Gerçekler bir bir ortaya çıkarken
Yıllar önceydi. Irak savaşında Başkan Bush'un 'Görev başarı ile tamamlandı.' açıklamasını takip eden günlerdeydi. Her ne kadar başkan böyle dese de, evdeki hesap çarşıya uymamış, yanlış hesap Bağdat'tan dönmüş ve akan kan bir türlü durmamıştı.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-10-09 03:41:50
Artık Irak'tan gelen intihar saldırısı ve ölüm haberleri tabir caizse rutine bağlanmıştı. Dolayısıyla normal zamanlarda haber programlarını baştan sona işgal eden bu türlü haberler, magazin haberleri türünden geçiştirmelerle ele alınıyordu. Gerçi bu, kamuoyundaki infiali aşağıya çekmek için belki de şuurlu bir tercihti. Belki etkili ve yetkili makam ve mercilerin kapalı kapılar ardında işlediği gizli gündemlerle bu sonuç alınıyordu. Ama bunlar neticeyi değiştirmiyordu.
İşte tam böylesi günlerde Hocaefendi kendisinden görüş isteyen birilerine Irak konusunda görüşünü açıkladı. Dedi ki: "Irak savaşını Birleşmiş Milletler nezdinde bütün dünya ülkelerine mal etmeden, onların onayını almadan başlatmak tarihî bir hataydı. Şimdi bu hatadan dönme zamanı. Eğer öncelikli mesele güvenliğin sağlanması ise bunu ABD tek başına değil uluslararası kanun ve kurallar çerçevesinde bütün dünya ülkeleri hep birlikte yapmalı. BM, NATO kim devreye girecekse, onlar girmeli."
Bunu takiben Irak'ta o zaman gündemde olan sistem çalışmalarını sordular. 'Nasıl olmalı ki ABD güçleri geri çekilirken arkada sonu gelmez başka kaoslara sebebiyet verilmesin?' dediler. Kısaca dedi ki: "Irak'ta olan oldu. Artık geriye dönülmesi imkânsız. Yeni yapılanma ve yapılandırmada şu unutulmamalı; her ülkenin, her bölgenin kendine has coğrafî, dinî, kültürel, ekonomik, demografik özellikleri vardır. Yeni sistem bu gerçeklerin bütünüyle gözetildiği bir sistem olmalıdır. Bu bölgenin değişmez, kadimden bu yana devam edegelen iki gerçeği vardır; din ve etnik kökendeki farklılıklar. Din ile kastım, Şii ve Sünniler, etnik kavramından amacım da Kürt, Türkmen ve Arap kökenli nüfustur. Öyleyse kurulacak devletin idarî sistemi öyle olmalı ki bunların her biri kendine o sistemde yer bulabilmeli." Ardından vecize kabilinden enfes bir cümleyle şimdiye kadar dediklerini özetledi: "Bana göre o sistem İran'dan daha demokrat, Türkiye'den daha dindar olmalı."
Sonra bir-iki cümle ile açtı bu düşüncelerini ve: "İran'dan daha demokrat derken, farklı etnik kökenlere sahip her bir grup yönetim yapısı içinde yerini almalı; Türkiye'den daha dindar derken de Şii ve Sünniler kendi inançlarının gereğini hiçbir zorlama ve baskı altında kalkmaksızın yaşayabilmeliler." Doğrusu da zaten bu değil mi? İnsanların benim vatanım dedikleri gibi benim hükümetim, benim devletim demeleri ve aidiyet duygusu ile dopdolu olmaları için, kendilerini temsil makamında görmeleri gerekmez mi? Hakeza, rejimlerin tespitinde o ülkenin tarihî mirası, dini, dili, yazılı olmayan kaide ve kuralları nazara alınması gerekmez mi?
Başta dediğim gibi, bu tespitlerin yapıldığı günden bu yana hayli zaman geçti. Şimdi bunları hatırlamamın ve bir yazı konusu yaparak sizlerle paylaşmamın sebebi; Obama yönetiminin Irak'tan asker çekme takvimine sadık kalarak gerçekleştirdiği çekilmeye rağmen, suların hâlâ durulmamış olması. Irak hâlâ intihar saldırıları ile gerek kendi gerekse bölge adına güvensizliği ile dünya gündeminin başlıca konuları arasında. İnsan düşünmeden edemiyor; keşke, Irak savaşı hiç yaşanmasaydı. Keşke, Saddam sonrası yapılan hatalar yapılmasaydı. Keşke, neo-con'lar petrol ve silah lobisinin sözlerini dinledikleri kadar bölgeye hakim akademisyen ve bürokratların tavsiye ve görüşlerini de dinleseydi ve aklıselimle hareket etselerdi. Keşke, Hocaefendi örneğinde olduğu gibi Amerikalıların "insider" dedikleri türden bölge içinden bölgeye hakim akil insanların görüşlerine itibar edilseydi. Keşke!
Irak savaşında bir akıl tutulmasının yaşandığı muhakkak. Özellikle Bush ve ekibinin görevi terk edip Washington'da suların kısmen durulduğu günümüzde Irak ve Afganistan başta ABD dış politikası adına çok daha kapsamlı değerlendirmeler yapılıyor. Öğrendiğimiz öyle şeyler var ki bu aklı başındaki değerlendirmelerden; şimdiye kadar olan nice şeylerin sebebini bu tespitlerden rahatlıkla çıkarımlarda bulunarak anlayabiliyorsunuz. Fukuyama'nın "Neo-conların Sonu" ismiyle Türkçeye kazandırılan kitabından sadece iki tespiti sizinle paylaşmak istiyorum:
1- Genel manada ABD dış politikasında hakim olan unsurları dörde ayırıyorlar uzmanlar. İktidarda bulunan parti ve o partideki ağırlıklı görüşe göre ABD dış politikası kendine yol buluyor. Neo-con'lar bunlardan birincisi. İkincisi efsanevî Dışişleri Başkanı Henry Kissenger'in ismiyle anılan "gerçekçi" politika. Bunun özelliği, güce saygı duyması, saygının ötesinde güce, kuvvete adeta tapması, başka ülkelerin rejimlerini, iç yapılarını, insan haklarını kaale almaması. Üçüncüsü, kendi gücü ve çıkarı değil ulusal ve uluslararası hukuk ve kurumların üstünlüğüne uygun biçimde dış politika takibine inanan liberal politika. Ve dördüncüsü; Amerika'nın millî çıkarlarını ve güvenliğini her şeyin üstünde tutan aşırı milliyetçi grup.
Eğer yapılan bu değerlendirmeler doğruysa –ki 1950'lerden bu yana ABD'nin takip edegeldiği dış politikası bunu doğruluyor- Irak savaşı öncesi, esnası ve sonrasında yapılan yalpalamaların nedeni kendiliğinden açığa çıkıyor. Bir başka dille, politikaya hakim unsurlara göre eksen kaymaları yaşanıyor. Zaten dış politikanın doğası da bu süreci kendiliğinden destekliyor.
2- Fukuyama'ya göre; Irak savaşı öncesi ne nükleer silaha ne de nükleer silah yapma kapasite ve imkânına Irak'ın sahip olmadığını Amerikan istihbaratı biliyordu. Ama neo-con'ların petrol ve silah endüstrisinin etkisiyle Irak'a savaş açma ve oranın petrol zenginliğine konmak için çok önceden hazırlanmış planları vardı. Her ne kadar Saddam ve rejiminin 11 Eylül saldırısı ile alakası olmasa da düşünülen bu müdahale için Amerikan kamuoyunda iyi bir zemin sağlanmıştı. Tek şey; tabanı ikna edici bir delilin ortaya konmasıydı ve "nükleer tehlike" bunun adına kaçırılmayacak bir fırsattı. Öyleyse açıkça yalan söylenmeli ve kamuoyu bu yalana ikna edilmeliydi. Yetkililer kapalı kapılar ardında bunun adını "supreme lie" yani "yüce yalan" olarak koydu. Mantık şuydu; Amerika'nın yüce menfaatleri için böyle bir savaşa ihtiyaç var ve bunu tabanın bilmesine ihtiyaç yok. Sonuç yüce yalan söylendi ve savaş gongları çaldı.
Yazıya son verirken aklıma gelen tek şey şu: Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır.
Ahmet Kurucan / ZAMAN
SON VİDEO HABER
Haber Ara