Türkiye, nelere 'Hayır' demeli?
Türkiye, 1913'ten başlayarak bugüne kadar gelen kemikleşmiş militarist bürokratik bir rejimin değiştirilmesi bir yana bir ölçüde geriletilmesi mücadelesini yaşamaktadır.
15 Yıl Önce Güncellendi
2010-09-11 05:00:00
1921 yılı başlarında Kürtlerin Ankara hükümetinden özerklik istemeleri konusunda açıklama yapılması, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması hususlarındaki talepleri ve yürüyüşe geçmeleri karşısında Ankara'nın emriyle Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiştir. Söz konusu ayaklanma çok sert bir şekilde bastırılmış, sert uygulamalar Meclis'teki Koçgiri görüşmeleri sırasında da eleştirilmiştir. Nitekim Meclis'te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmüşler ve vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Mustafa Kemal, Nutuk'ta Meclis'in Nurettin Paşa'nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa'yı Meclis'te savunduğunu ve ağır bir işleme uğratılmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı'na getirildiğini belirtmektedir. Ancak Mustafa Kemal'in Meclis'teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı bitmemiş, sonraki dönemlerde bu milletvekilleri tasfiye edilmişlerdir. Meclisten uzaklaştırılan bu milletvekillerinin de yer aldığı Azadi örgütü, Şeyh Sait İsyanı'na giden yolda Kürtlerin haklı yakınmalarını dile getirmiş ancak rejim inkar ve imhaya yönelik politikalar uygulamıştır. Başbakan Fethi Okyar ayaklanmayı sıkıyönetim tedbirleriyle bastırabileceğini düşünmektedir. Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar'ı başbakanlıktan uzaklaştırıp, İsmet İnönü'ye yeni bir hükümet kurdurur. Yeni hükümet sert önlemlerin uygulayıcısı olacaktır.
Sıkıyönetim ilanı, Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun değiştirilmesi, devrim ilkelerine aykırı yayın yapan gazetelerin kapatılarak, sahip ve yazarlarının cezalandırılması, Takrir-i Sükun Kanunu'nun kabul ve ilanı ve İstiklal Mahkemeleri'nin yeniden kurulması. Bu sert tedbirler içinde özellikle Takrir-i Sükun Kanunu'na ilişkin Meclis'te yapılan tartışmalar çok önemlidir. Bu tartışmalar liberal görüşte olanlarla cumhuriyetçiler arasında bir iç hesaplaşmaya dönüşmüştür. Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Dersim vekili Feridun Fikri Bey, Sivas vekili Halis Turgut Bey gibi isimler bu kanuna ve İstiklal Mahkemeleri'ne karşıdırlar. Bu isimler isyancılarla masum halkın birbirinden ayrılması gerektiğini, bu kanunun özgürlükleri ortadan kaldırarak, dikta idaresine yol açacağını düşünmektedirler. Tartışmaların alevlenmesi ve Meclis'in iki ayrı kampa bölünmesi üzerine Mustafa Kemal söz alarak kürsüye çıkar ve yeni bir dönemi başlatacak kararı açıklar. "Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlatan tamamlayacaktır." Bu kanımca bugünümüzü de etkileyen önemli bir kırılma noktasıdır. Vesayetçi militarist anlayış rejime niteliğini vermiş olmaktadır. Çünkü cumhuriyet özgürlüklere ve demokrasiye açılım politikası ile değil, ödünsüz, otoriter bir sertlik politikasıyla şekillenecektir. Bu kanunla hükümete parti, gazete kapatma yetkisi veriliyordu. Suçlanan insanlara savunma ve temyiz hakkı tanınmıyor, mahkumiyet için tanık aranmıyor, idam kararları için Meclis onayı gerekli görülmüyordu. Bu anlayışın sonucu olarak Meclis'te karşı görüşte olanlar tasfiye edilerek, Meclis'in demokratik ve kozmopolit yapısı ortadan kaldırılacaktır. Bu kanuna muhalefet eden Kürt illeri vekilleri Feridun Fikri Bey, Halis Turgut Bey, Rüştü Paşa gibi isimler 1926 yılında İzmir suikastı davasında yargılanacaklar, Halis Turgut Bey ve Rüştü Paşa asılarak idam edilecektir. Şeyh Sait davası aynı zamanda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın da sonu olmuştur. Şark İstiklal Mahkemesi bölge içindeki fırka şubelerini kapatmış, Bakanlar Kurulu kararıyla da fırka tamamen kapatılmıştır. Mustafa Kemal Nutuk'ta fırkayı ağır bir biçimde eleştirmiştir. İzmir suikastı ile ilgili olarak dokunulmazlıkları olmasına rağmen başta Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy olmak üzere TCP'nin milletvekilleri tutuklanmış, liberal düşünceleri olan Cavid Bey idam edilmiştir. Büyük bir sessizliğe gömülen Türkiye 1929 yılına kadar bu mevzuat ile yönetilmiştir.
İstiklal Mahkemesi'nin görev süresinin dolması ve sıkıyönetimin kalkması sonrası bölgede olağanüstü tedbirleri devam ettirecek bir formül bulunmuştur. Bu da olağanüstü hal valiliğinin ilham kaynağı olan bölgelerde umumi müfettişlikler kurulmasıdır. Yerel yönetimler böylece devletin güvenilir kadrolarına teslim edilmiştir. Asıl istenen bölgenin Türkleştirilmesi ve Kürtlerin örgütlenme araçlarının yok edilmesidir. Yine 1925 yılında Alevilerin inançlarını ve bunun gereklerini yaşayabilmeleri imkanı ortadan kaldırılmıştır. 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilen 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun tüm tarikatları, tasavvuf müesseselerini ve unvanlarını yasakladığı gibi, Alevî-Bektaşîlere ait seyyidlik, çelebilik, babalık, dedelik gibi tüm unvan ve müesseseleri de yasaklamıştır. Bu şekilde, Alevî-Bektaşî kimliği kendini ifade edebilme imkanını kaybetmiş, Cumhuriyet'in tekçi ideolojisine kurban edilmiştir. Bu kanun Alevi toplumu üzerinde derin etkiler yapmıştır. Bu kanunun kabulünden önce 3 Mart 1924'te çıkarılan Şer'iyye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Umumiyye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak başvekalete bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kurulmuştur. 1961 Anayasası ile ilk kez Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurum haline getirilmiş, 154. madde ile "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir." düzenlemesi yapılmıştır. 1982 Anayasası bu kuruma "yürütme" bölümü içinde "idare" alt başlığı altında yer vererek, 136. madde ile "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinme" görevini de yüklemiştir.
Osmanlı Devleti'ndeki dinin denetim altında tutulması, şeyhülislamlık makamının devletin merkezi örgütü içine çekilmesi ve devletin çıkarları doğrultusunda kullanılması anlayışı cumhuriyet tarafından aynen devam ettirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla Sünnilik denetim altına alınmış, Alevilik inkar edilmiş, gayrimüslimler ise dini inançları üzerinden yabancı kılınmışlardır. Toplumun ve bireylerin dini yaşamlarını ve anlayışlarını denetlemek ve yönlendirmek laiklik ilkesine aykırıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı devletin laik olmadığının bir göstergesidir. Dini yaşamın toplumsal denetimini yapan devlet esas olarak Sünniliği denetim altında tutmuştur. Devlet tüm dinler, inançlar ve mezhepler karşısında tarafsız ve eşit mesafede olacak, sağlayacağı avantajları ve destekleri de her kesime sunacaktır. Demokrasinin ve laik hukuk devleti olmanın gereği budur.
1960 askeri darbesiyle başlayan ve özellikle 1980 askeri darbesiyle bugüne kadar gelen süreçte militarist bürokratik vesayet rejimi aynen 1920'lerin,1930'ların düzenlemelerini, uygulamalarını ve zihniyetini sürdürmektedir. Bu rejim, askeri bürokrasi, yargı bürokrasisi, siyasi partileri, çıkar grupları ve ideolojik aygıtları ile kemikleşmiş bir statükoyu oluşturmaktadır. MGK yapılanması, askeri yargı alanının genişliği (çift başlı ceza yargısı), askeri idari yargı alanı yaratılması (çift başlı idari yargı), TSK içinde ötekileştirme ile birlikte ötekileştirdiklerini baskıyla sindirme eylemlerinde bulunan Batı Çalışma Grubu, Cumhuriyet Çalışma Grubu gibi örgütlenmeler ve darbe planları, 12 Eylül yönetiminin ülke genelinde, özellikle Diyarbakır'da uyguladığı kurumsallaşmış sistematik işkenceler, JİTEM uygulamaları sonucu meydana gelen faili meçhul cinayetler, Şemdinli'de suçüstü yakalanan devlet terörü, istisna halinin normalleşmesinin üstüne giden Şemdinli savcısının kimliksiz, çıplak bir bedene dönüştürülmesi, vicdanları hapseden ve istisna haline övgüler düzen bir medya örtüsü, toplum içinde darbenin ortamını hazırlayan istisna halinin çete örgütlenmeleri, 2003-2004 darbe teşebbüsleri, andıç faaliyetleri, 27 Nisan e-muhtırası, vicdani ret itirazında bulunanlara uygulanan baskı, şiddet ve işkence, Kürtlere yönelik iç ve dış askeri operasyonlar, ülke içinde girilmesi yasaklanmış askeri yasak bölgeler, polis devlet uygulamalarına yol açan iç güvenlik kanunlarında yapılan değişiklikler, Anayasa Mahkemesi'nin hukuku araçsallaştırdığı 367 ve Anayasa'nın 10. ve 42 . maddelerinde yapılan değişikliklerin iptali kararları, başsavcının % 47 oy almış iktidardaki bir partiyi suç oluşturmayan eylemleri nedeniyle kapatma ve Başbakan ile Cumhurbaşkanı hakkında siyaset yasağı istemi, Yargıtay ve Danıştay'ın hukukun askıya alınması halini destekleyen açıklamaları. Kanunsuzluğun, hukuk dışılığın bir kanuna ve hukuka dönüşmesi. Gücün ve şiddetin, hukuku ortak iyilik amacından ve adaletten saptırarak gücün ve şiddetin hukuku haline getirmesi. Burada söz konusu olan demokrasi ve hukuk krizidir.
MESELE AKP MESELESİ DEĞİL!
90 yıla yakındır devam eden bu sürecin müsebbibi AKP olmadığı gibi bu kemikleşmiş rejimi AKP'nin tek başına değiştirmesi ya da bu yapıda bir gedik açması mümkün değildir. Anayasa değişiklikleri bu yapıda ancak bir gedik açmayı sağlayabilir. Bundan sonraki aşama Kürtlerin, Alevilerin, gayrimüslimlerin, Sünnilerin yani rejimin mağdurlarının yeni bir sivil anayasa ilkeleri çerçevesinde gerçek bir demokrasi inşa sürecine girmeleridir. Anayasa'nın 145. maddesinde yapılan değişiklik dahi tek başına militarist rejimin kalbine yöneliktir ve EVET demeye yeterlidir. Anayasa'nın 145. maddesinde değişiklik yapılarak askerî mahkemelerin 4 ölçütten oluşan görev alanı "askerî mahal ölçütü" kaldırılarak nispeten daraltılmış, bunun yanında devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davaların herhalde adliye mahkemelerinde görüleceği belirtilerek darbeye teşebbüs suçlarının her durumda sivil mahkemelerde görülmesi sağlanmıştır. Aynı madde içinde askerî mahkemelerin savaş hali hariç sıkıyönetim dönemlerindeki yetkilerine son verilmiştir. Yine aynı maddede savaş hali haricinde, asker olmayan kişilerin askerî mahkemelerde yargılanamayacağı düzenlemesi getirilerek sivillere bu anlamda tam bir güvence sağlanmıştır. Sivillere tanınan bu güvencenin ileri düzeyde bir demokratik standart olduğu açıktır. 12 Eylül askerî mahkemelerinin yargılanan siviller bakımından ne anlama geldiği bilinmektedir.
Militarist rejimin mağdurlarının kafalarını karıştırarak militarizmin taşıyıcısı durumuna düşmeleri bedeli ağır ödenecek bir hata olur. Mesele AKP meselesi değildir. Bu değişiklik sizleri, ailenizi, soyunuzu mağdur eden kemikleşmiş militarist rejimde bir gedik açarak yetmez olanı gerçekleştirmek fırsatıdır. Hayır demek militarist bürokratik rejime ve onun taşıyıcılarına evet demektir.
Kaynak: Ümit Kardaş / Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara