AB, yeni nesil Nazizm'in kıskacında...
AB'nin tabanındaki unsurları sözgelimi Britanya yerine İskoçya, İngiltere ve Galler diye saymaktan ne çıkar? Fakat ulus devlet nötr bir ayrımdan ibaret değildir ve bu yaklaşım AB'ye son verebilir.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-09-12 06:52:00
Kültürel, siyasi, hatta iktisadi bir kurum olarak Avrupa projesinin tehdit altında olduğu fikri giderek güçleniyor gibi görünüyor. Avrupa’yı tehdit eden ne? İlk akla gelen cevap şu olacaktır: “Britanya tehdit ediyor, aptal!” Bu cevapta hiç gerçek payı olmadığı söylenemez. Britanya, Avrupa’nın temel unsurlarına karşı ikili bir tutum sergiliyor: Avrupa ticaretine dayanan büyük bir ekonomi olarak hukuk kurumlarını, AB yasalarının doğrudan etki ettiği uluslarüstü bir Avrupa hukuk sistemine adapte ediyor; fakat ortak para birimini ve daha fazla siyasi entegrasyonu reddediyor. Fakat Avrupa’ya yönelik daha derin tehdit, kıtanın tam da üstesinden gelmeyi amaçladığı şey: Siyasi birlikte ve ortaklıkta milliyetçilik.
Dinden daha ciddi bir tehlike
Avrupa projesi ‘bir daha asla’ şiarından ilham aldı. Avrupa ülkelerinin, felaket getiren iki savaşta olduğu gibi, sert ve çatışmacı milliyetçilikler üzerinden bölünmesine bir daha asla izin verilmeyecekti. Azınlıkların kaderi bir daha asla ulusal parlamentoların ve ırkçı-popülist hissiyatların insafına terk edilmeyecekti. Avrupa’nın kurucu mitine göre, Avrupa ortak pazarıyla başlayan, demokratik kurumlara, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygı gösteren bir ortaklık Avrupa projesini tanımlayacaktı.
Bu yüce amaçlar elbette, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki birçok göçmen ve mülteci topluluğunun tecrübe ettiği yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı ortadan kaldırmanın çok uzağındaydı. Fakat ayrımcılığa karşı çıkılan, hoşgörüye ve çeşitliliğe dayalı bir liberal-demokratik toplumsal projeyi ileriye taşıyan hukuki bir çerçeve de sağladı. Avrupa Adalet Divanı’nın 1960’lardaki son derece entegrasyoncu kararları da bunu kolaylaştırdı.
Hukukun birleştirilmesinin etkisi, Margeret Thatcher hükümeti döneminde Britanya’da çarpıcı şekilde görüldü. O dönemde bir Britanya mahkemesi 1988 tarihli Gemi Taşımacılığı Yasası’nın (MSA) uygulanmasını, Avrupa yasalarıyla uyumluluğu gözden geçirilirken durdurulmasına ihtiyati tedbir koydu. MSA Britanya sularında balıkçılık ruhsatı için milliyeti bir hak ediş unsuru tayin etmeye çalışmıştı. İspanyol balıkçıları yasayı dava etti. Mahkemeler milliyetin Avrupa içi ticarete karıştırılmasına izin verilemeyeceğine hükmetti.
Peki yeni Avrupa düzenine karşı algılanan tehditler ne o zaman? En büyük tehdidin, ‘dinin geri dönüşü’nden kaynaklandığı düşünülüyor. Canterbury Başpiskoposu Dr. Rowan Williams’ın, sınırlı durumlarda şeriat yasasının uygulanmasına alan açılması gerektiğine dair 2008’de yaptığı gayet nüanslı konuşmanın ardından baş gösteren infiali hatırlayın. Bu, belli yasalara ve onların dayandığı teorilere yönelik derinlikli bir analiz eşliğinde, açıkça hukukçulara hitaben yapılmış bir konuşmaydı.
Başpiskopos sertçe eleştirilirken hukuk camiasının sorumsuzca sessiz kalması, bütün hukukçuların utanması gereken bir dip noktaydı. Williams halihazırda bir olgu sayılan bir şeyden bahsediyordu sadece; Hıristiyan, Yahudi ve İslam hukukunun insanların hayatında önemli bir rol oynadığını ve bilhassa aile hayatıyla evlilikleri düzenlediğini söylüyordu. Dahası, Müslümanlarda ve ümmette olduğu gibi, daha geniş bir dinsel aidiyet duygusunun birçok ulus devlette vatandaşlıkla birlikte var olduğuna dikkat çekiyordu. Dini hukukla laik ‘ülke hukuku’ arasında bir çelişki baş gösterdiğinde, genellikle ikincisi galebe çalıyordu.
Bu, geleneksel ve resmi hukukun bir arada var olduğu Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki bir dizi diğer hukuki sistemden farklı değil. Siyasi ve dini çoğulculuk birbiriyle uyum içinde. Vatandaşlık, vatandaşın sadece ‘sivil dini’ kabul etmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Fakat dinin geri dönüşüne dair bu tür tartışmalar, milliyetçiliğin Avrupa’da tekrar yükseldiği bir dönemde, dikkatlerin yanlış yöne kayması anlamına geliyor.
Dinden ziyade milliyetçilikten korkmamız gerektiği kanısındayım. Ve Avrupa entegrasyonunun paradoksu şu: Avrupa’yla daha yakın kurumsal bağlar, yetkilerin devri ilkesi ve modern ulus devletin modasının gözle görünür biçimde geçmesi, dirilen milliyetçiliğin de kartvizitleri aynı zamanda.
İskoç Ulusal Partisi’nin İskoçya’nın bağımsızlığına dair yayımladığı bildirgenin başında şu alıntı var: “Bizce İskoçya’nın bağımsızlığına dair en ikna edici argüman, AB’de ayrı temsil gereğidir.” İskoçya’nın bağımsızlığı, Britanya’nın yüz yüze geldiği büyük bir anayasal mesele olarak gittikçe önemini arttırıyor.
Flaman, Katalan, Bask...
Avrupa projesinin merkezi olan Belçika’da, AB’nin başkentini barındıran ulus devletin sürdürebilirliği artık tartışma konusu. Demokratik milliyetçi bir parti olan Ulusal Flaman İttifakı, 2004 Avrupa seçimleri için hazırladığı programa şunu koydu: “Avrupa Flamanlar için son derece önemli hale geldi.
Halkımızın geleceği giderek Avrupa’ya bağlanıyor. Kimliğimizi artık Avrupalı bir çerçevede ele alıyoruz.”
“O halde sorun ne” diye soracaktır bazıları. AB’nin tabanındaki unsurları Britanya yerine İskoçya, İngiltere
ve Galler; Belçika veya İspanya yerine Flaman, Katalan ve Bask diye saymaktan ne çıkar ki?
Çok şey çıkar, zira ulus devlet nötr bir ayrımdan ibaret degildir.
Farklılıkların çökeltisi
Britanya, İspanya, Almanya, İtalya vs. daha önce hasım olan dinlerin, uyrukların veya emperyal yapı kalıntılarının birliğidir, fakat aynı zamanda bileşenlerine ayrılmış farklılıkların birer çökeltisidir. Bu ulus devletler ulusal bileşenlerine ayrılmanın yegâne birleştirici niteliği oluşturmadığı birer milletler topluluğuna evrilmiştir. Flamanların kulaklarının dibinde, bırakın Urduca’yı, Fransızca konuşulduğunu duymak istemediği bir Avrupa mı istiyoruz? Kişi başına milli geliri daha yüksek bir İskoçya, yabancılara daha mı açık olacak, yoksa akrabalık bağlarını korumaya daha fazla mı meyledecek?
Neo-milliyetçiler, milliyetçiliği bize ekonomi, şirketlere daha fazla vergi, daha çevreci yönetim ve daha iyi
enerji politikaları yoluyla satmaya çalışacaktır. İskoç Ulusal Partisi’nin aynı bağımsızlık bildirgesinde Bask ülkesiyle ilgili şu ifadeler yer alıyor: “Bask’ın kişi başına yıllık geliri, İspanya’dan yaklaşık yüzde 30 daha fazla ve 2009 başında Bask bölgesel hükümeti İspanya federal hükümetin-den daha yüksek kredi notuna sahipti.” Daha iyi kredi notu olanların bir koalisyonu, daha büyük siyasi fikirlere işaret etmez. Fakat bu banallik, Avrupa projesinin hedef bildiği noktadan radikal bir geri dönüşün sinyalidir, Avrupa’yla daha sıkı bağlar adı altında yapılsa bile.
The Guardian / Stewart Motha / 7 Eylül 2010
Çeviri: Radikal
Haber Ara