Cemaleddin Efgani ve Hasbihal
Milli şair ve ünlü Müslüman düşünür Mehmet Akif Ersoy'un Sırat-ı Müstakim dergisinde neşredilen "Cemaleddin Efgani" ve "Hasbihal" adlı iki makalesini timeturk okuyucuları için yayımlıyoruz...
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-07-21 12:50:00
Mehmet Akif Ersoy'un Sırat-ı Müstakim dergisinde, IV, sayı: 90 ve 91 (17 Cemaziyelevvel 1328 ve 24 Cemaziyelevvel 1328) tarihlerinde yayımlanan “Cemaleddin Efgani” ve “Hasbihal” adlı makalelerini timeturk ziyaretçileri için yayımlıyoruz;
CEMALEDDİN EFGANİ
Doğunun yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen merhum Cemaleddin Efgani’ye dair birkaç söz söylemek istiyorum. İçimizde merhumu görmeyen çoksa da zannederim işitmeyen, bilmeyen yoktur. Muhtemeldir ki sevgili okuyucularımız şu satırlarda Cemalaeddin’in özel hayatına, ilmi hayatına, siyasi hayatına ait malumat göreceklerini zannediyorlar. Hayır, öyle etraflı bir tercümeihali inşallah ileride yazarız. Benim bugün yapmak istediğim bir şey varsa o da hazretin pak hatırasına sürülmek istenilen bir lekeyi,bir bühtan pisliğini göstermek, onun mahiyetini nereden geldiğini tetkik etmektir.
Cemaleddin’in matbu, gayrimatbu birçok risaleleri, makaleleri, hitabeleri varsa da merhumun en büyük, en kalıcı eseri bence Mısır müftüsü Şeyh Muhammed Abduh’tur. Evet, Şinasi millete en muazzam hizmetini Namık Kemal’i yetiştirmek suretiyle yerine getirdiği gibi Cemaleddin de İslam âlemine en kıymetli bir yadigâr olarak merhum müftüyü bırakmıştır. Şeyh Muhammed Abduh ölmüş yüreklere gayret ruhu, şehamet ruhu üfleyen sihirli beyanı, o coşkun feyzi hangi kaynaktan alıyordu? Şüphesiz, büyük üstadı Cemaleddin’in düşüncelerinden.
Cemaleddin’in İstanbul’a birinci gelişi Ali Paşa’nın sadrazamlığına raslamıştır. Merhum Efganlılara mahsus o sevimli kıyafet içinde olarak Paşa’nın meclisine girer, en yüksek şeref mevkiini ihraz eder, kimsenin nail olamayacağı hürmeti görürdü. Bununla beraber Cemaleddin’i takdir eden yalnız Ali Paşa değildi. İstanbul’un bütün emirleri, vezirleri, büyükleri adetçe, kıyafetçe, dilce kendilerine bigane gelmesi icap eden bu zatın ilmine, diyanetine, âlicenaplığına hayran olmuşlardı.
Aradan altı ay kadar bir zaman geçince Cemaleddin Meclis-i Maarif azalığına tayin edildi. Bu memuriyetinde maarifin yaygınlaştırılması için düşündüğü vasıtaları pervasızca söyledi ki arkadaşları bunun görüşüne iştirak etmiyordu. Zamanın şeyhülislamı bulunan zat Cemaleddin’in fikirlerini özel menfaatine aykırı gördüğü için fena halde kızıyor, zavallıyı gözden düşürmek için vesile arıyordu.
1287 Ramazanında idi ki Darülfünun müdürü Tahsin Efendi (Mösyö Tahsin) merhum Şeyh’ten fenlerin ve sanatların teşviki yolunda bir konuşma istemişti. Cemaleddin, Türkçesinin o kadar kuvvetli olmadığını ileri sürerek mazur görülmesini rica etmişse de berikinin ısrarı üzerine muztar kalarak etraflı bir konuşma tertip etmiş, bununla beraber zemin ve zamana uygun olup olmadığını anlamak için önceden memleketin ileri gelenlerine göstermişti.
Darülfünun’un açılacağı gün Cemaleddin’in konuşmasını dinlemek için İstanbul’un emirleri, âlimleri, eşrafı kâmilen toplanmıştı. Şeyhülislam da cemaatin içinde bulunuyordu. Cemaleddin konuşma kürsüsüne çıkınca Şeyhülislam olanca dikkatini konuşmanın içinden kötüye yorulmaya müsait bir iki cümle hasretmişti.
Cemaleddin konuşmasında diyordu ki:
“Maişet-i insaniye bir bedeni zi-hayata benzer, sanai’in her biri, maişete olan medarı itibariyle, o bedenin bir uzvu mesabesindedir; mesela mülk tedbirin, iradenin merkezi olan dimağın aynıdır. Demircilik, kol; çiftçilik, ciğer; gemicilik, ayak gibidir…”
Cemaleddin bu gibi basit teşbihlerle bütün uzuvları saydıktan sonra şu neticeyi veriyordu:
“Saadet-i insaniyenin bünyesi, cismi bu suretle teşekkül eder. Cismin hayatı ise ruh ile kaim olmasına nazaran bu cismin, yani saadet-i beşeriyenin ruhu ya nübüvvet (pegamberlik)tir yahut hikmettir. Lakin bunlar, başka başka şeylerdir. Nübüvvet bir atâyı ilahîdir ki çalışmakla elde edilemez. Cenab-ı Hakk mahlukları arasından her kimi isterse bu feyze mazhar kılar: Allahu a’lemu haysü yec’alu risâlâtih (“Allah peygamberliklerini kime vereceğini daha iyi bilir.” Bk. En’am 6/124) Hikmete gelince bu imal-i fikr ile, iktisab-i malumat ile kazanılır. Sonra nebi hatadan masûmdur, halbuki hakîm hataya düşebilir. Bir de ahkâm-ı nübüvvet dâmen-i ismetilevs-i bâtılın hücûmundan münezzeh olan ilm-i ilâhî üzerine vârid olmuştur ki bunları kabul, imanın feraiz-i esasiyesindedendir. Hükemanın ârâsına gelince bunlara ittiba mütehattim olmayıp ancak şer-i ilâhîye muhalif olmamak şartıyla akla muvafık geleni kabul edebilir.”
İşte Cemaleddin’in nübüvvete ait olmak üzere söylediği sözler bundan ibarettir ki İslam âlimlerinin icmaıyla sabit olan hakikatte tamamıyla mutabık olduğu halde Şeyhülislam, merhumdan intikam almak için “Cemaleddin: ‘Nübüvvet bir sanattır.’ diyor.” şayiasını çıkardı, bunu teyit için de “nübüvveti sanatlara dair verdiği bir nutukta zikretti” dedi. Daha sonra camilerdeki vaizlere Şeyh’in aleyhinde yürümelerini emretti. Zavallı Cemaleddin aleyhindeki sözlerin sırf bühtandan ibaret olduğunu, hakikatin meydana çıkması için Şeyhülislam ile muhakeme edilmesi lazım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mesele gazetelerin ağzına düştü, bunların bir kısmı Şeyhülislam’ın bir kısmı da Şeyh’in lehinde idare-i kelâm etti.
Nihayet merhumun sevdiklerinden bir kısmı ona sabır ve sekinet tavsiye ettiler. Zaman bu gibi haksız şayiaları hükümden düşürür, hakikati meydana çıkarır dedilerse de dinî gayreti ilmi kadar yüksek olan Cemaleddin bir türlü duramadı. Her halükarda sükûn buluncaya kadar İstanbul’u terk ederek bilahare isterse yine dönmek şartıyla nefyi hakkında irade-i aliye çıktı. Zavallı Cemaleddin her manasıyla mazlum halde İstanbul’u terk ederek Mısır’a gitmeye mecbur oldu.
İşte merhumdan ne zaman bahsedilse “ilmine, faziletine, siyasetine söz yoksa da ne yazık ki mülhid (dinsiz) idi, nübüvvete inanmazdı” derler ki anlamadan, dinlemeden söylenen şu sözlerin nereden çıktığı görülüyor.
İki hassıyet eder bâtıl u hakkı temyiz
Biri tedkik-i haberdir, biri ta’mik-ı nazar
HASBİHAL
Geçen hafta merhum Cemaleddin Efgâni’ye dair birkaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnat edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih olduğunu göstermek idi. Ne yazık ki bu sefer de “Cemaleddin mülhid değildi, fakat Vehhabi idi.”iddiası ortaya sürülmeye başladı.
Acaba bu şayiayı çıkaranlar bir adamın alnına “Vehhabi” damgasını yapıştırmanın ne demek olduğunu biliyorlar mı?
Vehhabilik belirli bir mezhebin ismi olmakla beraber Arabistan’ın birçok yerlerinde dinsiz tanınan yahut öyle tanıtılmak istenen adamlara verilen bir pâyedir. Lehinde söylenen sözlere inanmamak, lâkin aleyhinde söylenenlere derhal iman etmek insanlarda cibilli bir özellik olduğu için meselâ ben bugün çıkar da Allah’tan korkmadan en akidesi pak bir adam hakkında “İyidir ama dinsiz olmasa!..” dersem az zaman sonra zavallıyı bütün aşiret halkı baştan başa mülhid tanır. Acaba bu adam ilhadı gerektirecek ne yapmış, ne söylemiş demeyi hatırlarına bile getirmezler!
Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret olduğu halde faziletini, irfanını, ikbalini, şöhretini çekemediğimiz yahut düşünme tarzını kendi meşrebimize uygun görmediğimiz kimseleri bu hasbi rütbe ile gözden düşürmek nedense bize pek kolay geliyor!
Lüzum-ı küfür başka, iltizam-ı küfür yine başka iken yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirine icab eden bir adamı yüzde bir ihtimalle kurtarmak üzerimize farz iken biz aksine binde bir zayıf ihtimalle yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki dokuz yüz doksan dokuz iman ihtimalini nazara bile almıyoruz!
Arabistan’a gidin, en büyük adamları Vehhabi, Türkistan’a gelin Formason, Acemistan’a uğrayın dinsiz yahut Babi!
En garibi şurasıdır ki bütün İslam memleketlerinde bu unvan ile teşhir edilen adamların büyük bir kısmı Müslümanlığı müdafaa etmeye hayatını vakfetmiş olan ümmetin büyükleridir, milletin fedakârlarıdır!
Bir yabancı aramıza girse dese ki: Ey Müslüman cemaat, falan, falan, falan zatlar sizin en akledeniniz, en âliminiz, en fazlınız olduktan başka, millet evlatlarının saadetine çalışmış olmak itibariyle iyilikseveriniz, en hamiyetlinizdir. Siz bunları Vehhabilikle, masonlukla itham ediyorsunuz, yani Müslümanlıktan çıkarıyorsunuz. Demek sizin dininiz akılla, ilimle, faziletle, hamiyetle kabil-i telif olmayacak! Bu söze karşı ne diyebileceğiz?
Bugün Mısır memleketinde İslam’ın menfaatlerini müdafaa eden ne kadar hamiyetli kalem varsa hepsi Cemaleddin’in terbiyesi sayesinde yetişmiştir. Tevhid dünyasına binlerce muharrir el, binlerce mütefekkir dimağ hediye eden Cemaleddin, Vehhabî olabilir mi?
Merhumu ne Afganistan’da ne Hindistan’da ne Avrupa’da ne Osmanlı toprağında rahat bırakmadılar, hiçbir yerde oturtmadılar. Cemaleddin Müslüman âleminde hakiki, sermedi bir uyanış başlatmak gayesine matuf olan hamiyetinde kısıtlama yapsaydı, bu siyasetine azıcık fasıla verseydi, dünyanın her yerinde şerefiyle mütenasip bir debdebe içinde yaşayabilirdi. Fakat o koca adam, hamiyetini yüksek maksadı uğrunda zamanın her türlü musibetlerine göğüs gerdi; başkalarının zorunlu olarak dayanamayacağı mahrumiyetlere, ümitsizliklere o kendi tercihiyle katlandı. Kemal’in tabirine göre o, yaşayan bir şehit idi:
Ne devlettir şehid-i zî-hayat olmak bu dünyada!
Cemaleddin hakkında söylenen Vehhabilik Şeyh Muhammed Abduh için de esirgenmiyor. İki senedir Sırat-ı Müstakim’in sayfalarında merhumun eserlerini görüp duruyoruz. Allah için söyleyelim, hangi manasına alınırsa alınsın, Vehhabiliği okşar bir cümlesi, bir makalesi görüldü mü? Bazıları “Şeyhin zühdü ilmi nisbetinde değildir.” derler. Olabilir. Lakin acaba merhum bütün hayatını itikâfla, nafile ibadetlerle geçireydi İslâm âlemi için daha faydalı mı olacaktı? Mösyö Hanoto’ya karşı çıkıp da Mağrib’deki milyonlarca Müslüman’ın haklarını müdafaa etmek, öyle zannederim ki asırlarca nafile ibadet etmekten daha sevaptır.
Bilmez misiniz Hz. Ömer tabiûndan Ebu Kılabe’ye, “Bence seni evlat ve iyalin için nafaka tedarikiyle meşgul görmek, böyle mescit köşelerinde itikâf halinde görmekten daha hayırlıdır.” demiş. Düşünmeli ki Ebu Kılabe nihayet üç beş kişiden ibaret ailesine yiyecek bulacaktı. Abduh ise üç yüz milyonluk bir ailenin hayatı için çalışmak mecburiyetinde idi!
İşte bugün bir Cemaleddin’i bir Muhammed Abduh’u yok! İslâm dünyası hakikaten kimsesiz, cidden garip. Biz bu gibi ümmetin büyüklerini rahmetle, hürmetle anmalıyız ki geriden gelenler aramızda tatlı bir hatıra bırakabilmek ümidinden mahrum kalarak mücahededen vazgeçmesinler.
Üç beş sene önce bir Frenk bana demişti ki: “Fen ve sanat erbabının kıymetini takdir edemiyorsunuz, mazursunuz; lakin çalışma ve hizmet erbabını takdir etmiyorsunuz! İşte bu kabahatiniz, affedilmez…” “Ey akıl sahipleri, ibret alınız!” (Haşr 59/2)
SON VİDEO HABER
Haber Ara