Bayramda ne yazık ki onlarca vatandaşımız trafik kazalarında can verdi. Bayramda gülmesi gerekenlerin ağlamasına bir son verilmelidir.
İnsan hayatının değersiz olmadığını hükümet anlamalı ve duble yol yapmakla değil kazaları azaltmakla övünmelidir.
Yarın 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlayacağız. Elbette öğretmenlerimizin değerlerini bir günle sınırlandırmak söz konusu olamaz. Öğretmenlerin bizim için önemi çok büyüktür.
Açıktır ki milli kimliğin oluşturulmasında, millet bilincinin oluşturulmasında öğretmenlerin büyük bir önemi vardır. Maddi sorunların altında ezilen, itibarı her geçen gün yitiren bu mesleğin Türkiye'ye ne kadar katkı sağlayacağı tartışma yaratmaktadır. Eğer millet olarak karşımıza dikilen sorunları etkili bir şekilde çözemiyorsak, öğretmenlerimize hak edilen şartların hazırlanmadığı kuşkusuzdur.
Analitik düşüne bilme kabiliyetine sahip gençlerin yetiştirilmesi öğretmenlerin elinde olan önemli noktalardır.
Yandaş bir sendikanın tehdit yoluyla üye kazanması yaşanan dramatik gelişmeler arasındadır. Düşüncelerinden dolayı zor durumda bırakılan öğretmenlerimizin haklarının zamanı geldiğinde alınacağı unutulmamalıdır.
Ek ders ücretleri arttırılmalı, yıpratma tazminatı almalı, taban aylığının arttırılması, lojman imkanının sağlanması, aday öğretmenlerin atanmasıyla ilgili engellerin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Türkiye son 50 yılı en uzun süreli tek başına iktidar sürecini yaşamaktadır. Taktir edersiniz ki 8 yıl bir iktidar için uzun bir süredir ve son derece elverişli bir süreçtir. Cumhurbaşkanlığı'na da AKP'li birinin seçilmesi ile tam bir mütabakat sağlandığını göstermektedir. AKP layıkıyla görevini yerine getirmemiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinin öncesinde ve sonrasında herkesin birbirinden kuşku duyduğu bir Türkiye yaratmıştır. Ekonomiden kültüre, spordan sanata, tahrip olmamış hiç bir alan kalmamıştır. Türkiye'nin AKP'yle birlikte çivisi çıkmış ve toplumsal alanda büyük yaralar almıştır.
AKP Türkiye'yi zor bir sürece sokmuştur. AKP'yle geçen 8 talihsiz yılda kiliseler yenilenmiş, maç altında tarihi tezlerimiz tartışılır olmuştur. Milli davamız Kıbrıs, ABD ve rumlarına teslim edilmiş, peşmergelere ABİ diyerek saygı gösterilmiş, müslüman kardeşlerimizin katilleriyle ortaklıklar oluşturulmuş, teröristler davul zurnalarla karşılanmış, İmralı canavarıyla masaya oturulmuş, medya baskı altına alınmış, iş alemi devlet imkanlarıyla sindirilmiş, partizanlık en ileri noktaya taşınmıştır.
AKP ile birlikte Cumhuriyetin temelleri sarsılmıştır. Şahit olmadığımız olaylar bu dönemde yaşanmıştır. Milletimiz 36'ya bölündü. Milli devlet yapımız AKP döneminde hançer üstüne hançer yemiştir. Türkiye AKP ile yıllarca süren davalarla baş başa kalmış, telefon dinlemeler konusunda özel hayatın hiç bir gizliliği dikkate alınmamış ve bunlar için her şey Türkiye için denilmiştir.
Ekonomide yeni ufuklar yaratılamamıştır. Hayat standartları AKP döneminde düşmüştür.
Adil bir toplum düzenine ulaşmak için uzlaşma kültürü ortadan kalkmıştır. Nihayetinde AKP hükümetleri döneminde milletimize verilen sözlerin hiç biri tutulmamıştır. AKP ülkemizi soymak ve milletimizin kardeşliğini sakatlamak için tek başına iktidar olmak istemiş ve bunu da başarmıştır.
Bağımsızlığımız, egemenliğimizi Brüksel'e devretmek için iş başında olması gerekmiştir ve olmuştur.
Irak'ın işkal edilmesine, yüz binlerce Irak'lı kadının dul kalması için AKP'nin tek başına iktidar olması gerekmiştir. PKK açılımının kurdelesinin kesilmesi için AKP'nin iktidarda olması istenmiştir.ç
Bayrağımızın, dilimizin alaşağı edilmesi için AKP'nin tek başına iktidar olması tercih edilmiş ve bu başarılmıştır.
ABD'nin enerji hatlarının güvenliği için AKP'nin tek başına iktidara gelmesi gerekmiştir ve bu da sağlanmıştır.
Türkiye'yi yıkmak, bölünmüş bir millet haline gelmemiz için AKP'nin tek başına Recep Tayyip ERdoğan'ın da iş başına gelmesi gerekmiştir.
AKP'nin hesaba çekileceği gün yakındır. MHP AKP ve yardakçılarına hak ettikleri dersi vermek için uygun zamanı beklemektedir. AKP'ye haddini bildirmek için sabırsızlık içerisindeyiz. Türk milletini bölmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Şehit kanlarıyla sulanmış vatan topraklarını dünya döndükçe kimseye fırsat vermeyeceğiz. ve Ne Mutlu Türküm demeye de sonuna kadar kararlıyız.
Haçlı zihniyetine haddini bildiren güç bizimledir. İhanete asla geçit vermeyeceğiz.
Son günlerin en önemli gündem maddeleri arasında NATO zirvesi ilk sırada yer alıyor. AKP çevrelerinde zafer kazanılmış gibi gösteriliyor. NATO toplantısından sonra sanki Türkiye'nin dediklerinin olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır.
Geçmişteki sözleriyle çelişen bir görüntü çizen Gül, israrla kendisinin NATO toplantısına gittiğini AB toplantısına gitmediğini söylemiştir. Ne var ki sayın Cumhurbaşkanı'nın başbakanlık yaptığı dönemdeki NATO zirvesinde ,'NATO ve AB'nin rollerinin uyumlu olması gerektiğini söylemiştir. Sayın Cumhurbaşkanı o günlerde, ortak politikalar takip edilmesi gerektiği kaydedilmiştir. Bu durum dış politikada bir sapmanın varlığını ortaya koymaktadır.
Füze kalkanı olarak bilinen tartışmalarda AKP tarafından ortaya konulan görüşlerin NATO'Da değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Başbakan Erdoğan zirve öncesi bazı ön şartlar koymuştu. Erdoğan biz de düğmeye basan taraf olmak istiyoruz sözleri akıllardadır. Türkiye'nin 3 şartını açıklayarak adeta kıran kırana bir pazarlık yapılmışcasına bir izlenim yaratmıştır.
Türk milletinin aklı ve idrakiyle alay edercesine hiçbir komşumuzu tehdit ve hedef tanımlaması içinde göremeyiz diyen Başbakan Erdoğan’a buradan sormak isterim ki:
Siyasi hesaplarla kendinizin gitmeye cesaret edemediği Lizbon zirvesinde Cumhurbaşkanı tarafından onay verilen füze savunma sistemi İran’a karşı değilse, hangi potansiyel tehdit kaynağı ülkeye karşıdır?
Tehdit kaynağı İran değilse Senegal midir, Küba mıdır, yoksa Rusya mıdır?
Türkiye NATO ittifakının Doğu’daki kanat ülkesidir.
Füze Savunma Sistemi’nin operasyonel unsurları Türkiye’ye konuşlandırılacağına göre, coğrafi bakımdan bu düzenlemeler İran dışında hangi ülkeyi hedef alacaktır?
İran değilse, hedef Afganistan mıdır, Hindistan mıdır?
Bu soruların cevabı açıktır, Başbakan’ın bu konuda tevil ve takiye yapması artık mümkün değildir.
Başbakan Erdoğan ve Lizbon senaryosunda rol paylaştığı Cumhurbaşkanı Gül zirve öncesi sanal ve sözde itirazlarını Türk kamuoyunda tartıştırarak, NATO içinde onay verdikleri kararları maskelemek, bu konudaki gerçek niyetlerini gizlemek yoluna gitmişlerdir.
Gerçekler gün gibi ortadadır.
Ve füze kalkanının kurulacağı ülke Türkiye olarak belirlenmiş, adeta başta AB olmak üzere, NATO üyesi ülkelerin güvenliğini sağlamak için bütün riskler üstlenilmiştir.
Bu kapsamda, 30’dan fazla ülkenin balistik füze sistemlerine sahip ve bunlardan bazılarının Avrupa ve Atlantik bölgesini vurabilecek durumda bulunuyor olması AKP’ye yeni bir rol ve sorumluluk yüklemiştir.
Balistik füzelere karşı kurulacak savunma sistemlerinin merkezi olarak, bundan önce değişik ülkelerin ismi gündeme geldiyse de, AKP’nin küresel destekçileri, bu konuda Türkiye’de karar kılarak, Sayın Cumhurbaşkanı’na ve hükümete bunu kabul ettirmişlerdir.
Burada aklımıza takılan husus ülkemizin bu meselede, iddia edildiği gibi tarihini ve coğrafyasını nasıl ve ne şekilde kullandığıdır?
Sayın Cumhurbaşkanı’na göre, Türkiye şimdi tarihini ve jeopolitik önemi kavramışsa, bundan önce ülkemiz hangi jeopolitik kabullerle yönetilmiştir ve neyi kavramıştır?
AKP iktidarının, atanmasına direnç gösterdiği ve itiraz ettiği, en sonunda da pes ettiği NATO Genel Sekreteri Rasmussen’le aynı noktada ve zeminde buluşması da son zirvenin en ilginç noktalarından birisi olmuştur.
Başbakan Erdoğan’ın füze savunma sistemine onay verilmesi için komuta-kontrol sisteminin Türkiye’de olması sözde önşartı Lizbon kararlarıyla havada kalmış, bunu sanal bir kamuoyu yönlendirme aracı olduğu açığa çıkmıştır.
NATO savunma sistemlerinde komuta-kontrol sorumluluğunun münferit ülkelere değil NATO askeri karargâhına ait olduğu bilinen bir gerçektir.
Kaldı ki, Allah korusun, böyle bir an geldiğinde butona kimin basacağının ve kimin kontrol edeceğinin bir önemi ve kıymeti harbiyesi çok fazla olmayacaktır.
Savunma sistem kontrolünün Recep Tayyip Erdoğan’da ya da, bir başkasında olması hiçbirşeyi değiştirmeyecek ve milletimiz tüm vahşetin ve felaketin tam ortasında kalmaktan kurtulamayacaktır.
Hal böyle iken Başbakan’ın düğmeye basacak ülkenin Türkiye olması yönündeki açıklamaları, pratikte hiçbir anlamı olmayan içi boş sözlerdir.
Lizbon kararları bunu teyit etmiş, komuta-kontrol komutlarının ele alınmasını ileri bir tarihe bırakmıştır.
Başbakan’ın bu sanal ön şartı da boşa çıkmıştır.
Lizbon zirvesinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin savunma ve işbirliği sisteminin içinde olmaması, buna bağlı sorunlar ve NATO – AB işbirliğinin önündeki zorluklar konularında da Türkiye’yi tatmin edecek bir ilerleme sağlanamadığı görülmektedir.
AB üyesi Kıbrıs Rum yönetiminin ve başta Fransa olmak üzere bazı ülkelerin bu konudaki itirazları Lizbon’da da aşılamamıştır.
Bu durumun sürmesinin Türkiye’nin NATO ile AB arasındaki güvenlik alanında işbirliği sürecinde zemin kaybetmesine yol açması ciddi bir ihtimal olarak karşımızdadır.
Lizbon kararlarında yer alan AB üyesi olmayan NATO müttefiklerinin NATO ile AB arasındaki stratejik ortaklığın geliştirilmesi çabalarına tam olarak katılmasının gerekli olduğu yolundaki ifadelerin Türkiye için yeterli olmadığı ortadadır.
Türkiye’nin AB ile güvenlik anlaşması imzalaması, Avrupa Savunma Ajansı’nın katılımı ve NATO imkân ve kabiliyetlerinin kullanıldığı ortak operasyonlarda karar mekanizması içinde yer alması konularında herhangi bir ilerleme kaydedilememiştir.
Soyut ve genel ifadelerle niyet beyanları bunun için yetersiz kalacaktır.
NATO Lizbon zirvesi kararları bu bakımdan da Türkiye için tatmin edici olmaktan çok uzaktır.
Ve ortada ne bir başarı diye sunulacak gelişme ne de zafer diye yutturulacak diplomatik netice vardır.
Biz olmasaydık NATO toplantısı on dakikada biterdi sözlerinin de hiçbir anlamı ve değeri yoktur.
Sürekli sahte diklenmelerle, hamasi sözlerle iç politikaya dönük mesaj veren AKP iktidarı, NATO toplantısında ağzına bir parmak bal sürülerek geri gönderilmiştir.
Her konuda konuşan Başbakan Erdoğan’ın ise, son bir haftadır konuyla ilgili hiçbir yorum yapmadan geri planda durması, kendisini unutturarak tartışmalarını merkezinden uzakta durmaya çalışması kendisine ve partisine hiçbir şey kazandırmayacaktır.
AKP hükümet yetkililerinin “görüş ve beklentilerimiz daha güçlü ifadelerle karşılık buldu” sözleri de kamuoyunu etkilemek amacını taşıyan içi boş klişeler olarak kalmaya mahkûm olacaktır.
Sonuç olarak Lizbon zirvesi öncesi ve sonrası AKP hükümetinin yönlendirdiği haber ve değerlendirmeler AKP’nin aldatma, yanıltma ve göz boyamaya dayanan dış politika anlayışının yeni tezahürlerinden başka bir anlam taşımamıştır.