Merkezi Londra'da bulunan düşünce kuruluşu Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün (IISS) internet sayfasında, Ekim 2010 tarihinde yer alan metnin geniş özetinde şunlara yer verildi;
Ürdün, Lübnan, Suriye ve Türkiye, Avrupa Birliği'nin Orta Doğu versiyonunu yaratma girişiminin ilk adımı olarak 2011'de serbest bir ticaret alanı oluşturmayı planlıyor. Bu girişim, Batı'nın, Türkiye'nin Batı eğilimli dış politikasından vazgeçmeye başladığı yönündeki endişelerini tetikledi. Türkiye'nin tutumunda son dönemlerde görülen değişim, aslında Adalet ve Kalkınma Partisinin (AK Parti) 2002'de iktidara gelmesiyle başladı ve Ahmet Davutoğlu'nun Mayıs 2009'da Dışişleri Bakanlığına getirilmesiyle hız kazandı.
AK Parti, Orta Doğu'daki diğer Müslüman ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirme yolunda önemli bir aşama kaydetti. Ancak Ahmet Davutoğlu'nun öngördüğü entegrasyon seviyesine ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda şüpheler var. Bu şüphelere, Dışişleri Bakanının AB'nin eşit ortaklığından ziyade Osmanlı İmparatorluğu'nun hegemonik yapısından esinlendiğini belirtmesi neden oldu. Davutoğlu el Hayat gazetesine 1 Ekim 2010'da verdiği mülakatta, hedeflenen yeni bloğun ortak Osmanlı İmparatorluğu geçmişi temeline dayandırıldığını söyledi ve "Bu iş birliği aslında tarihimizin bir sonucudur." dedi.
--Nostaljik Hedefler--
Davutoğlu 1994'te akademisyenlik yaparken "Medeniyetin Dönüşümü ve Müslüman Dünyası" adlı İngilizce bir kitap yayımladı. Davutoğlu, kitapta dünyanın dinî değerler sistemine göre bölündüğünü ve Müslümanların doğası gereği Müslüman olmayanlardan üstün olduğunu belirtti. Ümmet olarak bilinen dünya çapındaki bütün müminlerin, İslam'ın dünyaya "hâkim bir medeniyet" olması için iş birliği yapması gerektiğini iddia etti.
Davutoğlu, 2001'de, bu kez Türkçe olarak "Stratejik Derinlik" kitabını yazdı. Kitapta, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1923'ten bu yana ülkenin Orta Doğu ülkelerini ihmal ederek Batı ile yakın ilişkiler kurmaya yöneldiğini kaydetti.
2003-2005 döneminde Türkiye'nin diğer Müslüman ülkelerle ilişkilerinde büyük bir ilerleme yaşandı. Türkiye, İslam Konferansı Örgütüne büyük önem vererek 2004'te Örgütün Genel Sekreterliğine bir Türk'ü, Ekmeleddin İhsanoğlu'nu seçtirmek için aktif bir lobi çalışması yürüttü. AK Partinin iç ve dış politikada en büyük önceliği yine de Ekim 2005'te Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerini başlatmak oldu.
Ancak müzakerelerin resmen başlamasının ardından Partinin AB üyeliği hevesi birden azaldı. Türkiye'nin üyelik ihtimali, AB içinde muhalefet yaratmasının yanı sıra AK Partinin de üyeliğin tam olarak neler gerektirdiğini anlamasını sağladı ki buna millî egemenliğin önemli ölçüde kaybedilmesi de dâhildi. AK Partinin AB'yi hedefleyen iç reform programı neredeyse durma noktasına geldi ve Türk dış politikasının odağı, zaten başlamış olan Orta Doğu ülkeleriyle ilişkileri güçlendirme sürecine kaydı. İlk başlarda ülkenin Batı yanlısı laik seçkinleri buna endişeyle baksa da ülkenin büyük çoğunluğu AK Partinin Orta Doğu hedefini, millî gururun geri kazanımı olarak görüp destekledi.
AK Partinin Orta Doğu'ya karşı tarihî sorumluluk duygusu, ABD'nin 2003 Irak işgaliyle arttı. Parti yetkilileri açıklama ve yazılarında, Orta Doğu'nun Osmanlı yönetimindeyken barış ve toplumsal birlik içinde olduğundan, Batı'nın ise kaos ve kıyıma yol açtığından bahsetmeye başladılar ve Türkiye'nin Orta Doğu ülkelerinin sorunlarını kendilerinin çözmesine yardımcı olmada önemli bir rol oynaması gerektiği sonucuna vardılar.
--Yeni İlişkiler ve Ekonomi--
Öncelikle AK Partinin Orta Doğu ile ilişkileri artırmadaki ana hedefi, ekonomiyi iyileştirmekti. Suriye ve Kuzey Irak ile sınır ötesi ticaret hızla arttı ve Türkiye'nin eskiden beri en az gelişmiş olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin yerel ekonomisine büyük katkı sağladı. AK Partinin Irak'a dair en önemli hedefi, Kürdistan Bölgesel Yönetimini (KBY), tek taraflı bağımsızlık ilan etmesini önlemek için güçsüz düşürüp dışlamaktı. Ancak Parti özellikle 2007'den sonra, Bağdat'taki merkezî yönetimin yanı sıra, yakın iş birliği yaptığı takdirde bağımsızlık ilanından vazgeçirebileceği umuduyla -ekonomi açısından faydalarını da göz önünde bulundurup- KBY ile de yakınlaştı.
Ekonomik hedefler İran ile de iş birliğinin artmasını sağladı. AK Parti döneminde karşılıklı ticaret hacmi beş katına ulaşarak yılda 10 milyar doların üstüne çıktı. İki ülke PKK'nın beş yıllık ateşkesin ardından yeniden silaha sarılması üzerine 2004'ten sonra güvenlik konularında da iş birliği başlattı. AB ve ABD, PKK'yı yasa dışı ilan etse de İran bugün bir PKK militanını Türk yargısına teslim eden tek ülke olmayı sürdürüyor.
AK Partililer, İran ile iyi ilişkilerin önemini sürekli vurgulasalar da İran ile Batı'ya karşı bir yakınlaşma kuruyor gibi görünmekten özellikle kaçınıyor. Türkiye 2008 sonuna kadar gerçekten de tüm Orta Doğu ülkeleriyle yakın ilişkileri korumaya çalıştı. Bunlar arasında AK Partililerin Filistinlilere karşı politikaları nedeniyle kınadıkları İsrail de vardı. İsrail ve Türk orduları ortak tatbikatları sürdürürken İsrailli şirketler kârlı savunma anlaşmalarına imza attılar. İki ülkenin ilişkisi, İsrail'in 2006'da Lübnan'da Hizbullah ile olan savaşına kadar iyiydi ancak bu sorun, Türkiye'de İsrail -zaman zaman da Yahudi- karşıtı protestolar düzenlenmesine neden oldu.
Türkiye'nin Orta Doğulu komşularının tamamıyla iyi ilişkiler kurmaya çalışmasının en önemli nedenlerinden biri, AK Partinin uluslararası toplum ve Türk seçmenlerine diğerlerinin yapamadığını başarıp bölgede barışa önayak olduğunu kanıtlama hevesiydi. 2007-2008 yıllarında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika danışmanlığını yapan Davutoğlu, İsrail ile Suriye arasında dolaylı barış görüşmeleri yürüttü. Ancak bu girişim, Aralık 2008'de İsrail'in Türkiye'ye böyle bir operasyon ihtimali olmadığı teminatı verip ardından Gazze'ye Dökme Kurşun adı verilen askerî saldırıyı başlatmasıyla başarısızlığa uğradı. İsrailliler bu operasyonun güvenlik açısından gerekli olduğunu söyleseler de Erdoğan ve Davutoğlu İsrail'in samimiyetsiz tutumuyla güvenlerini suistimal ettiğini düşündü. Erdoğan Ocak 2009'da İsviçre'nin Davos kentindeki Dünya Ekonomi Forumu'nu, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'i herkesin önünde "öldürmeyi çok iyi bilmek"le suçlayıp öfkeyle terk etti.
--Diyalogdan Çatışmaya--
Pek çok kişi Erdoğan'ın Davos'taki ani öfke patlamasını, birden sinirlenebilen mizacı ve 29 Mart 2010 yerel seçimleri öncesinde ülke içindeki seçmenlere oynamasının bir birleşimi olarak görüp önemsememeye hazırlanmıştı. Ne var ki Erdoğan seçimlerden sonra dahi İsrail karşıtı söylemlerini sürdürmeye devam etti. Erdoğan'ın bu hareketi, kendisine Filistin davasının başlıca yabancı destekçisi rolü biçerek hem ülke içerisinde hem de bölge genelinde popülaritesini artırma girişimi olarak görülüyordu.
Davutoğlu'nun 2009 Mayısında Dışişleri Bakanlığına atanmasının ardından AK Parti lafı bırakarak harekete geçmeye başladı. Parti, Ağustos 2009'da Türk ordusunun protestosunu önemsemeyerek İsrail savaş uçaklarının, Türkiye'de yapılan Anadolu Kartalı tatbikatına katılmasını yasakladı. Hatta AK Parti, Filistin Kurtuluş Örgütü ile uzun zamandır devam eden ihtilafı karşısında açıkça Hamas'ı destekleyerek Filistin davasına dâhil olmaya istekliliğini gösterdi.
Daha sonra doğrudan dâhil olduğunu inkâr etse de AK Parti, Mayıs 2010'da bir yardım filosunun İsrail'in Gazze ablukasını kırmak amacıyla yola çıkmasında önemli bir rol oynadı. Filo, radikal İslamcı sivil toplum örgütü, İnsani Yardım Vakfı (İHH) tarafından organize edildi. İHH, Mavi Marmara'yı AK Partinin idaresindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesinden satın adı. Ancak güvenlik denetçileri geminin güvenliğinde ciddi sorunlar olduğunu tespit ettiler ve denize çıkmaya elverişsiz olduğu kararına vardılar. Bunun sonucunda liman yetkilileri, herhangi bir fırtınada batacağını ileri sürerek geminin İstanbul'dan ayrılmasına izin vermediler. Ancak yetkililerin kararı, AK Partinin geminin denize çıkması emri veren sert bir talimatıyla geçersiz hâle geldi, geminin yolu İsrail komandoları tarafından 31 Mayıs 2010 tarihinde kesildi. Olaylar sonucunda dokuz eylemci öldü.
2009 yılından başlamak üzere AK Parti, İran konusunda Batı ile daha restleşen bir tutum benimsedi. Erdoğan sıklıkla Tahran'a yönelik ilave Birleşmiş Milletler yaptırımlarına karşı çıktı ve İran'ın uranyum zenginleştirme programının silah üretme kapasitesine ulaşmayı hedeflediği iddialarını da ciddiye almadı. 17 Mayıs 2010 tarihinde Brezilya ile birlikte hareket eden Erdoğan ve Davutoğlu, başkalarının başarısızlığa uğradığı yerde başarıya ulaştıklarını ve Tahran'ı başka yaptırım uygulamasını gereksiz kılacak bir anlaşma yapmaya ikna ettiklerini duyurdular. Anlaşma, başka yaptırımlar uygulanması için baskı yapan uluslararası toplumca reddedildi. 9 Haziran 2010 tarihinde Türkiye, ABD'nin baskılarına karşı geldi ve Brezilya ile birlikte BM Güvenlik Konseyi oylamasında İran'a başka yaptırımlar uygulanmasının karşısında oy kullandı. Buna rağmen yaptırım kararı çekimser Lübnan ile birlikte 2'ye karşı 12 oyla kabul edildi.
Bir sonraki gün Türk Arap İş Birliği Forumu'nda öfkesi yüzünden okunan Davutoğlu, hem İsrail'i hem de İran'a karşı BM yaptırımlarını, çok sert bir şekilde kınadı. Davutoğlu 1994 yılında da savunuculuğunu yaptığı ekonomik ve siyasi bir Müslüman ülkeler birliği kurulmasının ilk adımı olarak Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye'nin karşılıklı bütün vize işlemlerinin kaldırılması ve dörtlü bir serbest ticaret bölgesi kurulması konusunda geçici olarak anlaştığını duyurdu.
--Uzak Bir Heves mi?--
Davutoğlu ve Erdoğan, son aylarda Batı medyasında Türkiye'nin Batı'dan uzaklaştığına ilişkin yer alan haberleri reddediyor. Ancak Davutoğlu'nun Orta Doğu'da bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması konusunda harcadığı enerji, AK Partinin, Türkiye'nin durgun hâldeki AB'ye katılım teşebbüsünü yeniden canlandırma veya ABD ile zarar gören ilişkilerini düzeltme konularındaki isteksizliğiyle zıt düşüyor.
İsrail ile uzlaşma olasılığının oldukça düşük olmasıyla Türkiye, Yahudi Devleti ile yakın ilişkisi bulunan tek Müslüman ülke olma iddiasını kaybediyor. Ancak ABD ve AB'deki mevcut endişelere rağmen Türkiye'nin kendisini Batı'dan uzaklaştırmasının bir sınırı bulunuyor.
Türkiye AB'nin İran'a yönelik son yaptırımlarına uyacağı taahhüdünde bulunsa da İran'ın mali kurumlarına yönelik ek yaptırımları uygulamayı reddediyor.
Türkiye'nin AB ile 1996 yılında imzaladığı Gümrük Birliği anlaşması gereğince AB'nin herhangi bir üçüncü ülkeyle ticarete ilişkin gümrük vergisi sistemini uygulaması gerekmektedir. Bu bağlamda Türkiye, AB ile anlaşması bulunmayan diğer Müslüman ülkelerle serbest ticaret bölgesi oluşturamaz. Ayrıca AB ile Gümrük Birliği, Türkiye'nin tehlikeye atmayı göze alabileceği bir şey değil. Rakamlar son yıllarda düşüş gösterse de AB hâlen, Türkiye ihracatının yüzde 46'sı ve yabancı yatırımların yüzde 88'inden sorumlu.
Ancak, AK Partinin heveslerinin önündeki en büyük engeler belki de bölgeden kaynaklanmaktadır. İran, şimdilerde, AK Partinin, nükleer programına verdiği destekten faydalansa da Türkiye'nin Orta Doğu'nun önde gelen Müslüman ülkesi olmasını istemiyor. Tahran bu role kendisi göz dikmiş durumda. Benzer şekilde, Türklerle ortak bir tarihi ve bu ülkeyle yakın ilişki kurma hevesi olan Arap ülkelerinin çok azı Orta Doğu'da yeni Osmanlı etkisini görmek istiyor.
BYEGM