Dolar

34,9506

Euro

36,7098

Altın

2.987,32

Bist

10.099,78

Talabani kiminle hangi operasyona katıldı?

Yarın piyasadaki yerini alacak olan Özgün Duruş Gazetesi, Çakal Carlos olarak bilinen Salim Muhammed’in Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ile birlikte Fransa’da yaptıkları operasyonları anlattı.

15 Yıl Önce Güncellendi

2010-12-09 13:26:26

Talabani kiminle hangi operasyona katıldı?

Batılı istihbarat servislerini ve Mossad’ı tam 25 yıl peşinde koşturan ve tam yakalandı denirken her seferinde dahice atlatan, hakkında sayısız kitap yazılıp birçok film çekilen, 1994’te Sudan’da yakalandıktan sonra 16 yıldır Fransız hapishanelerinde yatmakta olan 20. Yüz yılın efsane gerilla lideri “Çakal Carlos” (Venezüellalı kimliğiyle Ilich Ramirez Sanchez veya müslüman kimliğiyle Salim Muhammed),  hâlen bir Fransız cezaevinde, aldığı müebbet hapis cezasını çekiyor olsa da, “hasımları” tarafından henüz “işi bitirilmiş bir düşman” olarak görülmüyor. Carlos’un tâbiriyle, kendisiyle “hiç kesintisiz uğraşılıyor”.
Kimilerine göre “Filistin’in kurtuluşu için savaşan ilk milletlerarası devrimci ve efsanevî gerilla lideri”, kimilerine göreyse “gözünü kırpmadan adam öldüren, 20. yüzyılın en çok aranan teröristi” olan Carlos’un, geçtiğimiz günlerde Tahkim yayınları arasından çıkan ve Final dağıtım tarafından piyasaya verilen  “Söz Çakal Carlos’ta” adlı eserinde Carlos, merkezine Türkiye’yi alarak günümüz dünya siyasetine ve Türk dış politikasına bakışını sergiliyor, bu arada kıta kıta ülke ülke bugünkü dünyanın analizini yapıyor.
Gazeteci Fazıl Duygun, Hayreddin Soykan, avukatlar Güven Yılmaz ve Ahmet Arslan’ın görüşmelerinden ve sorularından oluşturularak yayımlanan kitapta, Carlos, sadece “görüş” beyan etmiyor. Tam da böylesi “sıradışı” geçmişi olan bir insandan bekleneceği üzere, birtakım “gizli” dosyaların kapaklarını da aralıyor. Bu çerçevede, dünya gündemindeki gelişmelerin basına yansımayan tarihî ve stratejik arka planını, Doğuda ve Batıda öne çıkan siyasî şahsiyetlerin gizli özgeçmiş ve siyasî ajandalarını, İsrail’e karşı Filistin’de başlayıp Avrupa şehirlerine taşıdığı silahlı mücadelesindeki bilinmeyenleri, birçoğu bugün de yaşayan devlet başkanlarıyla olan bağlantılarını, Üsame Bin Ladin ve Ebu Nidal’den Nurettin Güven’e yasadışı dünyanın meşhurlarıyla olan beraberliklerini, Mehmet Ali Ağca’yı nereden tanıdığını, hangi Türk militanın bir Mossad ajanını Paris’te bıçaklayıp öldürdüğünü, Türk Solcuları ve Ülkücüler kadar İslâmcı Türklerle bugüne dek şahıs veya teşkilât seviyesinde kurduğu ilişkileri ve daha birçok şeyi, Türkiyeli avukatlarına ve gazeteci dostlarına olanca samimiyetiyle açıklıyor, tüm çıplaklığıyla ifşâ ediyor. 

Ağca’yı  Carlos’mu eğitti?

“Roma’da, Papa’ya saldırı konusunda sorgulandım. Tabiî ki Ağca’yı ben eğitmedim. Sorguda bana, Ağca’nın Suriye’de milletlerarası devrimciler için kurduğum askerî kamplardan birinde, Bulgar ve Doğu Alman gizli servis elemanları tarafından eğitildiğini söylediler. Evet, Suriye’de yaşamıştım ama orada hiçbir zaman askerî kamplarımız falan olmadı, çünkü bizim kamplarımız Lübnan’daydı. Suriye’de kamp kurmak bizim için mesele değildi, isteseydik kolayca yapardık ancak, ne biz bunu istedik ne de buna bir ihtiyaç hâsıl oldu. Çünkü, şayet kamplarımız Suriye’de olsaydı, Suriye istihbarat servisinin gözleri üzerimizde olduğu hâlde faaliyet göstermek zorunda kalacaktık. Biz de bu sebeple Lübnan’da kurduk kamplarımızı. Biz dilediğimiz zaman Şam’a gidip hiç para ödemeden kalabiliyorduk, hizmetimizde olan evler ve arabalar vardı. Daima silahlıydık. Yani orada çok rahat davranabiliyorduk. Burası, normal. Fakat, ne orada kamplarımız vardı ne de Mehmet Ali Ağca’nın bizimle ilgisi. Başka bir şey daha var: Albay Alparslan Türkeş’i biliyorsunuz. Bu zâtla hiç karşılaşmadım. Ancak, liderlikte ondan sonra gelen ikinci adam, Sofya’da yaşıyordu. Bu kişiyi zaman zaman davet eder ve görüşürdük. Bulgarlarla falan çalışan, silah vesair işlerle meşgul büyük bir gangsterdi. Bana da onu Bulgarlar tanıştırdı. Çok kibar bir adamdı, selâmlaşırdık, akşamları bazen restoranlarda konuşurduk. 1970’lerin sonu ve 80’lerin başı. Ama hepsi buydu ve daha da ötesi yoktu. Sürgündü, Türkiye’ye dönmek istemiyor ve Sofya’da kalıyordu. Çok uzun zaman oldu, şimdi adı hatırıma gelmiyor. Büyük bir mafyacıydı.”

“İsrail askerleri kasten avukatımı vurdu”

Benim esas avukatlarımdan yani 1997’deki yargılanmam sırasında Isabelle ve Venezüellalı avukatım Milagros Irureta Ortiz’le beraber beni savunan Lübnanlı avukatım Dr. Hani Süleyman, -İsrail ablukasını yarmak ve insanî yardım götürmek üzere- Gazze’ye giden Türk gemilerinden birindeydi. İşte bu avukatım, İsrailli komandolar tarafından, her iki ayağından da kurşunla vuruldu. Üstelik bu tesadüfen gerçekleşen bir hâdise de değildi ve sırf “Carlos’un avukatı” olduğu için kasden vuruldu.
İsrailliler Av. Hani Süleyman’ı çok iyi tanıyorlardı. Çünkü bir buçuk sene kadar önce yine Gazze’ye doğru yola çıkan bir yardım filosundaydı ve Başpiskopos (Kapuçi)’yle beraber teknedeydi. İsrailliler o zaman da filonun yolunu kesmişler ve kendisini çok fena dövmüşlerdi.
Bu defa ise, onu fark eder fark etmez, direkt hedef gözeterek yani makineli tüfekle falan değil, doğrudan bir kurşun bir ayağına, bir kurşun da diğer ayağına sıktılar. Kurşunlar, Süleyman’ın ana sinirlerini, motor sinirlerini kesmiş. Yaşanan hâdise vesilesiyle, bu suçlulara ne derece ulaştığımızı, onların nezdinde ne anlama geldiğimizi görebilirsiniz. Lübnanlı meşhur bir insana karşı yapılan böyle bir hareketin mânâsı çok büyük. Tabiî onlar için Lübnan da ayrıca büyük bir problem.

“Sudan’dan Fransa’ya nasıl kaçırıldım”

Altmış kadar Sudan gizli servis görevlisinin gözetim ve koruması altında, hastaneden kaldığım villaya gidip gelmeyle geçen bir hayat sürmekteydim. Hareketlerimiz sınırlandırılmıştı. Biz de bundan istifade ediyor, bu sınırlı çerçeve dahilinde etrafta dolaşabiliyorduk. Bizi Hartum'da faaliyet gösteren yabancı gizli servislerinden koruyorlardı. Kaldı ki, onları ben de fark etmiştim. Biz de, Üsame bin Ladin, Ebu Nidal ve İmad Mugniye'yle beraber, bu koruma şemsiyesi altında hayatımızı sürdürüyorduk. Ve birgün, gözlerimi Fransa'da, CIA ve Fransız gizli servis yetkilileri karşısında açtım. Beni satmışlardı. Kimdi peki sorumluları?
Sudan'ın siyasî lideri Dr. Hasan Turabî döneminde oldu bu. Turabî, uğradığım ihanetten sonraki hayatının büyük bölümünü ya cezaevinde ya ev hapsinde geçirdi. Diğer bir sorumluysa, Sudan devlet başkanı Ömer el-Beşir; şimdinin "aranan" adamı. "Milletlerarası hukuk"a, "milletlerarası adalet"e, "milletlerarası mahkeme"ye inanmadığımı daha önce defaatle belirtmiştim. Bu sebeble, Sudan halkı ve devletinin, "Milletlerarası Ceza Mahkemesi" tarafından El-Beşir aleyhine alınan kararı tanımamalarını ve Sudan'ın hukukî bağımsızlığı mücadelesini destekliyor, tüm Sudanlılara candan iyi dileklerimi arzediyorum. Burada başkanın şahsını değil, bir devletin başkanlık müessesesini ve bir ülkenin hukuken bağımsızlığını destekliyorum. Bu noktada haricî bir müdahale kabul edilemez

Latin Amerika’daki İslami yükseliş

İslâm, bilhassa yerli halk arasında ve yine birçok devrimci arasında günden güne yayılmaktadır. Uruguay’daki Tupamaros’u (Millî Kurtuluş Hareketi-MLN) biliyorsunuz. Onların etkili olduğu şehir alanları vardır, Montevideo ve kıyı bölgeler vesaire. Onlar, daha çok şehirli insanlardır. Ve bir de dağlarda yaşayan bir cephesi vardır ki, yerlilerdir bunlar ve bu insanlar da Müslüman oldular ve hâlen oluyorlar. Birkaç sene önceki bir durumdan bahsediyorum size ve bu, Latin Amerika için son derece yeni bir hadise. Üstelik, aynı durum Venezüella için de geçerli ve her geçen gün çok sayıda insan İslâm’a geçiyor. Çünkü, Katolik Kilisesi siyasî olarak bugüne kadar halka karşı hep ezenlerin ve emperyalistlerin yanında saf tutmuştur. Bundan dolayı, insanlarda taşımış oldukları dine karşı bir şüphe doğmuş ve çoğu da İslâm’a dönmüştür.

Kürt meselesi ve “Demokratik açılım”

Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nde eşit vatandaşlar olmalıdır. Cumhuriyet çerçevesi içinde, Kürt dili ve kültürüne saygı gösterilmelidir. Bu gerçekleştiği ânda, artık herhangi bir devrime, silahlı direnişe ve yeniden diriliş mücadelelerine gerek kalmayacaktır. Kürtler zaten dört ülkeye bölündükleri ve sınırları da tamamen bu ülkelere bitişik olduğu için, bir Kürdistan Cumhuriyeti’nin kurulup yaşatılabilmesi hâliyle gerçekçi değildir. Üstelik, Kürtlere meselâ Irak’ta anayasa teminatıyla haklarının teslim edildiği, her türlü saygıdeğer vatandaş hakkının böylece teminat altına alındığı da bir hakikattir. O hâlde, benzer hakların burada da teslim edilmesi, bin yıldır beraber yaşamış bu iki kavmin, aynı Osmanlı devletindeki gibi, barış ve işbirliği içinde yaşayan devletine sadık vatandaşlar olmasının ve güçlü bir Türkiye’nin temelini teşkil etmesinin önünü açacaktır. Kandil dağından inen ve teslim olan PKK'lılar meselesine. Bence bu, doğru yolda atılmış güzel bir adım ve ümit vaadedici bir başlangıçtır. Bilvesile, bunun bir Amerikan planı çerçevesinde gerçekleştiğini öne sürmek de, yapılanların doğru istikamette olduğu gerçeğini değiştirmez bence.
"Kürt açılımı", Türkiye için böyle bir birleşme ve bütünleşmenin ilk adımlarındandır ve değeri de belirttiği bu doğru istikamet bakımındandır. Yoksa, netice şu veya bu olur, Amerika'nın geride başka bazı planları olur, bunlar ayrı bahisler. Açıkçası, bu müsbet teşebbüslere tavır alan Türk milliyetçileri de şunu unutmamalıdırlar ki, "Büyük Türkiye" olmanın yolu buralardan geçmektedir ve bunun alternatifi, "Büyük Türkiye" olmak değil, kendi kendisiyle boğuşan ve dışarıda da Batı emperyalizmine hizmet eden, bilhassa Amerika Birleşik Devletleri'nin çıkarlarını koruyup kollayan bir "devletçik" olmaya devam etmektir. Bu mudur istedikleri. . Bu meyanda, Anayasa Mahkemesi'nin Kürt Partisini (DTP'yi) kapatmasına çok şaşırdığımı ifade edeceğim. Hepimiz, PKK fedâilerinin silahlı mücadeleyi bırakıp kanun dairesinde siyasî mücadele yapmalarını istemiyor muyduk? Türk ordusuyla savaşmak yerine, cemiyet meydanında hür ve açık biçimde siyasî mücadele vermelerini beklemiyor muyduk? Şimdi, böyle kanunî bir mücadelenin zemini olabilecek bir partiyi kapatmak da neyin nesidir? Onlara, haydi hep beraber dağa çıkın mı denmek isteniyor? Bu, bence çok büyük bir aptallıktır ve kanaatim o ki Sabetaycıların yeni bir provokasyonudur. Çünkü, hâdise kanunî siyaset dairesine girmek tarzında gelişseydi, bu hem Türk toplumunun, hem de Türk ordusunun menfaatine olacaktı, özellikle de çocuklarını askere gönderenlerin ve ordudaki erlerin menfaatine. Öyle ya, dağlarda generallerin bizzat kendileri savaşmıyor, halkın çocukları savaşıyor. Paralı asker değil ki onlar, Türk toplumunun çocukları.

Anayasa referandumu

Türkiye’de geçtiğimiz günlerde bir “referandum” oldu. Bir kısım insan bunu boykot ederken, diğerleri oyunu kullandı ve sonuçta hukukî bir ilerleme gerçekleşti, “kanun hakimiyeti”ni tesis etmek üzere müsbet bir adım atılmış oldu. Bu sâyede, an’anevî olarak ülkeyi kontrol eden Sabetayist klik, son sözü söyleme imkânını teoride artık kaybetti. Tabiî ki henüz her şey bitmiş değil, hâlâ devam eden bir süreç söz konusu.
Üstelik, korkarım ki bir şey daha var Türkiye’yi bekleyen. Korkum şu bakımdan: Bu nevî ilerlemeler yoluyla, sonunda Türkiye’yi Brüksel’deki bürokratların eline terk etmek, halkı bu istikamete sürmek istiyor da olabilirler. Yâni, Türkiye’yi bir Avrupa Birliği ülkesi yapıp, kontrolünü Brüksel’e devrettirmek. Gerçi şurası da bir gerçek: Türkiye bugün tam bağımsız bir ülke değildir. Ülkede yabancı güçler yâni yabancı üsler mevcuttur; aynı şekilde, son “Mavi Marmara katliâmı” sebebiyle İsrail’le büyük problemler söz konusu olsa bile, Türkiye’deki siyonistler, –elbette halk arasında değil ama- ordu, emniyet, istihbarat gibi idareci çevrelerde hâlâ çok güçlüdürler. Elbette halk, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında müspet ilerlemeler gerçekleştirmek üzere referanduma giderken, bu işin sonunda nereye varabileceğini bilemez. Bir diğer ifadeyle, mevcut olan kadarıyla bile olsa sahip olunan bağımsızlığın, Avrupa Birliği üyesi olunarak neticede Brüksel’e devredileceğini ve ekonomiyi ilgilendiren yasalarda artık sadece Brüksel’in dayattıklarının geçerli olacağını bilemez. Brüksel’i “son söz sahibi” kılmaksa, protestanların ve Yahudilerin karar mercii olduğu ABD temelli bankacılık sisteminin boyunduruğu altına girmek anlamına gelir.

İsrail Türkiye ile başa çıkamaz

Türkiye hükümeti, devrimci değil, reformcu bir hükümettir. İktidardaki partinin –inanç seviyesinde de olsa- ideolojik temeli İslâm olduğu için, kendilerine oy veren Müslüman çoğunluğun hissiyatına hürmet duymak zorundalar. Ancak benim gördüğüm, büyükelçiye karşı alınan tavrın sathî olduğudur. Neticede, hangi hükümet başta olursa olsun, Türk hükümetine karşı yapılacak böyle bir aşağılayıcı ve çocukça hareketin karşılığı daima benzer olurdu. İsrail kim ki? Hiçbir tarihî derinliği olmayan küçücük bir devlet. Karşısındaki Türkiye ise, hem tarih hem coğrafya itibariyle köklü bir devlet. Elbette, belki görünüşte de olsa, bir şekilde haddi her zaman bildirilirdi.
Benim görmek istediğim ve olması gereken tavır ise, Türkiye Cumhuriyeti’ni kendine destekçi kılmış İsrail’e, siyonizmin bugüne kadar işlediği suçlara  Türkiye’yi de ortak etmiş bu işgalci devlete toptan bir red tavrı almak, siyonizmin ve emperyalizmin merkez karargâhı olan NATO’dan çıkmak ve üslerine kapıyı göstermektir. Bu gerçekleşene kadar, alınacak –güya- her tedbir, “kozmetik” denilen nevîden olmaya mahkûmdur. Bugüne kadar da hep öyle oldu. Tek bir tedbir “hakiki”ydi ki, onu ayrı tutuyorum: İsrail’in geçtiğimiz yıl Anadolu topraklarındaki bir tatbikata Türkiye tarafından dahil edilmeyişi. Tedbir dediğin böyle olur, böyle de olmalıdır. Ancak, yeterli değildir.
Türkiye, İslâm düşmanlarının, sömürgecilerin, ırkçıların, kendileriyle savaşmak ve mağlub etmek zorunda olduklarımızın kampı NATO’ya mensub olduğu müddetçe, siyonizmin suç ortağı olmaya maalesef devam edecektir.

Talabani bizimle birlikte operasyonlara katıldı

Kürt meselesi cidden çok girift bir mevzudur. Söylemek istediğim şey şu: Kürt toplumunun, müstakil bir toplum olarak, bir kavim olarak tanınma hakkı vardır. Ne var ki, Kürdistan toprakları dört ayrı ülkeye bölünmüştür. Az birazı Ermenistan ve Azerbaycan’da olmak üzere, asıl olarak Türkiye’nin doğusunda, İran’da, Irak’ta ve Suriye’de Kürt bölgeleri mevcuttur. Irak’ın kuzeyinde 1958 Devrimi’nden sonra, Kürtlere birçok haklar tanınmıştır, bir bakıma Kürt özerk bölgesi oluşturulmuştur. Şimdiyse, Amerikan işgalinden ve işgalcinin bölge düzenlemesinden sonra Irak’ta tam anlamıyla merkezî bir hükümet bulunmadığından, Kürtlerin bu durumdan kendi lehlerine faydalanmak istemelerini ve Mesud Barzanî’nin tavrını anlayabiliyorum.
Başkan Talabanî geçmişte Avrupa’da bizimle birlikte çalışıyordu, 1970’lerin başında Fransa’da operasyonlar düzenlerken, Talabanî de bizimle birlikteydi ve bizim Fransa temsilcimizdi. Kendisinin Mısır diplomatik pasaportu vardı. Onu Paris’te kullanıyorduk. Birlikte eylem düzenliyorduk. Fransız polisi de bunu bilir. Ancak şimdi bakıyoruz, zât-ı şahaneleri devlet başkanı, falan filan olarak ağırlanıyor, kabul görüyor. Neyin karşılığında? Ben burada cezaevindeyken, bizimle birlikte operasyonlara katılan Talabanî bir sarayda yaşıyor şimdi. Ona saray verdiler. Niçin? Emperyalistlerle, sömürgecilerle işbirliği yaptı çünkü.

NEVZAT ÇİÇEK / ÖZGÜN DURUŞ GAZETESİ

Haber Ara