Burada ortaya atılan soru şu: ABD'nin eski bir müttefikinde meydana gelen bu değişimin arkasında yatan ne? Neden karşıt tavır almış durumda? Tabii tehlikeli bir hasım hâline gelmediyse.
Türkiye'nin Washington'daki bu olumsuz imajının geçici bir önemi var. Asıl kriz, Gazze'ye uygulanan ambargonun kırılması çabalarının sonucunda Türkiye ile İsrail arasında meydana gelen krizdi. Türkiye ayrıca BM Güvenlik Konseyinin Geçici Üyesi olarak İran'a daha fazla yaptırım uygulanmasına neden olacak oylamaya karşı çıktı. Bunların yanı sıra Türkiye'nin şu anki tavrını belirleyen ve üzerinde pek de durulmayan daha gizli ve derin yönelimler var ki bunlar, bir zaman sonra devlet olarak Türkiye'nin karakterini değiştirebilir.
Türkiye bugün, büyük hatalarına rağmen kadim tarihinin büyük bölümünde başarılı bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kalıntısı. 20. yüzyılda askerî elitten geriye kalanlar ve onlarla birlikte nüfusun yüzde 15'i, küçük bir devlet kurabilmek için bir çerçeveye ihtiyaç duydular. İslam üzerinden oynayamazları, çünkü âciz hilafet zaten dışlanmıştı. Böylece o dönemde yaygın olan milliyetçi bir söylem kullanmaya başladılar.
Ulusal çağrılar yapmak için, bir ulusun var olması gerektir. Ancak o dönemde Türkiye Cumhuriyeti henüz bir ulus olmamıştı; Rumlar, Asyalılar, Kürtler ve Ermenilerin yanı sıra Türkçe konuşan bazı etnik gruplar için bir vatandı. Sovyet imparatorluğunun Kırım Yarımadası'na ve Kafkasya'ya doğru genişlemesiyle birlikte çok sayıda Müslüman, "inançsız komünistlerden" kaçmak için Türkiye'ye göç etti. Böylece Türkiye'deki etnik yapı daha karmaşık bir hâl aldı. Her devletin farklı kesimleri birleştirecek bir destana ihtiyacı vardır. Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyet de bu destanı "Macaristan'dan Çin'e uzanan büyük Türk ulusunda" buldu. Böyle bir devletin var olduğunu kanıtlamak için de Fransız akademisyenlere başvuruldu. İş öyle bir noktaya vardı ki, içlerinden biri Finlandiya'nın da bu devletin bir parçası olduğunu "kanıtladı".
Tıpkı benzer deneyimlere sahip başka devletlerde olduğu gibi, Türkiye'deki milliyetçi söylem orduyu, hükûmeti ve bazı entelektüel kesimleri kendine çekti ve her zaman olduğu gibi, yine dine karşı düşmanca bir yöne kaydı. Burada söz konu olan din İslam idi ve ne yapılıyorsa laiklik adına yapılıyordu.
Türkiye'deki çok daha büyük bir kesim içinse din, güçlü bir birleştirici unsur olarak kaldı çünkü İslam, hiçbir zaman etnik çeşitliliğin karşısında olmamıştı. Ulus destanı ve onunla birlikte Cumhuriyet’in laik rejimi uzun yıllar boyunca Türkiye'deki egemenliğini sürdürdü ve ekonomik kalkınma ile siyasi yenilenme alanlarında bazı başarılara imza attı.
Daha sonra, 80'li yıllarda laik Cumhuriyet’in Atatürkçü dayanaklarını kaybetmeye başladığı net bir şekilde görüldü. 1984'te Turgut Özal ile yapılan bir söyleşiyi hatırlıyorum da Özal, şunları söylemişti: "Eski dilden farklı yeni bir şeye ihtiyacım olduğunu hissediyorum." Özal bu "yeni şeyi", laikliği, dine daha büyük yer verecek daha geniş bir alanda tanımlayan ve Osmanlı'ya daha fazla sempati duyan bir bakış açısında buldu.
Laik partilerin yeni bir söylem oluşturamamaları, art arda gelen İslami partilerin doldurmaya çalıştıkları bir boşluk yarattı ancak onlar da büyük bir başarı sağlayamadılar. AK Partiyse, dinî bir toplum içinde laik bir devlet vadederek boşluğu kısmen doldurdu, en azından şimdilik.
Ancak AK Parti, şu ana dek oyların büyük çoğunluğundan daha fazlasını toplamayı başaramadı. Bu da demek oluyor ki pek çok oy sahibinin, ya düşmanca bir yönelimi var ya da AK Partiye yönelik bir çekincesi. Ancak bu, AK Partinin yakında iktidarı kaybedeceği anlamına da gelmiyor zira Parti, iş yaşamında pek çok kesimden büyük bir desteğe sahip. Bu nedenle de partinin, Türk tarihindeki diğer bütün partilerden çok daha fazla kaynağı var. Bununla birlikte partinin, söyleminin sonuna ulaştığını, hatta dumura yaklaştığını düşünüyorum. AK Partinin daha önce olmadığı kadar İslam telinden çalıyor olması, Türkiye'yi İslam âlemine yaklaştırması gerektiği düşüncesini pekiştirebilir. Ancak bu durum, artan bir güvene neden olacağına, aksine artan kuşkulara neden oluyor. Üstelik Türklerin büyük çoğunluğu da ülkelerinin İslam âleminin lideri olup olmamasıyla pek ilgilenmiyor, zaten Türkiye de bu iddiayı sürdürecek tarihî, dinî ve kültürel kaynaklara sahip değil.
AK Parti, en az dört konuda sorumluluktan kaçmaya çalışıyor: İlki, Türkiye'nin AB üyesi olma arzusu. Bu istek, eskisi kadar güçlü olmasa da unutulması mümkün değil. İkinci konu ise güneydoğu meselesi ve PKK ile mücadele. AK Parti, meselenin etrafında on yıl dolaştıktan sonra yeniden eski politikaya dönüyor ve Kürt meselesini, çözümünde maksimum gücün kullanılması gerektiği güvenlikle ilgili bir konu olarak ele alıyor.
Üçüncü konu, ekonomi politikalarıyla ilgili. AK Parti, kamu sektörünün farklı kesimlerine el attıktan sonra pazar ekonomisine karşı iştahını kaybetti. Bu durum, geçen yıllarda ortalamada yüzde altıyı bulan Türk ekonomisindeki büyümeyi etkileyebilir. Devletin ekonomiyi kontrol ettiği Çin modeliyse Türkiye için artık uygun değil.
Dördüncü konu ise yolsuzlukla ilgili. AK Partiye tabi bakanlar ve yetkililer, kendilerinden öncekilere göre yolsuzluklara daha az bulaşmış durumdalar.
Bununla beraber AK Parti, devletin gücünü iş adamlarının ve iktidarla arası iyi olan şirketlerin yararına kullanarak kötü idare gibi görünen yeni bir formülasyon oluşturdu. Aynı zamanda kendi adamlarını sivil hizmette, yargıda ve orduda önemli mevkilere yerleştirdi ve bütün bu icraatlar, ters bir tepki yarattı ki bu, önümüzdeki seçimlerde AK Partiyi zayıflatabilir.
On yıldan beri ilk defa muhalefetin elinde iktidara dönmek için bir fırsat var. Ancak bunu geçmişe odaklanan bir söylemle gerçekleştirmesi mümkün değil çünkü seçimlerde zafer, geçmişe özlem duyarak değil geleceğe umutla bakarak gerçekleşir.
İngiltere'de Arapça yayın yapan El Şark'ul Ewsat Gazetesi - Çeviri: BYEGM