Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Dini cemaatler neden başarısız oldu?

Dini cemaatler, halkın önderliği rolünde başarısız oldu. Çünkü devlet sistemi ile ilgili söylem ve vizyonlarını geliştiremedi, Seyyid Kutup ve diğer aydınların konuyla ilgili sundukları tezlerden de yararlanmasını bilmedi.

15 Yıl Önce Güncellendi

2010-11-26 17:20:27

Dini cemaatler neden başarısız oldu?

Gazi et-Tevbe* / TİMETURK
Arap âleminin siyasi, sosyal, ekonomik ve eğitim durumlarına bakan, gördüklerinden ürker. Çünkü dağılan devletler görür, Sudan, Somali, Irak ve Yemen’de olduğu gibi. Yaygınlaşan gruplaşmayı görür; derinleşen kabileciliği görür; üniversitelerimizin çokluğuna rağmen, bilimsel araştırmanın zayıflığını görür; 1979 Camp David antlaşmasıyla başlayıp, 1993 Oslo antlaşmasıyla devam edip 1994 Vadi Araba antlaşmasına kadar İsrail’le teslimiyet anlaşmalarının imzalandığını görür ve sonra 2003’te Irak gibi büyük bir Arap bölgesinin nasıl herkesin gözü önünde işgal edildiğini müşahede eder.
Sonra dağılan ekonomiyi; artan yoksulluğu; buğday, fasulye v.b temel gıda maddelerinde gıda temininin tehdit altında olduğunu görür. Fırat ve Nil gibi en mühim Arap su kaynaklarında su emniyetinin tehdit altında olduğunu, İsrail’in Ürdün Nehrini kollarıyla birlikte ve Batı Şeria’nın yer altı su kaynaklarını yağmaladıktan sonra gelen bir su sıkıntısını görür. Arapçanın, İngilizce ve yerel lehçeler tarafından tehdit altında olduğunu görür. Toplumda yaygınlaşan ahlâki çöküşü; pornografik kanallara milyon dolarların harcandığını görür. Boşanma çokluğu, kızların evde kalması, gençlerin evlenememesi gibi nedenlerden aile kurumunun tehdit altında olduğunu görür. Toplumların umut kaynağı olan orta tabakanın tehdit altında olduğunu görür.
Bu düşüş, 67 gerilemesinden sonra başladı. İsrail’in gereğince, üç Arap devletinden toprak işgal ettiği: Mısır’dan Sina Çölünü, Ürdün’den Batı Şeria’yı ve Suriye’den Golan Tepelerini işgal ettiği askeri yenilgi anlaşmasının imzalandığı tarihten başladı. Burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, geçen yüzyılın altmışlı yıllarında, kitlelerin zafer, ilerleme ve gelişmeye yönelik umut dozu arttıktan sonra bu gerileme geldi.
Şimdi sorulacak soru şu, niye bu gerileme 1967 düşüşünden başlayıp bugüne kadar geldi?
Bunun sebebi, Arap Milliyetçilik düşüncesi ve Arap Ulus Devletçiliğidir. Arap Milliyetçiliği düşüncesi 1916’da gerçekleşen büyük Arap devriminden başlayarak Irak ve Şam ülkelerinde hâkim olmaya başladı ve başını Cemal Abdunnasır’ın çektiği 1952 inkılâbından sonra Mısır’ı da kapsadı, daha sonra bu düşünce Yemen, Cezayir, Libya, Sudan ve diğer Arap ülkelerini de sardı.
Arap Ulusal Devleti, Arap Milliyetçiliği öncüsü Kral Faysal ve Sati El Huseri önderliğinde 1920 senesinde Irak’ta kurulmaya başladı, Cemal Abdunnasır liderliğinde Mısır’da devam etti ve Irak’ta Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas Devletiyle son buldu. Arap Ulusal Devleti, Arap Milliyetçiliği düşüncesinin bütün kategorilerini, kültürel, fikri, siyasi, ekonomik, medya, eğitim gibi değişik alanlarda uygulamaya çalıştı.
Şimdi soru şu: Neden İslami hareket, milletin önderliği rolünde başarılı olamadı, içine düştüğü kötü durumdan kurtaramadı? Neden İslami uyanış, ümmetin liderliğinde başarılı olamadı, geçen asrın yetmişli yıllarından bu yana yaşadığı korkunç düşüşü durduramadı?
Evet, vakıaya bakışı ve onunla nasıl baş edeceğiyle ilgili birkaç zati nedenden dolayı başaramadı, bana göre en önemlisi, devlet konusuyla ilgili sıkıntılı ve sarsıntılı konumudur.
Yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı Hilafeti yıkıldığı zaman, devletin önemini açık bir şekilde fark edildi, buna karşı çeşitli tepkiler oldu ve Mısırlı ünlü Şair Ahmet Şevki hilafetin yassını tuttuğu kasidesini yazıp şöyle diyordu:
Selam sana Endülüs bacısı
Kaldı sende İslam ve Hilafet acısı...
Muhammed Reşit Rıza "Hilafet" adı altında bir kitap yazıp İslam nizamında devletin önemini, hilafeti kaldırmanın tehlikesini ve geri getirilmesinin zorunluluğunu beyan etti. Ali Abdurrezzak da "İslam ve Yönetim" adında bir kitap yazıp hilafetin kaldırılmasını savundu, hilafet Müslümanların kurduğu bir kurum olduğunu öne sürüp, Peygamber (s.a.s) in sadece davetçi olduğunu yönetici olmadığını iddia etti. Bu kitap İslam âlimlerinin sert tepkisine yol açtı ve kendisine çok sayıda reddiye yazıp anlayışını, bakış açısını çürüttüler. Bunların başında Şeyh Mustafa Sabri’nin kitabı gelmektedir, El Ezher Üniversitesi de bir mahkeme kurup, kitabın piyasadan kaldırıp imha edilmesini kararlaştırdı ve yazarın ilmi unvanını geri aldı.
Hilafetin kaldırılmasına karşı fiili tepki olarak, 1927’de "Müslüman Gençler" (İhvan-ı Müslimin) cemiyeti kuruldu; 1928’de Hasan El Benna "Müslüman Kardeşler" hareketini kurdu, hareketin en önemli hedefi, İslam devletini kurup Şeriatı uygulamak ve hilafeti geri getirmekti.
İslam devletinin inşasına yönelik bu hedef, Takiyuddin en-Nebhani’nin Filistin’de kurduğu “Hizbu’t Tahrir” (İslami Özgürlük Partisi), Ebu Alâ Mevdudi’nin Pakistan’da kurduğu "İslam Cemaati" ve Said Nursi’nin Türkiye’de kurduğu "Nur" cemaati gibi tesis edilen birçok hareket tarafından devam ettirildi. Böyle yoğun tepkilerin gösterilmesi çok normaldi, çünkü ilk kez ümmet, Müslüman kitleleri yöneten devletten mahrum kalmıştı.
Bu hedefe odaklanma, vakıayı analiz eden; gereklilikleri belirten ve meşru nitelikleri açıklayan sistematik çalışmalarla devam etti. Abdulkadir Avde’nin kaleme aldığı "İslam ve Yasal Koşullarımız" kitabı, Mevdudi’nin "İslam’ın Siyasi Teorisi ve İslam’da Hükümet" adı altında yazdığı eserleri, Takiyuddin En-Nebhani’nin "İslam’da Yönetim Sistemi" başlığı altında yazdığı kitabı, bu çalışmaların öne çıkanlarındandır. Ancak Seyid Kutub’un bu alanda yazdıklarını daha ileri bir adım olarak itibara alabiliriz, ona göre Allah’ın hükümlerini tahkim etmek, her Müslüman için – akaid (inanç) seviyesinde - bir vacip ve sorumluluktur, "Fi Zilali’l Kuran" adlı tefsirinde bu bakış açısını birkaç ayetle delillendirmektedir, örnek olarak bunlardan iki ayeti zikredebiliriz.
Birincisi: "Onlar hahamlarını, ruhbanlarını Allah dışında rab edindiler." (Tevbe / 31).
Seyid Kutup bu ayeti şerh ederken hadisçilerin bu konuda naklettikleri şu hadisi zikretmektedir: “Hıristiyan olan Adiyy bin Hatem et-Tai, boynunda bir haçla Peygamberin yanına girdi. Allah Rasûlü (sav): “Onlar Allah’tan ayrı hahamlarını, râhiblerini rabler edindiler.” ayetini okudu. Adiyy der ki: Ben: Şüphesiz onlar, onlara ibâdet etmediler, dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona; “Eve, onlar onlara helâli haram kıldılar, haramı da helâl kıldır. Ve onlar da kendilerine uydu. İşte onların ibâdeti budur” buyurdular. Hz. Peygamber, yasamada haham ve ruhbanlara itaati onlara ibadet olarak görüyor.
İkincisi: "Kralın dininde kardeşini alıkoyamazdı" (Yusuf: 76)
Seyid Kutup bu ayeti de tefsir ederken diyor ki, Yusuf (a.s) Kralın yasalarına göre kardeşini yanında alıkoyup tutamazdı, Yakup Peygamberin şeriatına uyarak tuttu. Ayet yasayı açıkça din olarak adlandırmaktadır.
Burada şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, Seyid Kutub’un yönetim ve devlet ile ilgili ürettiği düşünceleri, bu konuda açık ileri bir adım olduğu gibi, karışıklığa, Seyyid’e yönelik, bütün toplumu Müslümanları tekfir ettiği tartışmalarına da yol açtı.
Ancak devamlı onunla birlikte olan ve metodunu izleyen öz kardeşi Muhammed Kutup bu iddiaları reddedip ağabeyinin kesinlikle böyle bir şeyi kast etmediğini açıklayıp, bu karışıklığın sebebini ise, ibarelerinin belagati ve bundan dolayı bazen oluşan belirsizliğe bağlamaktadır. Bu tanıklık, Seyyid’in sözlerinde karışıklığı değil de açıklamayı arayan her kes için yeterlidir.
Burada dikkat edilecek başka bir nokta da, Humeyni’nin 1979’da İran’da tesis ettiği devlet, genel olarak İslam ülkelerindeki İslami hareketlerin hedeflediği model devlet olabilirdi, ancak İran İslam Cumhuriyetinin kabul ettiği anayasa Caferi Mezhebine dayanması onu bir İslam ümmeti devleti değil Şia devleti konumuna getirdi.
Şimdi sorulacak soru şu: İslami hareketler, Seyyid Kutub’un devlet ve İslam hukukunun gerekliliği hakkında sunduğu tezine nasıl bir muamele gösterdiler?
Burada üç hareketin pozisyonunu gözlemleyebiliriz: Müslüman Kardeşler, Tekfir ve Hicret, El Kaide.
1 – Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslümin):
Seyyid Kutup, Mısır ve Arap dünyasında önemli konuma sahip bir yazar edebiyatçı ve eleştirmen iken, Müslüman Kardeşler hareketine katıldı. Sonra iki defa hapse mahkûm oldu, ikinci mahkûmiyet süreci yaklaşık on yıl uzadı. Ancak Seyyid Kutup Müslüman Kardeşler hareketine mensup olmasına rağmen, hareket önderliği onun İslam’da devletin gerekliliği hakkında sunduğu ileri adımını benimsemedi, Kutub’un bütün sözlerini kendisine özel görüşler ve onu ilgilendiren içtihatlar olarak algıladı ve kendilerini bağlamadığını savundu. Bununla beraber onun anlaşılamayan görüşleriyle ilgili reddiyeler de yazmayı ihmal etmedi, örneğin cemaatin liderlerinden Hasan el-Hudeybi (Duatu’n la Kuddat / Yargıç Değil Davetçi Olmak) adlı kitabında, bizim sorumluluğumuz insanları İslam’a davet etmektir, dinleri aleyhine hüküm verip haklarında hâkim olmak değildir, diyordu.
2 – Tekfir ve Hicret Cemaati:
Mustafa Şükrü, 1970’te Cemal Abdunnasır’ın zindanlarından çıktıktan sonra Tekfir ve Hicret cemaatini kurdu, Seyid Kutub’un ilerleme tezini uygulama yerine etrafındakilerle birlikte münzevi bir kenara çekilip yalnız yaşamayı tercih etti. Bu hicret, vakıayı tedavi etmekten bir tür kaçış ve uygun çözümleri üretmekten uzaklaşmadır.
3 – El Kaide:
El Kaide (Kaidetu’l Cihad) örgütü 1998 yılında kuruldu ve "Uzak düşman" tezini hedefe aldı yani Amerika’yı. Bu değişiklik eski cihad stratejisinin bir yansıması ve alternatifi olarak türedi. El Kaide bu stratejiyi uygulayıp 1998’de Amerika’nın Nairobi ve Tanzanya’daki konsolosluklarını hedef aldı, sonra 2000 yılında Aden’de ABD savaş gemisi USS Cole’i patlattı ve 2001’de de New York’taki ikiz kuleleri havaya uçurdu.
Tabi "Uzak düşman" hedefi, Seyyid Kutub’un sunup özerinde durduğu tezinden faydalanmama ve ümmetin problemlerini çözmek için öncelik vermeme anlamına gelmektedir, hatta bunun tam aksine daha çok dağılma, zarar ve kayıp demektir. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra yaşandığı gibi.
Hatırlamaya değer ki, İslami arenanın durumunu gözlemleyen, sadece Seyyid Kutub’un yönetimle ilgili sözlerini kabul etmemeyi görmez, aynı zamanda bunun tam zıddı, İslam metodolojisinde yönetimin değerini küçümseyen görüşlerin daha revaçta olduğunu da görür. Bu bakış açısında ön plana çıkan isim Dr. Muhammed Ammara’dır. Ona göre, İslam devletini kurmak dinin temelinden değildir, bu daha çok bir Şia anlayışıdır. Çünkü Şialıkta imamların velayetine iman, imanın rükünlerinden biridir fakat Sünnilerde böyle bir inanç yok ve buna yönelik Gazali, Cüveyni, Şehristani ve İbni Teymiye gibi âlimlerin sözlerinden deliller vermektedir.
Dr. Ammara’nın delilleri, devleti dinin temelinden sayan Şia’ya reddiye olarak yönelmektedir. Dr. Ammara’nın bu nakilleri, devletin imanın altı esasından ve İslam’ın beş rüknünden biri olmadığını nefyetme açısından doğrudur, ancak Şeriatı uygulama ve devlet başkanını tayin etme gerekliliğini kabul etmeme yönünden yanlıştır.
Sonuç olarak, milletin durumu siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel her alanda son derece kötüdür, bu çöküş Haziran 1967 gerilemesinden sonra başladı. Kesinlikle bu çöküş ve kötü gidişatın sorumlusu, bir taraftan Arap Milliyetçiliği Düşüncesi düğer taraftan yirminci asrın başından bu yana halkın liderliğini elinde bulunduran Arap Ulus Devletidir.
Ancak İslami hareket ve uyanışı, yetmişli yıllarda, bazı özel sebeplerden dolayı milleti bu durumdan kurtarmayı başaramadı, özellikle devletin ehemmiyetiyle ilgili söylem ve vizyonunu geliştiremediği ve Seyyid Kutup gibi düşünürlerin bu alanda sunduğu rapordan yararlanmadığı veya anlamadığı için halka liderlik rolünde başarılı olamadı.
*Mısırlı ünlü düşünür ve yazar.
Bu makale el-Cezire sitesinden timeturk.com için Burhan Genç tarafından tercüme edilmiştir.
 
SON VİDEO HABER

İstanbul2da 4 katlı otelde yangın

Haber Ara