Bütün yollar İstanbul'a çıkar!
Soğuk Savaş sonrası hiçbir aidiyete ihtiyaç duymayan Türkiye giderek yükseliyor. Herkes Türkiye'nin kapısını aşındırıyor. Fakat ülkenin çatışan kimlikleri arasında denge bulması şart.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-10-19 12:26:37
Brezilya ve Güney Afrika gibi
Türkiye’nin macerası Brezilya ve Güney Afrika gibi yükselen güçlere benziyor; Soğuk Savaş’ta Batı’nın cepte bildiği sağcı bir devletti. Ve bu ülkeler gibi Türkler de artık hiçbir aidiyete ihtiyaçları olmadığını hissetmenin özgüvenine sahip. Bu tür devletler bugün kendi başlarına birer güç; Türkiye ve Brezilya, Washington’a hüsran yaşatıp İran’la bir nükleer takas anlaşması imzaladıklarında bunu kanıtladılar. İlginç bir biçimde, Türkiye, Brezilya ve Nijerya şu an BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi; gelecek yıl Hindistan ve Güney Afrika o koltuklara oturacak. Yükselen güçlerin bitirici takım oyununa ve post-hegemonik, çok merkezli bir dünyanın işaretlerine tanık oluyoruz.
Fakat diplomatik açıdan Türkiye diğerlerinden daha önemli. Bu ülkeler arasında sadece Türkiye Müslüman çoğunluklu ve Ortadoğu’da yerleşik; Türkiye neredeyse tüm kriz bölgelerinin yakınında. Dolayısıyla ne tür bir güç olacağı sorusu da daha büyük önem taşıyor. Dünyanın gözünün üzerlerinde olduğunu gayet iyi bilen Türk diplomatların ilk söylediği, liberal, laik ve sorumluluk sahibi bir güç oldukları teminatını vermek oluyor.
Elbette ilkbaharda ürkütücü bir hızla art arda gelen olaylardan dolayı soru işaretleri ortaya çıktı: Tahran’la bağladığı anlaşmaya istenmeyen armağan muamelesi yapılan Türkiye, bu ülkeye yaptırım tasarısına ‘hayır’ dedi; ardından İsrail’in Gazze filosuna düzenlediği berbat operasyonda dokuz vatandaşını öldürmesi üzerine öfkeyle patladı. İki olayın art arda gelmesi, Türkiye’nin İran’ı dost, İsrail’i düşman gördüğüne dair zehirli bir izlenim bıraktı. ‘Komşularla sıfır sorun’ politikasına, arka bahçesindeki ülkelerin gönlünü almak için Batı’daki eski dostlarından uzaklaşmaya hazır olduğu anlamı yüklendi. NYT’den Thomas Friedman, “Türkiye İsrail’e karşı Hamas-Hizbullah-İran direniş cephesine katılmaya niyetli görünüyor” diye yazdı.
Çok şey istiyor
Bu haksız bir itham. İsrail konusunda Türkiye’de en sıkı AKP karşıtları da dahil konuştuğum herkes şunu söylüyordu: Kamuoyu filo olayına öyle öfkelendi ki, hiçbir hükümet özür talep etmeksizin meşruiyetini koruyamazdı. Fakat önde gelen kişilerin olayı devlet terörizmi diye nitelemek zorunda olup olmadığı başka bir mesele. Türkiye hâlâ özür bekliyor. İran’a gelince, şu açık: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Batı’nın Tahran’la yapılan anlaşmayı memnuniyetle karşılayacağına gerçekten inanıyordu. Bu inancın boşa çıkması, en az Türkiye’nin tarafgirliği hakkında olduğu kadar, ABD Başkanı Barack Obama’nın İran’la temas kurmak konusundaki tereddüdü hakkında da çok şey anlatıyor.
Özür bekliyor
Yine de Türk yetkililer yükselen markalarına zarar verdiklerini ve bunu onarmak için mesai harcamaları gerektiğini kabul ediyor. Başbakan Tayyip Erdoğan İsrail’in gaddarlığına yönelik aleni takıntısından geri adım attı ve BM soruşturma kurulu 2011 başında filo olayına dair net hüküm ortaya koyabilir. Türkiye bunun İsrail’i özür dilemeye mecbur bırakmasını umuyor.
Türkiye’nin Batı’ya karşı İslam’ı veya Ortadoğu’yu seçtiğini söylemek olayı karikatürize ediyor. AB üyeliği arzusu hâlâ bir itici güç. Fakat ülkenin birçok arzusu var ve bazıları çelişebiliyor. Batı’ya, İsrail’e ve ABD’ye kuşkuyla bakan bir yerde bölgesel güç olmak istiyor; Lübnan, Irak ve başka yerlerde arabulucu rolü üstlenecek Sünni bir güç olmak istiyor; dünyadaki yeni yükselen güçler ağının kurucularından biri olmak istiyor ve bu arada Batı’nın güvenilir müttefiki olmak istiyor. Tercih yapmak zorunda kaldığında, yakın çevresini seçmeye meylediyor; İran’a karşı yaptırımlara ‘hayır’ demesi buna delalet.
Otokratlarla ilişkisi sorunlu
Türk yetkililer, Batı’nın söylemini belirleyen ‘evrensel değerleri’ kucakladıklarında ısrarlı. Fakat Müslümanlara insan hakları konusunda göz yumuyorlar. Erdoğan’ın, “Bir Müslüman asla soykırım yapmaz” diyerek Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir’i temize çıkarması tepki çekti. Erdoğan, hile yaptığı gerekçesiyle kınanan İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı da seçim zaferi için kutladı.
Türk diplomatlar kapalı kapılar ardında sert bir dil kullandıklarını söylüyor, fakat otokratik rejimler bu şekilde yapılan suçlamaları kaale bile almaz. Çin ve hatta Hindistan’dan farklı olarak Türkiye insan haklarını ihlal eden rejimleri savunurken ‘egemenlik’ gerekçesine sığınmıyor; uluslararası hukuka ‘Batılı’ bir bakış sergiliyor. İkilemi daha ziyade yakın çevresinden kaynaklanıyor: Ortadoğu’da insan haklarını fazla ciddiye alırsanız bölgesel bir lider olamazsınız. Fakat sorun, kendi demokrasisinin çözülmemiş durumuyla ilgili de olabilir. Laik Türkler başbakanın ve AKP’nin insan hakları, hoşgörü ve hukukun üstünlüğüne inancından kuşku duymayı sürdürüyor. Birçok insan referandumun demokrasiyi sağlamlaştırdığını söylese de bunu AKP’nin kontrolünü güçlendirme komplosu olarak görenlerin sayısı da az değil. Laik Türkler ülkenin adım adım muhafazakârlaşmasından korkuyor; henüz büyük şehirlerde olmasa bile, Anadolu’nun kalbinde şüphe götürmez bir durum bu.
AKP de pek liberal değil
Türkiye, Atatürk döneminden bu yana ‘Avrupa görevi’ne bağlı kaldı. Fakat Atatürk bir liberal değil, modernleştiriciydi ve Kemalist laiklik Avrupa tarzı bir liberal bireyciliğin formülü değildi. Fakat AKP’nin piyasa yönelimli ılımlı İslami restorasyonunun öyle olduğunu söylemek de güç.
Türkiye, Batı’nın sayısız nedenden dolayı memnuniyetle karşılayacağı bir başarı hikâyesi. Ortadoğu’daki kitlelere sunduğu ılımlı kozmopolitlik imajı, küresel barış ve istikrara da katkı sağlıyor. Fakat Türkiye yakın çevresindeki en parlak yıldız olmakla yetinmiyor; dünya sahnesinde rol almak istiyor. Ve bu heves, Türkiye’yi çatışan kimlikleri arasında yeni bir denge bulmak zorunda bırakabilir.
James Traub / Foreign Policy / Tercüme: Radikal
Haber Ara