'Türkiye Balkanlara geri dönüyor'
Avrupalı bir diplomat "Neo Osmanlıcılık olarak adlandırılsa bile, açıkçası Avrupa Birliğinin Balkanlardaki gevşekliği ve siyasilerinin kararsızlığı karşısında Türkiye'ye bölgedeki siyasi, ticari ve kültürel girişimciliği için kim sitem edebilir ki?" diyor.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-09-14 12:28:00
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen 11 Temmuz'da Avrupa'nın 2. Dünya Savaşından bu yana yaşadığı en acı katliamın 15. yıldönümünü anma törenine katılmak üzere helikopterle Doğu Bosna'daki Srebrenitsa'ya gitti. Bosnalı Sırp birlikler, resmî olarak BM'nin koruması altında olan Müslüman bölgeyi 11 Temmuz 1995 tarihinde bölgenin güvenliğini üstlenen Hollanda ordusunun ateşine bile maruz kalmadan ele geçirmişti. Sekiz bin erkek ve gençten bir daha haber alınamadı. Hepsi, Srebrenitsa'nın işgalinden sonraki hafta otomatik silahlarla öldürülmüş, cesetleri ise Doğu Bosna'nın çeşitli ıssız noktalarında –artık ortaya çıkmış olan– toplu mezarların içine dozerlerle atılmıştı.
Türk Başbakan anma törenine katılarak, toplu mezarlarda DNA testleriyle kalıntıları belirlenen ve toprağa verilen kurbanları anmakla ve "bir daha asla" demekle yetinmedi. Ortama göre istisnai olarak oldukça uzun bir konuşma yapan Erdoğan "bugün Bosnalı bir kadının Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadic'in elini sıktığını gördük, oysa on beş yıl önce Srebrenista katliamında eşini ve iki oğlunu kaybetmişti. Bu kadının bakışlarında kararlılık ve gurur gördüm, ancak kin yoktu. Bu davranışı için kendisini kutluyorum. Bölgede kalıcı bir barış inşa edebilmek için onun gibi daha fazla anneye ihtiyacımız var" dedi.
Yani Türk ve Sırp liderlerin bu kadar anlam içeren bir mekanda yan yana olması tesadüf değildi. Türk diplomasisi tarafından özenle hazırlanmıştı. Türkiye beş asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun eyaletlerinden olan Bosna ile Sırbistan'ı barıştırmak için bir yıldır uğraşıyor. Türkiye, geçen 26 Nisan'da İstanbul'da Boğaz'ın Avrupa ve Asya yakalarını birleştiren köprünün önünde balkan ülkelerinden üç Cumhurbaşkanının –Türkiye'den Abdullah Gül, Sırbistan'dan Boris Tadic ve Bosna Hersek'ten Haris Silajdzic'in– fotoğrafçılar karşısında el ele poz verdikleri bir zirve düzenlemeyi başardı. Artık "İstanbul Deklarasyonu" adı verilen anlaşma çerçevesinde taraflar, AB'ye üyelik çalışmalarında birbirlerine destek olmaya söz verdiler. Silajdzic ise Batı Balkan ülkelerinin dış yatırımları çekebilmeleri için imajlarını değiştirmenin önemli olduğunu ifade etti.
NATO'nun çok eski bir askerî gücü olan ve ABD'nin Afganistan'daki savaşında katkıda bulunan Türkiye, Balkanlardaki eski kolonilerinin Atlantik Birliğine girebilmesini açıkça destekliyor. Hatta Türkiye'nin Saraybosna Büyükelçisi, Bosnalı Sırpları, Kabil'e Bosna Ordusunun 33 Hırvat, 33 Müslüman ve 33 Sırptan oluşan bir kontenjanının konuşlandırılmasını kabul etmelerini sağlamak için Sırp Cumhuriyetinin başkenti Banya Luka'ya bile gitti. Bosna'yı "dünya askeri haritasına yazdırmayı" amaçlayan Türkiye'nin planı, Bosnalı askerleri kendi sarı-mavi yıldızlı bayraklarının dalgalandığı bir kışlaya yerleştirerek eğitimlerini, silahlanmalarını ve Afganistan'da bulunacakları süreyi finanse etmek.
Ekonomik Destek
Türkiye ile Sırbistan arasındaki ilişkiler öylesine pekişti ki Belgrad, iflas halinde olan Sırp havayolu şirketi JAT Airways'i Türk Hava Yollarına (dünya taşımacılığında yedinci sırada) satmayı ciddi anlamda düşünüyor. İstanbul Deklarasyonunun tarafları, bir sonraki görüşmelerinin Silajdzic'in Sırbistan Parlamentosunun Srebrenica katliamını engellemek için elinden geleni yapmadığı için özür dilediği bir yasa tasarısı çıkardığından bu yana artık gitmeyi kabul ettiği Belgrad'a yapmaya karar verdiler. Bir Ermeni topluluğun olmadığı Balkanlarda kimse Türkiye'ye 1915 soykırımı için pişmanlığını dile getirmediği için sitem etmiyor. Ankara ile Belgrad arasındaki ilişkileri, ayrıca Türkiye'nin Sırbistan'ın Ortodoks kuzeni olan Yunanistan ile ilişkileriyle güçleniyor. Başbakan Erdoğan, 14 Mayıs 2010 tarihinde beraberinde on bakan ve yüz Türk işadamıyla iflasın eşiğinde olan Yunanistan'a desteğini belirtmek için Atina'ya gitmişti. Türk lider, alçakgönüllülükle Yunan dostlarına Türkiye'nin 2001 yılında yaşadığı krizde edindiği tecrübelerini paylaşabileceklerini ifade etti. Ancak gerçek şu ki, Almanlar tarafından yolda bırakılan Yunanlılar için arsız bir ekonomisi olan Türk ejderhasının yatırım gücü çok iyi gelecekti.
Saraybosna'da görevde olan bir Avrupalı diplomat "Neo Osmanlıcılık olarak adlandırılsa bile, açıkçası Avrupa Birliğinin Balkanlardaki gevşekliği ve siyasilerinin kararsızlığı karşısında Türkiye'ye bölgedeki siyasi, ticari ve kültürel girişimciliği için kim sitem edebilir ki?" diyor. Sadece Balkanlarda değil, Ortadoğu ve Kafkasya'da da bir neo-Osmanlıcılık. Avrupa'da benzeri olmayan bir nüfusa ve ekonomik büyümeye sahip olan Türkiye'yi merkeze oturtmaya kararlı olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun iddialı dış politika anlayışı böyle. Türkiye, Amerika ile bağları koparmadan bağımsızlaştı. Hasta Avrupa Birliği'nin karşısında artık kompleksi yok. Bir yandan kulübe hiçbir zaman alınmayacağını bilirken, kendisi için iyi olduğu düşüncesiyle Brüksel'deki Komisyonun beklediği reformları sakince gerçekleştiriyor.
Türkiye, Saraybosna'da da her yerde var. XVI. yüzyıla ait eski Osmanlı camilerini restore ediyor, gençlere tartışmasız fiyatlarla İstanbul'a turistik turlar düzenliyor, her yıl ya yeni bir banka ya da yeni bir üniversite açıyor. Ancak doğuda Split istikametine doğru yol alındığında zümrüt rengi Neretva nehri boyunca Dalmaçya kıyısına doğru Türkiye'nin nüfuzunun azaldığı görülüyor. Gerçekçi olan Türkler, tarihi vasileri İtalya, Almanya ve Avusturya'ya her zamankinden daha fazla bağlı olmaları nedeniyle Hırvatların asla İstanbul'a doğru bakmayacaklarını biliyor.
Fransız Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin Balkanlardaki faaliyetleri için eski Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını takip etmesi karşısında hiçbir şekilde endişe duymuyor. Kohl'un Almanyası'nın, Avrupa'da komünizmin çökmesinden hemen sonra ve derinden Bohemya, Moravya ve Macaristan'da faaliyette bulunmasına sitem edildi mi?
Tek itiraz edenler, Bosnalı Sırplar. Zira Türkiye'nin, Müslüman topluluğa ayrıcalık veren ve Dayton Barış Anlaşmasıyla garantilenmiş Sırp Cumhuriyetinin özerkliğinin düşürülmesi için Uluslar arası düzeyde çalıştıkları bir gizli takvimleri olduğundan şüpheleniyorlar. Türkiye'ye karşı duyulan şüphe, Bosna'nın Sırp Başbakanı Milorad Dodik'i, Türkiye'nin Drina'daki eski Osmanlı köprüsünün restorasyonu için yaptığı 3 milyon avroluk bağışı reddetmeye kadar götürdü. Köprüyü konu alan eseri İvo Andric'e Nobel Edebiyat Ödülünü kazandırmıştı. İstanbul Deklarasyonunu hiçbir şekilde kabul etmeyen Dodic, eylül ayının başında Kudüs'e gitmiş ve Türkiye karşıtı tavrında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres tarafından desteklenmişti. Cumhurbaşkanı Gül, sekiz gün önce Saraybosna'dan Mostar'a giderek anlamak isteyene, Türkiye'nin Balkanlarda hiçbir makyavelist planı olmadığını ve sadece kalıcı bir barış inşa etme amacıyla hareket ettiğini yineledi. Bosna Parlamentosunun karşısında Türk Cumhurbaşkanının ağzından sadece "uluslar arası birlik" ve "Avrupa Birliği" kelimeleri çıktı.
Milliyeti Strateji
Eski Saraybosna aşıkları –yani çok kavimli ve İslam'ın ara sıra ufak bir bardak rakıya tepki göstermeyeceği derecede ılımlı olduğu ve hiçbir kadının başını örtmeyi aklına getirmeyeceği– başkentin doğusunda inşa ettikleri iki üniversite için Türklere sitem ediyor. Zira biri Fethullah Gülen hareketine ait. İlginç olan, Cumhurbaşkanı Gül'ün Türk laikliğinin baskılarını yaşamak istemediği için on yıl önce ABD'ye sığınan Fethullah Gülen'in üniversitesinin açılışını yapmasıydı. Ancak Abdullah Gül'ün, tıpkı Erdoğan gibi ılımlı İslamcı parti AKP'ye mensup olduğu unutmamalı. Bu kampüslerin sorunu orada verilen eğitim değil (ingilizce fen bilimleri), orada öğrenim gören öğrencilerdir. Erkeklerin çoğu sakallı, kızların yüzde doksanı ise başörtülüdür. Bu öğrenciler imam hatipli oldukları için İstanbul, İzmir ve Ankara'daki üniversiteler tarafından dışlanan öğrencilerdir. Ancak bu iki üniversite sonuçta özel üniversiteler ve bu, Türk devletinin politikasını temsil edecekleri anlamına gelmiyor. Gazeteci Ömer Taşpınar'ın, İngilizce yayımlanan Türk gazetesi Today's Zaman'da yakın tarihte yazdığı gibi "bu eğilim sürerse, Türkiye'de ortaya çıkacak olan İslamcı bir dış politika değil, daha milliyetçi, daha iddialı, daha bağımsız, kendinden daha emin ben merkezci bir strateji çıkacaktır. Kısacası Gaulizme'nin Türk versiyonu..."
BYEGM
Haber Ara