Robert Fisk* / TIMETURK
Derinleşen Libya krizimiz şöyle dursun, Arap uyanmasının öfkesi ortasında, eski İstanbul, bir kuvvet ilacı gibi. Minarelerin, suyun, sarayların, müzelerin, kitapçıların, kadim meclis binasının ve binlerce balık lokantasının ortasındaki bu eski şehir, gerçekte Arapların sahip olduğu yegâne ortak başkentin bir yadigârı.
Sultanlar Beyrut’u Osmanlı Hanedanlığı’nın mücevheri diye adlandırırmış ancak İstiklal Caddesi’ndeki eski tramvayların yanından geçen on binlerin izdihamıyla dolu modern İstanbul’un caddelerinde iki gün gezmek, ilk kez Büyük Osmanlı haritasında Lübnan’ın ne kadar küçük bir yer olduğunu anlamama neden oldu. Osmanlı’dan kaçamazsınız da. Orada, Taksim’de, İngiliz ve Amerikalıların büyük eski elçilikleri yer alır, onların altında “kapitülasyonlardan” istifade eden güçlerin büyük bankaları ve akla zarar avizeleriyle, Atatürk ile Hemingway’e ev sahipliği yapan Pera Palas Oteli bulunur. Aniden iki Osmanlı askerinin yer aldığı 1917’den kalma bir fotoğrafla afalladım. Çölde duruyorlardı. Filistin mi? Suriye mi? Arabistan mı? Kelimenin tam anlamıyla paçavralar içerisindeydiler, tekin olmayan yüzlerin üzerinde çuval-benzeri şapkalar vardı, tumanları bacakları üzerinde lime limeydi. Acayip şekilde, arkalarında ilk dönem bir tayyare duruyordu. Orta Doğu’yu şimdilerde yutan tayfunun öncülü Arap devrimi esnasında Lawrence’ın savaştığı gençler bunlar mıydı?
Tramvay durağındaki bir kitapçıdan, on yıldan fazla süre önce basılmasına rağmen modern Türkiye’nin kurucuna dair orijinal araştırmasının tazeliğini taşıyan Andrew Mango’nun Atatürk’ün Hayatı’nı satın aldım. Evet, tabi ki Ermeni katliamlarıyla (elbette, “aşırı ihtilaflı”) ilgili olağan kaçamak sözler vardı fakat aynı zamanda Mustafa Kemal’in, Libya’nın (konumuza geliyoruz) İtalyan-karşıtı Arap isyancılarıyla birlikte savaşmak için İskenderiye’den sızmazı gibi, ilk dönem askeri kariyeri hakkında sıra dışı bilgiler içeriyordu. Aşina isimler yer alıyordu; Tobruk, Bingazi, Zaviye. Türk tarihinde çok daha karanlık bir şahsiyet olan Enver Paşa (Ermenilere soruverin), Senusi (evet, Kaddafi’ye karşı savaşlarını onların yerine kazanmamızı isteyen aynı Senusi) aşiretlerini İtalyanlara karşı birleştirmek amacıyla Bingazi’deki İtalyan güçlerini muhasara eden Sireneyka’daki Osmanlı komutanıydı. Bu arada, Senusiler, 1843’te Sireneyka’ya yerleşen Cezayirli Muhammed İbni Ali el-Senusi tarafından kurulmuştur. Mango, “Kişisel çıkarlarla ve kendini-savunma güdüsüyle tamamlandığında (savaştaki) Müslüman dayanışması etkilidir” diyerek işaret etmesiyle Kral İdris’e (1969’da malum Albay Kaddafi tarafından devrilen) kadar uzanan aşiret tarihinin ana hatları keskin şekilde ortaya çıkmış oldu.
Kitapta, bu dünyanın David Cameronları tarafından okunması gereken birçok paragraf var. Mango’nun kitabında, Mustafa Kemal’in Libya harekâtının “o zaman, kendi gözlerimle umutsuz olduğunu” gördüm dediği esnada “Araplara, yenilenen Osmanlı devletinin onları savunma kudretinin gösterilmesi gerekiyordu” diye açıkladığı mükemmel bir cümle var. 180 Osmanlı askeri ve 8 bin Arap 15 bin İtalyan’ı kuşatabilmişti ancak “Arap bedevileri kafalarına göre gidip geliyorlardı”. Şeyhlerin temel endişesi, Mustafa Kemal’in keşfettiği gibi, mümkün olduğu kadar çok para toplamaktı. Savaş ne kadar uzun sürerse o derece paraya el uzatabiliyorlardı.
Bir noktada Enver Paşa, geleceğin Atatürk’ün Senusi vahasına (Calo) gönderdi. Daha sonra şöyle yazacaktı: “Bu kutsanmış yerde üç-yaşındaki kızlar bile dışarı bırakılmıyor. Kadınlar doğdukları yerde yaşıyor ve ölüyorlar. Yerel adet bu. Askeri kamplarda kadın ve erkekler olmasına rağmen, kadınların yüzlerini son üç aydır görmedik, kalın peçeler arkasına saklanıyorlar. Sofular gibi yaşıyoruz. Eğer buradan gidersek, bundan sonraki durağımız kesin cennet olur”. Tarihin cilveleri, ne de olsa, garip. Üç yıl sonra Osmanlı Türkiye’si Almanya’yla müttefik olacaktı (Atatürk, Gelibolu’da sivrilecekti) ve Almanya savaşı kaybettiğinde parçalanacaktı. Buna rağmen bugün, aynı Türklerin torunları ve torunlarının çocukları günümüz Almanya’sında çok çocuk sahibi oldukları, az Almanca konuştukları ve yardım paralarıyla geçindikleri için kötüleniyor. Geçen yıl Şansölye Merkel, “çok-kültürlü” toplum inşa çabalarının Almanya’da başarısız olduğunu öne sürdü. Türk göçmenleri hakkında Libya tarihi kadar bilgisi olan David Cameron da bu açıklamayı destekledi.
Gerçekte bu yalan bir tarihtir. Almanya asla “çok-kültürlük” ile ilgili başkalarını düşünerek fedakâr bir deneye girişmedi. Türkler, Almanların yapmak istemedikleri işleri yapmak için Almanya’ya geldi. Yabancı işçiler Almanya’ya ucuz işçilik sağlasınlar diye teşvik edildi, sıra dışı kültürler-arası sosyal tekâmül programının misafirleri olmak için değil. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiltere’nin yeniden inşası için gelen ilk siyah İngilizler gibi. Biz onlara daha iyi evler verelim diye çağırmadık. Merkel ve Cameron’un Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’na geri dönmesini istediği kadar elbet Atatürk, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmasını arzuladı. Belki de Avrupa’daki efendilerimiz (Cameron kadar Sarkozy de) baş döndürücü bu günlerde Atatürk’ün biyografisini sıkıca etüt ederlerse iyi olacak. Balkan savaşı Osmanlıları, Sireneyka’yı bırakmaya ve Libya’nın İtalya’ya ilhakını kabullenmeye mecbur bıraktı.
Enver Paşa, tarihin bu gerçeğini kabul etmeye reddetti. “Arap bedevilerine barışın sağlandığını söylemenin tehlikeli” olduğunu öne sürdü. Senüsiler, İtalyanların amansız merhametlerine bırakıldı. Büyük-Savaş sonrası faşist rejim yirmi yıl boyunca onlara saldırdı. Paralellikler elbette ki tam değil. Fakat eğer Kaddafi, kelebek misali Trablus’ta kalırsa, Bingazi dolaylarındaki inançlı “isyancılarımıza” NATO’nun nefesinin bittiğini ve barışı savaşa tercih ettiğini nasıl anlatacağımızı bilmek ilginç olurdu.
*The Independent gazetesinin ünlü Ortadoğu muhabiri.
Bu makale Oğuz Eser tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.
*The Independent gazetesinin ünlü Ortadoğu muhabiri.
Bu makale Oğuz Eser tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.