Sürekli halkın iradesinden dem vurup, çoğunluk ne derse onun olacağı ve ona saygı gösterilmesi gerektiğini dillendirirdiler.
Çünkü çoğunluğun iradesinin kendi düzenlerini sarsmaya güç yetiremediği yıllardı o yıllar… Ama zaman geçip devran tersine dönünce, halkın iradesi kendi koltuklarını sarsınca, dillerinden düşürmediği halkın çoğunluğu, artık “neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeyebilen” bir çoğunluk olmuştu.
Ben bu noktada halkın iradesi diye tanıtılan/sunulan bir sistemin izahını/ yararlarını/ zararlarını anlatacak değilim. Benim dikkat çekmek istediğim mesele “tutarsızlık” meselesi.
En basit tanımıyla tutarsızlık herkesin de bilebileceği gibi “kişinin bir halinin başka bir halini tutmaması, bir sözünün yine başka bir sözüyle yalanlanması, söz ve fiillerinde çelişkilerin olmasıdır” diyebiliriz.
Burada akla şu soru gelebilir: “Kişinin bir konu hakkındaki düşünceleri –gayet tabi- değişemez mi? Dün onaylamadığı bir konuyu bugün onaylayamaz mı? ” İşte bu noktada kişilerin tutarlı olup olmadıklarını belirleyen temel bir unsur çıkıyor ortaya: ilkeler. Eğer kişi, davranışlarını kaypak bir zemin üzerine kuruyor, tercihlerinde, tavır alışlarında dürüstlük, adalet, ahlak ve erdem gibi ilkeleri bir kenara bırakıyorsa bu kişinin dün söylediğinden bugün çark etmesine pek şaşılmaz.
Eğer siz, halkın çoğunluğunu esas alan bir ilkeyi benimsediğinizi söylüyorsanız, halkın çoğunluğunun kararı/tercihi aleyhinize de olsa kabul edebilmeli, başım gözüm üstüne diyebilmelisiniz.
Eğer siz, her koşulda ve ayırt edilmeksizin herkes için adaleti ve özgürlüğü savunuyorsanız, sizin dünya görüşünüze ve tercihlerinize uymayanın da hakkını verebilmeli, gerektiğinde savunabilmelisiniz.
Bugün çıkıp toplumun -ezici bir çoğunluğunun- değerlerine savaş ilan eder, sizin gibi düşünmeyen, giyinmeyen, yaşamayan insanları gericilikle, yobazlıkla suçlar hatta onlara kendi toprakları/ yurtları dışında başka adresler gösterecek kadar zorbalaşırsanız, sizin gibi düşünmelerini, sizin gibi giyinmelerini istediğiniz için tutarsız olmuş, despot olmuş olursunuz.
Ne ilginçtir ki, bugün bir anne-baba evladını, kendi inandığı/ sevdiği/ tercih ettiği bir hayat tarzına yönlendirdiğinde o anne-babayı (yani veli’yi) bile çocuğuna baskı uygulamakla suçlama haddini kendilerinde görenler insanın en temel, fıtri bir tercihi söz konusu olduğunda kendi düşüncelerini rahatlıkla dayatabiliyorlar. Asıl despot olanın kendileri olduğunu görmeksizin!
Yine en yakın bir örnek olarak, sorulduğunda insanların hak ve özgürlüklerini garanti altına almak, korumak, kollamak, insanların refah ve huzur içinde yaşamalarını temin etmek için kurulduğunu iddia eden bir partinin (üstelik cumhuriyeti, yani çoğulculuk rejimini kurmakla övünen bir partinin) lideri kalkıp ‘insanlara nasıl giyinmeleri, nasıl örtünmeleri gerektiğini’ söyleme hakkını/ haddini görebiliyor kendinde. Üstelik bunu yaparken de ne kadar tahammülsüzcü/ baskıcı olduğunun farkına varmadan! ‘Çene altından bağlamak, İranlılar gibi yapmak vs..’ Tek tipçiliğin, tahammülsüzlüğün, tutarsızlığın örneği değil de nedir bu?
Sonra önüne geçemeyeceklerini/ engelleyemeyeceklerini anladıklarında ‘başörtülü olmayanların baskı göreceği, yani mahalle baskısı olacağı’ gibi komik bir iddia attılar ortaya. Hiç, birinin yersiz korkularından dolayı başka birinin ‘en temel hakkını’ bile elinden almanın haksızlık/hukuksuzluk/gasp/ zulüm olduğuna girmeye gerek yok şimdi.
Bu tür korkuya sahip olduklarını söyleyenlerin geçmişlerinde asıl bu uygulamanın gerçeğini, yanı baskıyı, hukuksuzluğu, zulmü kendilerinin yaptığını hatırlamakta fayda var.
Tarih: Bugün mahalle baskısı gibi yapay korkular üreterek görünürde bazı kişilerin hak ve özgürlüklerini hazmedemeyen, ama, en temelde bu toplumun özünde/ hamurunda var olan İslam’ı hazmedemeyen zihniyetin, cumhuriyetin ilk yıllarındaki temsilcilerinin asıl baskıyı/zorbalığı yaptığı yıllar…
Avrupalılaşmanın, çağdaşlaşmanın bir göstergesi, dini hayattan koparmanın ‘şekilsel’ bir ifadesi olan “Şapka Kanunu’nun” çıkarıldığı yıllar…’1925’
Başlangıçta, 31 Ağustos 1925’te İskilip’ten gelen heyete kimsenin bir zorlama görmeyeceği, herkesin kendi iradesi ile karar verebileceğini hatta “kılığın uygar bir şekle sokulması için kanun gerekli değildir”1 diyen M. Kemal, 10 Ekim 1925’te (daha yaklaşık 1,5 ay sonra) Akhisar Türk Ocağı’ndaki konuşmasında şapka giyip giymemenin tartışma konusu bile yapılamayacak kadar önemli olduğuna değinir. Şapkanın medeniyetin bir şartı olduğunu belirtir. 2
Hemen takip eden günlerde bu konuda bir yasa hazırlanması talimatını verir. 25 Kasım’da yasa teklifi görüşülmesine geçilir ve yasa kabul edilir. İşte bu aşamadan sonra ‘şapka’ cumhuriyetin terör araçlarından biri haline gelir. Yurdun dört bir yanında yeni yasanın uygulanması için gerekli bütün önlemler alınır. ‘‘Şapka giyenlerin şapka giymeyenlere karşı saldırıları günlük alışılagelmiş olaylara dönüşür.’’3
“Birçok fırsatlarla sokakta, vapurda, gösteri salonlarında “şapka”lar “fes”e hücum etti. Fes daima yenildi, yani parçalandı, ayak altına alındı ya da denize atıldı… Hemen yürürlüğe giren bu kanuna aykırı her türlü davranış için tedbirler alındı.İstanbul’da komiserler kendilerine bağlı memurlarla birlikte İstanbul’u Galata’ya bağlayan büyük köprünün başını ve şehrin başlıca yollarını tuttular. Fes ya da kalpak giymiş olan herkesi tutuklayarak başlıklarını ellerinden alıyorlar ve karşılaştıkları sarıklıların ise ellerinde belgeler kontrolden geçiriliyordu [Müftü imam olup olmadığını anlamak için]. En küçük karşı koyma, suçlunun(!) tutuklanmasına neden oluyordu….”4.
Ve daha buraya sığamayacak büyüklükte idamlar, hapisler, işkenceler… Şapka uğruna, Avrupalılaşma adına dökülen kanlar, yapılan zulümler…
Bugün suni korkular üzerinden milyonlarca müslümanın inancını hiçe sayan, kendisi gibi inanmalarını isteyen bir zihniyet.. Onları da kendisi gibi inançsız sığ bir yaşam biçimine zorla çağıran bir zihniyet…
Bugün kendilerine yönelik gördükleri mahalle baskısının üreticileri, hatta devlet eliyle diğer kesime karşı uygulayıcıları kendileri aslında. Bu yüzden sanıyorlar ki biz de kendileri gibiyiz. Ama yanılıyorsunuz biz sizin gibi tutarsız, adaletsiz, hukuksuz, değiliz. Olmadığımız için de sizin gibi yapmayız korkmayın, rahat olun!
1- Goloğlu, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara, 1972, s.145
2- Atatürk, Söylev ve Demeçler, C.II, s.234,235
3- Ertunç, A.Cemil, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yay. ,2005, s.158
4- Gentizon, Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Ankara, 1983, s.99,100,105