yoksun bıraktı ve bu şekilde devam etmek, barış ve güvenlik meselelerinde BM'nin, hukuk düzeninden ziyade jeopolitikaya dair bir oluşum olduğu izlenimini güçlendiriyor.
Zaman
Haber Ara