Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Batı'nın çapa demiri ve doğu ekspresi

Gazeta.ru internet sitesinin 6 Ağustos 2010 tarihli sayfasında, Finlandiya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başuzmanı İgor Torbakov imzasıyla yayınlanan yazının çevirisinde şunlara yer verildi:

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-08-11 12:50:00

Batı'nın çapa demiri ve doğu ekspresi
Türk politikasının "dönüş" yaptığından ve "İslamlaştırılmakta" olduğundan ziyade, Batılı ortakların çoğunun karşısında, Amerika ve Avrupa'nın alışılmış "küçük ortağı" rolünü oynamaktan vazgeçen yeni Türkiye'den bahsetmek gerekiyor.

Geçenlerde New York'ta yapılan bir toplantıda konuşan Amerikan Uluslararası İlişkiler Konseyi uzmanlarından William Drozdyak, günümüzün kilit sorununun Türkiye'nin nereye yöneldiği olduğunu belirtti. Amerikan meslektaşla mutabık olmamak mümkün değil. Gerçekten de birkaç aydır hem dünya medyası hem de profesyonel analitik yayın organları, sık sık Ankara'nın dış politikasının karakteri ve hedefleri hakkında sıcak tartışmalar içeren yazılara yer veriyor. Türkiye'nin, İran'ın nükleer programıyla ilgili tutumu yüzünden Washington ile sürtüşmesinin artması, bir de İsrail'in Filistin topraklarındaki politikasıyla ilgili olarak İsrail ile ilişkilerinin önemli derecede kötüleşmesi, Türkiye'nin birçok Batılı ortağını kaygılandırıyor.

BM Güvenlik Konseyindeki Türk temsilcinin İran'a yaptırım uygulanmasına karşı oy kullanması (bu adım ABD'nin çıkarları açısından "açıkça skandal" niteliği taşıyor) ve 9 Türk vatandaşının ölümüne yol açan Özgürlük Filosu'na İsrail komandolarının saldırısı yüzünden Ankara'nın Kudüs ile diplomatik ilişkilerini kesme tehdidi, birçok uluslararası uzman tarafından Ankara'nın dış politikasında "dramatik bir dönüşü" simgeleyen bir nevi "Rubicon sınırı"nı geçiş olarak değerlendirildi.

Bazı analistler, Türkiye'nin "uluslararası kimliğinin" tümüyle değiştiğinden bile bahsediyor. Onlara göre, iktidardaki AK Partili muhafazakâr İslamcı politikacılar tarafından yönetilen ülke, formalite olarak hâlâ NATO üyesi olarak kalmasına ve AB'ye üyelik müzakerelerini yürütmesine rağmen gerçekte, Batı'nın sadık müttefiki olmaktan çok Müslüman dünyasında adeta bir güç merkezine dönüştü. Giderek daha popüler olmaya başlayan "dönüş" tezi, Türkiye'nin jeopolitik olarak nereye yöneldiği sorusuna tek ve kesin bir cevap olabilir mi? Bence böyle bir cevap son derece yanlış olur.

Türkiye'nin "Batı'nın Çapa"sından kurtulup Arap dünyası ve genellikle Doğu'ya yavaşça hareket ettiğinde ısrar eden uzmanlar, bu ülkenin son derece karmaşık olduğunu anlaşılan göz önünde bulundurmuyorlar. Ayrıca ülkenin hızlı gelişme tempoları ve son 20 yıl içinde Türk toplumunda yer alan derin sosyo-ekonomik değişiklikler sık sık gözardı ediliyor. Türkiye'nin iç ve dış siyasi dinamiğini daha iyi kavramak için bugünkü durumunu daha geniş bir tarihi açıdan ele almak gerekiyor.

Türkiye'nin jeopolitik yönelimini değiştirdiğini savunan kişilerin ileri sürdüğü en önemli gerekçe şudur: Muhafazakâr seçmenlerin eğilimlerine dayanan İslamcı AK Parti, açıkça Batı aleyhtarı (başka deyişle Müslüman yanlısı) ideolojik bir politika yürütüyor ve bu politika, Atatürk'ün laiklik ilkelerine ve Ankara'nın dış politikasının "Batı Yönelimine" dayanan cumhuriyetçi Türkiye'nin "geleneksel" stratejisine ters düşüyor. "Türkiye'nin dönüşünü" gösteren ek bir neden olarak da AB'nin, Müslüman Türkiye'yi kabul etmek istemeyişi gösteriliyor. Bu üyelik, sözde Türk elitindeki İslamcı eğilimleri güçlendiriyor. Örneğin ABD Başkanı Barack Obama, İtalyan "Corriere della Sera" gazetesine temmuz ayında verdiği demeçte, Türkiye yönetimini "yeni ittifaklar aramaya" ve Orta Doğu'nun diğer Müslüman ülkelerle yakınlaşmaya iten uzak görüşlü olmayan Avrupalı politikacıları eleştirmişti. Ancak tartışmanın vakum ortamında değil, tarihi açıdan ele alındığında durumun daha karmaşık olduğu görülecektir.

Birincisi, Kemalist Türkiye'yi, iktidardaki AK Partili kötü niyetli İslamcıların şimdi temellerini sarsmak istediği klasik bir laik ülke olarak nitelendirmek yanlış olur. Önde gelen Türk sosyoloji uzmanları, Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet yapısının birbiriyle çatışan ideolojik temele, yani Sünni Müslüman milliyetçiliğine ve laik vatandaşlık konseptine dayalı olduğuna işaret ediyor. Gerçekten de Türkiye anayasasına göre, İslam ne devletin resmî dini ne de hukukunun ve açık politikasının bir kaynağı. Buna rağmen Türkiye'de, 80 bin Sünni cami ibadete açık, devlet 90 bin imamın maaşını ödüyor ve okullarda din derslerinin okutulması zorunlu. Bu iki bileşen, yani İslam milliyetçiliği ve laik vatandaşlık ideolojisi onlarca yıl boyunca Türkiye'nin dış politikasını biçimlendirmiş ve şimdi bu süreç devam ediyor.

İkincisi, Kemalist Türkiye'nin kalıcı "Batı yönelimi" tezi de ciddi düzeltmelere muhtaç. Öteden beri Türk eliti, Batı'ya ve Batılı güçlerin Türkiye'nin işlerine karışması yaklaşımı daima ikili bir karakter taşıyordu. Bu yaklaşımın kökenleri çok eski zamanlara uzanıyor: Örneğin, 19. yüzyılda büyük güçlerin zayıflamış Osmanlı İmparatorluğu'na eşit olmayan (aslında yarı sömürgeci) şartları zorla kabul ettirmesi, Hristiyan azınlıkların ayrılıkçı hareketlerinin Avrupalılar tarafından desteklenmesi ve Sevr Anlaşması'na tepki gösterilmesine (Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nu taksim etme çabasına Türklerin tepkisine) işaret etmek yeter.

Kemalistlerin millî projesi için "Batı'nın Çapa Demiri"nin önemine rağmen, bu proje daima ikili bir karakter taşıyordu ve ne pahasına olursa olsun millî egemenlik özellikle vurgulanıyordu.

Ünlü Amerikalı analist İen Lesser şöyle yazıyor: "Soğuk savaşın doruk noktasında bile Türkiye ile Batı arasındaki stratejik iş birliğinde, bir yandan SSCB'nin askerî gücüyle karşı karşıya kalmanın yanı sıra, örneğin Kıbrıs, Ege Denizi bölgesinde istikrar ve Türkiye'deki askerî üsleri NATO'nun hedefleri dışında kullanma konusunda görüş ayrılığı vardı."

Bugün Ankara'nın Orta Doğu'ya yönelmesine üzülenlere Türk tarihçileri bir olayı hatırlatabilir: "Soğuk savaş" başladığı zaman Türkiye, NATO'nun güvenlik şemsiyesi altında olmak için çaba harcarken İngiltere, Türkiye'ye Orta Doğu'da Sovyet tehdidine karşı Batılı ülkelerin çıkarlarının savunucusu rolünün verilmesini ve Orta Doğu Güvenlik Örgütüne kabul edilmesini teklif etmişti. 1950'de serbest seçimlerin yapılması sonucunda iktidara gelen Demokrat Parti, Kore'ye Türk askerî birliklerini gönderdikten sonra ancak Ankara, NATO üyeliği konusunda Washington'un olumlu cevabını aldı.

Bir de Avrupalıların Türkiye'nin AB üyeliğine olumsuz tavrının Ankara'nın dış politikasını ne denli etkilediğine daha gerçekçi açıdan bakmak gerekiyor. Ülkenin başlıca stratejik hedefinin Avrupa ile bütünleşme olduğu konusunda Türkiye yönetiminin çok sayıdaki resmî beyanatına rağmen, iyi bilgilere sahip Türk kaynakları gayri resmî olarak yaptıkları açıklamalarda "şimdi çok yavaş süren etkileşimden tamamen memnun" olduklarını söylüyorlar, çünkü şimdiki durum "AB üyeliği konusunda karar verilmesini zorlamıyor" Böylece Avrupalı ülkelerin kendi kulübüne Türkiye'yi kabul etmek istemeyişi, Batı'yı kaygılandıran Ankara'nın dış politikasındaki eğilimlerle herhalde sıkıca bağlı değildir.

Bugün Türkiye'nin AB üyeliği olasılığı daha gerçekçi olsa bile, AK Parti yönetimi büyük bir ihtimalle aynı dış politikayı yürütürdü. Eğer bu gerçekten de böyleyse acaba hangi etkenler Türkiye'nin politikasının gerçek motorudur?

Öncelikle, hem ülke içinde hem de Türkiye'yi çevreleyen dünyada temel yapısal değişiklikleri değerlendirmek gerekiyor. Şimdiki dış siyasi rotanın başlıca mimarları olan ılımlı İslamcıların iktidarda olması, birbiriyle bağlı şu sosyal- ekonomik süreçlerle ilgili: Ekonomik büyüme, Anadolu'da güçlü iş adamları sınıfının ortaya çıkması ve fakir dindar ve muhafazakâr halkın köylerden şehirlere yerleşmesi. Daha kökten dinci bir İslam partisi içinden büyüyen AK Parti, bunlara eskiden sahip olmadıkları siyasi oy hakkını tanıdı. Demokratik süreçlerin genişletilmesi dış politikayı da etkiledi ve kamuoyunun rolünü son derece güçlendirdi.

"Soğuk savaşın" sona ermesiyle birlikte ülkeyi çevreleyen jeopolitik ortam da kökten değişti. 1990'lu yılların başında Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Büyük Orta Doğu yeniden Türkiye'nin siyasi ve ekonomik etkisine açılınca, Ankara'nın ihtiraslarının hızla artması kaçınılmaz oldu.

Yeni şartlarda Türk eliti, Türkiye'nin "Batı medeniyetinin" güneydoğusunu komünist tehditten savunarak NATO çerçevesinde oynadığı oldukça mütevazı rolden artık memnun değildi.

İhtirasların artmasına paralel olarak, ülkenin dış politikasının esasları da değişiyordu. Eski Kemalist elitlerin de Avrupa'ya yöneliminden vazgeçmesi kaçınılmazdı. Yeni teorisyenler, (sıkça Yeni Osmanlılar diye anılan) Kemalistlerin Doğu politikasını eleştirirken (bu çerçevede Türkiye daima ikinci sınıf ülke olmaya mahkumdu) eşsiz "tarihi ve coğrafi derinliğe" sahip Türkiye'nin, dünyanın bir dizi stratejik bölgelerinde daha önemli rol oynayabildiğini ve oynaması gerektiğini söylüyorlar. Başka bir deyişle, Türkiye'nin şimdiki yönetimine göre Ankara, "soğuk savaş" dönemindeki marjinal aktörden kilit bir ülkeye, bölgesel (belki de küresel) önemde olan bir ülkeye dönüşmelidir.

Böylece, eskiden kenar bölgeler olan bölgelerde Ankara'nın son derece aktif olması Türkiye'nin çıkarları açısından şu iki etkene dayanıyor: Bir yandan değişmiş şartlar, diğer yandan da Türk elitinin, ülkelerinin dünya arenasında reel jeopolitik ağırlığı ve önemi hakkında bazen abartılmış mütalaaları.

Ankara'nın dış siyasi rotasının bir önemli etkeni daha, kuşkusuz, ticari menfaat olmaktadır. Hızla gelişmekte olan ve ihracata yönelik Türk ekonomisi, malları için sürekli sürüm pazarı aramaktadır. Orta Doğu ülkeleriyle iş ilişkilerinin genişletilmesi, daha önce kurulan ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesini ve yeni ticari olanaklarının ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu bakımdan Orta Doğu'ya "dönüş" pragmatik bir adım olup, aynı zamanda önemli çıkar sağlayan dış siyasi rota da olmaktadır; bu rotada siyasi ekonominin rolü de az değil.

2008'de Türkiye'nin AB ile ticaret hacmi ilk kez yüzde 50'nin altına düştü. Aynı yıl Türkiye'nin ithalatının yüzde 8,7'si ve ihracatının 19,3'ü Orta Doğu ülkelerine yapılıyordu. Uzmanlar, bunu rekor olarak nitelendirdi.

Ticaretin yönünü değiştirmesi, Türkiye'nin Batılı ortaklarının ekonomilerini sarsan küresel mali krizin geçici bir sonucu olduğu tahmin edilebilir. Bu eğilim galiba kalıcı ve uzun sürelidir. Türkiye hakkında pek çok bilgiye sahip olanlardan biri, İngiliz araştırmacı Andrew Mango şöyle yazıyor: "AB, Türk ihraç mallarının yüzde 40'ından fazlasını ithal edip hâlâ başlıca yatırım ve turizm kaynağı olarak kalmakla birlikte Türkiye'nin ekonomik büyümesinin perspektifleri AB ile değil, Türkiye'nin çok muhtaç olduğu petrol ve doğal gaz üreticisi ülkelerle ticarete bağlıdır." Mango, Ankara'nın yeni ortakları arasında "Rusya, Arap ülkeleri ve İran'ın" bulunduğuna işaret ediyor.

Gerçekten, Türkiye'nin dış siyasi rotasını belirleyen etkenler arasında ülkenin enerji kaynaklarına çok bağımlı olduğunu dışlamak ciddi yanlışlık olur. Türkiye, tükettiği doğal gazın yüzde 63'ünü Rusya'dan ve yüzde 20'sini İran'dan satın alıyor.

Yukarıda yazılanlardan bir sonuç çıkaralım: Türkiye, iç ve dış değişikliklerin etkisinden dolayı ulusal çıkarlarını yeniden gözden geçiriyor.

ABD'nin eski Ankara büyükelçisi Morton Abramowitz, düzenlediği konferansta, çok haklı olarak şöyle demiştir: "Etrafındaki dünya hızla değişirken neden Türkiye değişmez kalsın?"

Bu nedenle Türkiye'nin politikasında "dönüş"ten ve "İslamlaşmadan" daha ziyade, Batılı ortakların çoğunun kendine daha çok güvenen, Amerika ve Avrupa'nın, alışılmış "küçük ortak" rolünü artık oynamak istemeyen, ekonomik açıdan dinamik ve ihtiraslı bir ülke olan "yeni Türkiye" ile ilişkilerde bulunmaya psikolojik bakımdan hazır olmadığından bahsetmek gerekiyor. Burada esas ciddi sorun, Türkiye'nin "Doğu'ya" yavaşça hareket edip etmediği değil, hedef ve araçları arasındaki doğru oranı kurarak ve eski ile yeni ortakları arasındaki ilişkilerinde uyumlu bir oranı bularak, yeni ihtiraslı politikasını etkin şekilde yürütüp yürütemeyeceğidir. Bu kilit sorunun cevabı şimdilik belli değil.

Fakat bir şey artık şimdiden bellidir. Ankara'nın dış politikasının etkinliği, Kürt sorununu çözme, toplumda büyümekte olan kutuplaşmayı durdurma, demokrasiyi birleştirme ve yasaların fiilen üstünlüğünü kurma gibi en hassas iç sorunları çözebilmesine büyük ölçüde bağlı olacak. Bu karmaşık sorunların başarıyla çözülmesi, ancak laik rejim konseptine dayalı olmaması hâlinde mümkün olabilir. Aşırı popülizm ve İslamcı milliyetçiliğe dayanmak, yanlış olur.

byegm

Haber Ara