Dolar

34,9547

Euro

36,6033

Altın

3.023,14

Bist

10.058,63

Raşid Hilafet, Raşid Toplum

Moritanya asıllı Timeturk yazarı ünlü Müslüman düşünür Muhammed Muhtar eş-Şankitî'nin "Raşid Hilafet, Raşid Toplum" adlı makalesini özellikle son günlerde rotasını kaybetmiş tüm İslamcıları ithaf ediyoruz...

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-08-25 02:38:00

Raşid Hilafet, Raşid Toplum
Muhammed bin el-Muhtar eş-Şankıti / TİMETURK

Raşid hilafet, raşid bir toplumun ürünüdür. Ne zamanki toplum rüşdünü kaybetmeye başladı, raşid hilafet de varlığının yakıtını kaybetti ve dayanakları yıkıldı.

Raşid hilafet merhalesi, İslâmî toplum bilincinde, parlak ve ilham verici bir surette yerleşti. Çünkü İslâm tarihindeki o otuz yıl, –Hz. Peygamber döneminden sonra- yönetimin şer’iliği alanında İslâm siyaset ilkelerinin yeryüzünde fiilen uygulandığı yegâne merhaledir.

Müslümanın raşid hilafet tecrübesinden aldığı ilham, belki de Rönesans dönemindeki Avrupalıların, Roma ve Atina’daki eski demokrasi deneyiminden aldıkları ilhama benziyor. Rönesans dönemindeki Avrupalı siyaset filozofları, -zaman ve mekân bakımından kısıtlı olmasına rağmen- söz konusu deneyimde, Ortaçağ’da Avrupalı patrik ve papaların kurduğu müstebit siyasi yapının ahlâki temeline meydan okumalarını sağlayacak güçlü bir ilham buldular.

Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu ve diğerleri bu ilham kaynağından, modern çağın doğuşunun müjdecisi olan demokratik düşüncenin tohumunu aldılar ve onunla Avrupa’nın tarihini ve dünyanın çehresini değiştirdiler.

Bu olgu, halklar için tarihi rüya ve ilhamların önemine işaret ediyor. Raşid hilafet, hicri 38 yılında Sıffin savaşı ile birlikte yıkılmış olmasına rağmen, onun ilham verici etkisi, Müslümanları, Emevi devletinden günümüze gelinceye kadar İslâm âleminin şahit olduğu diğer bütün yönetim şekillerini içten ve samimi bir şekilde kabullenmeyi reddetmeye sevk etti. Tıpkı eski Yunan ve Roma cumhuriyetlerini okuyan Avrupalının, rüyasını gördüğü siyasî idealin ifadesini, patriklik ve papalık yönetiminde bulmayı reddetmeye devam ettiği gibi.

Her ne kadar –Sıffin mirasının kökleşmesinden sonra tedvin edilen- İslâm siyasi fıkhı, pratikte mevcut durumu kabul etse de, bunu teorik ve ahlâki olarak reddetmiş ve reddetmeye de devam etmektedir. Bunun tek sebebi, raşid hilafet rüyasının, ahlakî ve bilinç olarak siyasi zulüm ve istibdatla çelişecek şekilde 14 asırdır kalplerde yerleşmiş olmasıdır.

Bu rüyanın kalplerde devam etmesi, bugünün karanlık sokaklarından, geleceğin aydınlık yollarına geçiş için önemlidir.

Ancak bu tarihi parlak rüya, geleceğin yolunu açmak için tek başına yeterli değildir; mutlaka bu tarihi tabloyu parçalayıp, iç dinamiklerini, imkânlığının sınırlarını, güçlü ve zayıf yönlerini anlamak gerekiyor. İşte bu, raşid hilafet merhalesine bakışta bugün eksikliğini yaşadığımız tarih bilincidir.

Tarihi yazım üslubunda sergilenen yöntem, durağan gayretlerimizin canlandırılmasında faydalı olabilir; ancak bu yöntem, yok edici yöntemsel eksiklikleri de bünyesinde barındırıyor. Bunların en önemlisi, sahabenin hayatını, beşeri tabiatından sıyırıp çıkarıyor olmasıdır: İdeal ve vakıa arasındaki mücadelenin tabiatından, ilkesellik düzeyine yükselme yolundaki psikolojik ve toplumsal kıvranıştan.

Eğer tarihi yorum bu anlamı kaybederse, geçmiş, yaşayan canlı bir tarih olmaktan donuk mukaddes bir tarihe dönüşür. Cesaret verir, ancak tecrübe bahşetmez; gayreti harekete geçirir, ama ibret sunmaz; gerinin kusurunu açığa çıkarır, ancak onları, geçmişe iltihak etmekten ümit kestirir.

Biz burada İslâm siyasi fıkıh ve İslâm siyasi tarih çalışmalarının çok fazla üzerinde yoğunlaşmadığı bir mesele üzerinde yoğunlaşacağız. Bu, raşid hilafetin, raşid bir toplumun ürünü olduğu meselesidir. Ne zamanki toplum rüşdünü kaybetmeye başladı, raşid hilafet de varlığının yakıtını kaybetti ve dayanakları yıkıldı.

Raşid hilafeti inceleyen Müslüman araştırmacılar, bu hilafetin gölgesinde gerçekleşen her şeyi takvanın gücüyle açıklama yoluna gittiler: Nübüvvet metodu üzere olan halifenin takvası. İslâm tarihinin bu yegâne deneyiminde, takvanın gücünün etkisinin bulunduğuna şüphe yoktur. Ancak işin bu tarafı üzerinde yoğunlaşmak, bundan daha önemsiz olmayan, hatta belki de bu siyasi taraftan daha önemli olan diğer tarafın ihmal edilmesine yol açtı. Bu, el-müdafaa (toplumdaki farklı kesimlerin/dinamiklerin birbirini dengelemesi ve istikamet üzerinde tutması) sünneti üzerine kurulan toplumun gücüdür. İşte bu şekilde müslümanın, raşid halifeden gözü kamaşırken, bu halifeyi ortaya çıkaran raşid toplumu unuttu.

Kur’an’ı Kerim, (toplumu) bozulmaktan koruyanın el-müdâfaa olduğunu açıklıyor: “Eğer Allâh, insanların bir kısmıyle diğerlerini savmasaydı (ve lev lâ def’u’llahi), dünyâ bozulurdu.” (Bakara: 251). El-Müdafaa sünnetinin gerçekleşmesi, siyasi, fikri ve toplumsal çoksesliliğin yolunu açmayı ve gücün (iktidarın) ve servetin, barışçı yoldan birbirine çeki düzen verecek ve birbirini düzeltecek birçok toplumsal güç arasında paylaştırılmasını kabul etmeyi gerektirir.

İngiliz filozof Lord Acton’un dediği gibi "iktidar insanı bozar, fakat mutlak iktidar mutlaka bozar."

Siyasi teraziyi düzeltme noktasında, toplumun uyanıklığını ve gücünü korumak, zalime engel olmak ve siyasi icmaya başkaldıranlara müsaade etmemek, sağlıklı her siyasi yapı için gerekli bir iştir.

Çağdaş siyaset filozofları, söz konusu dengelemenin ve istikamet üzerinde tutmanın (el-müdafaa’nın) gerçekleşmesi için, üç erkin (yasama, yürütme ve yargının) birbirinden ayrılması, basın ve düşünce özgürlüğünün sağlanması ve sendikal hayatın varlığını da zaruri görüyorlar.

Raşid hilafet tarihi, bu hilafetin doğduğu toplumsal yapı içinde, toplumun barışçı dengeleme sünnetini gerçekleştirmedeki başarısı yönünden büyük derslere işaret ediyor. Bunun en açık örneklerinden biri, sahabenin iki sembol ismi olan Hz. Ali ve Sa’d bin Ubade’nin ilk halife Hz. Ebu Bekir’e biat etmekten imtina etmesi karşısında, Medine’deki sahabe toplumunun sergilediği tavırdır.

Buhari, Müslim ve İbn-i Hibban, Hz. Ali’nin altı ay boyunca Hz. Ebu Bekir’e biat etmekten imtina etmesi ve sonra da siyasi icmaya katılması (Hz. Ebu Bekir’e biat etmesi) konusunda uzun bir hadis rivayet ediyorlar.

Bu hadisten anlaşılıyor ki, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e biat meselesindeki tutumundan dolayı –Müslümanların kalbindeki büyük yerine rağmen- özellikle de Hz. Fatıma’nın vefatından sonra büyük bir yalnızlık yaşamıştı. Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali üzerindeki toplumsal baskı daha hafifti.

Ne zamanki Hz. Ali cemaatin tercihine döndü, cemaat de kalpleriyle ona döndüler. “Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali’nin etrafında bazı kimseler vardı. Hz. Fatıma vefat edince onları göremedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ile barışmak ve ona biat etme yoluna gitti. O aylar boyunca ona biat etmedi... O, maruf hale dönünce insanlar ona yaklaştılar.” (Buhari: 1549/4, Müslim: 1380/3, İbn-i Hibban: 153/11).

Burada İbn-i Hacer, Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir’e biat etmesinde toplumun gücünün etkisine işaret ediyor. Hadisin şerhinde şöyle diyor: “Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali’nin etrafında bazı kimseler vardı sözünün anlamı; insanlar Hz. Fatıma’ya hürmetinden dolayı ona saygı gösteriyorlardı. Hz. Fatıma öldükten sonra Hz. Ali Hz. Ebu Bekir’in yanına gelmemeye devam edince insanlar, onun da insanların içinde bulundukları duruma girmesini istediklerinden, ona gösterdikleri saygıyı kestiler.” (Fethu’l-Bâri, 494/7).

Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e biat etme meselesinde sergilediği tavrını iki sebepten değiştirmiştir. Birincisi kalbindeki takva ve iyilik ki, onu hakka dönmeye sevk etmiştir. İkincisi Müslüman toplumun kendisinden yüz çevirmesidir. O zaman toplum, icmaya karşı çıkanı, yeniden saflara döndürme konusundaki hakkını kullanan canlı bir toplumdu.

İşte raşid hilafette toplumun gücü, takvanın gücünden daha önemsiz değildir. Müslümanların kaybettiği ve daha sonra da kendilerinin kaybolduğu, işte bu toplumsal güçtür.

Sa’d bin Ubade ise neredeyse Müslümanların halifeliği için Ensar’dan kendisi için biat alacaktı. Sonra insanlar Sa’d’tan dönüp Hz. Ebu Bekir’e meylettiler. O da bu düşüncesinden vazgeçti.

İbn-i Teymiye, Sa’d’ın durumunu şu şekilde yorumluyor: “Ensar onu emir olarak tayin etmişti. Ve Sa’d’ın nefsinde, beşerin nefsinden geriye ne kalırsa o kaldı.” (Minhâcu’s-Sünne, 536/1).

İmam Zehebi, bunu şu şekilde yorumluyor: “Sa’d kendisine itaat edilen asil bir melikti. Resulullah’ın (SAV) vefat ettiği gün Ensar biat etmek için onun etrafında toplandı... Ta ki Hz. Ebu Bekir ve cemaat gelip onları görüşlerinden çevirdi. Bu, Sa’d için iyi olmadı.” (Siyeru A’lâmi’l-Nubela 1/276).

Sa’d, Hz. Ebu Bekir’e ve ondan sonra da Hz. Ömer’e biat etmeyi reddettiği halde Rabbine intikal etti. Ancak yalnızlığın ve toplumun gücünün baskısı altında Medine’yi terk etmeye mecbur kaldı ve hayatının kalan kısmını uzlet içinde ve siyasi faaliyetlerden uzak bir şekilde Şam’da yaşadı.

Sa’d’ın Medine’den çıkmasının tek sebebi, -ki kendisi Medine’de hâkim kabile olan ve savaşçılıklarıyla tanınan Hazrec kabilesinin efendisidir- benimsediği siyasi konumun toplum tarafından reddedilmesidir.

İşte bu şekilde raşid hilafet döneminde toplumun gücünün etkisini görmüş oluyoruz. Ve anlıyoruz ki raşid hilafet, gücünü yöneticilerine ve bireylerine karşı kullanan raşid bir toplumun ürünüdür. Hatta bu bireyler Hz. Ali ve Sa’d bin Ubade gibi toplumun önderleri konumundaki meşhur kişiler olsalar bile.

Burada şu hususun üzerinde düşünülmesi de yerinde olur: Hem Hz. Ali, hem de Sa’d siyasi konumlarını şiddete ve anarşiye çevirmediler ki, şiddet ve anarşi kabile toplumlarında çok kolay bir iştir. Her biri benimsedikleri konumlarını barışçı bir imtina ile veya sessiz bir uzaklaşma ile -ki bu da onun şer’i bir hakkıdır- ifade ettiler.

Diğer taraftan halife Ebu Bekir de onları kendisine biat etmeye zorlayacak hiçbir yola başvurmadı; aksine meseleyi toplumun gücüne (iktidarına) terk etti. Böylece bireyin vicdanına ve toplumun gücüne olan saygı birlikte gerçekleşti ve bireyden şiddet, toplumdan da zorlama gelmeden ikisi birlikte işledi. Raşid toplumun gerçek alameti de budur.

Siyasi toplumu yıkan en kötü şey, yöneticilerin sergilediği istibdat ve yönetilenlerin sergilediği anarşidir. Biz bugün maalesef bu ikisinden çekiyoruz.

Raşid hilafet rüyası 14 asırdan beri Müslümanların zihinlerindeki yerini koruyor. İstibdat ve bozulmuşluktan kurtulana, bireye ve özgürlüğüne saygı gösteren demokratik topluma ulaşana ve işlerinde barışçı dengeleme (el-müdafaatü’s-silmî) sünnetini esas alana kadar Müslümanlara ilham kaynağı olmaya da devam edecektir. Fakat bugün üzerine çöreklenmiş büyük zulme karşı mücadele etme ve yapısını tehdit eden anarşiye karşı koyma sorumluluğunu taşıyan, uyanık, raşid bir topluma olan ihtiyacımız çok daha büyüktür. Çünkü raşid toplum, raşid hilafet için gerekli bir şarttır ve ondan önce gelir.

Çağımız şartlarında raşid toplumu gerçekleştirmek, fikri, siyasi, hukuki ve sendikal müesseselerin kurulmasıyla olur. Çünkü bu müesseseler yönetime karşı toplumu güçlendirir ve terazinin kefesinin toplumdan yana basmasını sağlar. Böylece toplum kendisini yönetenlere hükmetmeye ve kendi icmasından çıkanları ayıklamaya güç yetirir.

Şimdi raşid hilafeti düşünmeden önce raşid toplumu kurmak için ciddiyetle çalışacak mıyız, yoksa arabayı atın önüne koyup parlak rüyalarımızı ve büyük arzularımızı ağzımızda sakız mı yapacağız?

Çeviren: Halil Kendir

Yazarın diğer makaleleri için tıklayın:

Taassubun Yoksulluğu ve Kuru Dindarlık

Mezhepçilik batağındaki Iraklılara Çağrı…

Darfur, İslam Devleti rüyasının sonu mu?

Araplar ve İran... Düşmanın Tarifi Sorunu
SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara