Sorun 'Mehmetçik' kökenli ordu değil
Her bürokratik kurum gibi, askerî bürokrasi değişime direniyor. Ayrıcalıklarının ve kendisine güç ve itibar sağlayan imkânların elinden alınmasına izin vermiyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-07-11 11:38:00
"Elinde silah bulunan bürokratik bir kurum, devlet üzerindeki ağırlığını kullanarak Parlamento'nun denetleyemediği kaynakları hesapsız bir şekilde kullanıyor.
Çözüm, ordunun sivil irade marifetiyle yeniden yapılandırılması. Bunun için sivillerin de askerî konuları uzmanlık düzeyinde bilmeleri ve takip etmeleri, iki farklı askerî ihtiyaç arasında önceliği kestirecek bir bilgi düzeyine ulaşması gerekiyor."
Memleketimizin güzide zekâlarından, değerli arkadaşım Mümtaz'er Türköne, 8 Temmuz'daki köşesinden "profesyonel ordu" konusunda, bilinen görüşlerini yeni kanıtlarla desteklediği bir yazı daha yazdı. Türköne, tüm parlak zihinler gibi karşısındakini şaşkınlığa düşürmekten haz alan bir çizgide kuruyor yazı dilini. Şaşkınlığa düşenlerden birisi de benim. Şaşkınlık nedenim, yazısının, söylediklerinin yüzde doksan dokuzuna katıldığım halde, özüne asla katılmamamdan kaynaklanıyor. Mesela yukarıdaki paragraftaki ifadeler o yazıdan alınma. Şimdi, birazcık olsun çağdaşlıktan, demokrasiden nasibini almış hangi insan, bu ifadelere karşı çıkabilir? Söylediğim gibi ben, sadece bu paragrafı değil, hemen hemen yazının tamamını destekliyor, haklı buluyorum ama yazının içinde örülen temel tezine, ordunun Mehmetçik'ten alınıp profesyonellere devredilmesine sonuna kadar karşıyım.
Askerî vesayeti, toplumun rüşdüne, insanlığa yapılmış bir saldırı olarak görüyorum; darbecilerden hiç ama hiç hazzetmiyorum, darbecilerin en ağır şekilde cezalandırılmalarını savunuyorum; ordunun sivil irade tarafından denetiminden yanayım; askerî konulardaki bilgi asimetrisinin kaldırılmasını istiyorum; askere alınmalarda çağdaş demokrasilere uygun, vicdani redde imkân tanıyan, muharip güçlerin dışında askerlik yükümlülüğünü mümkün kılan yeni bir anlayış talep ediyorum; ordunun teknolojisini ve gücünü maksimize etmesi anlamında profesyonelliğe geçmesini bir zorunluluk olarak görüyorum. Muharip güçlerin ve generallerin sayısının günün icaplarına uygun biçimde tasarlanması gerektiğini ise hiç tartışmıyorum bile. Ama gelgelelim, ille de Mehmetçik diyorum. Yani devletin erkek vatandaşlarını belli bir süre ama mutlaka askerlik hizmetine çağırmasını, bunun bir yurttaşlık görevi olarak kalmasını istiyorum. Şüphesiz çağdaş demokrasilerde işlerin nasıl olduğunu, önümüzdeki günlerde birçok ülkede zorunlu askerliklerin kaldırılacağını bile bile bu görüşümü savunuyorum. Çünkü bana göre ordu, her zaman ve her yerde ordudur ama askerlik her zaman ve her yerde yalnızca askerlik değildir. Mesela Türkiye'de askerlik hizmeti, milletleşmenin, modernleşmenin bir vasatıdır; Mehmetçik, yalnızca yurdunu savunma görevi ifa etmez fakat aynı zamanda bir amaç uğruna bir araya gelmenin, yüksek idealler uğruna fedakârlık bilincinin temsilcisidir. Bazı liberal arkadaşlarda bu söylediklerimin infial uyandıracağını, nasıl olup da yüksek idealler gibi muğlak bir şey adına genç erkeklerin bireyliklerinin fedasının istenebileceğine inanamadıklarını söyleyeceklerini tahmin ediyorum. Olsun; ben onları anlıyorum, bireysel hak ve özgürlükleri bu kadar el üstünde tutmalarını takdir ediyorum ama yine de neden çağdaş, demokratik ama topyekûn bir askerlik anlayışından yana olduğumu anlatmaya çalışacağım.
Bizim Mehmetçik'e dayalı, tüm erkekleri belli bir yaşta, belli bir zaman diliminde askerlik hizmetine çağıran bir sisteme sahip olmamızı gerektiren temel husus, Batılı çağdaş demokrasilerden tarihsel ve toplumsal bakımdan temel bir farkımız nedeniyledir. Bu fark, Batılı demokrasiler sivil toplum-siyasal toplum ayrımı üzerine şekillenirken bizde demokrasinin bambaşka bir devlet-toplum ilişkisi üzerine inşa edilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Evet, bizde tıpkı modernlik gibi demokrasi de inşa edilmeye çalışılmaktadır; yani bünyemize sonradan katılmaya gayret edilmektedir. Demek ki ortada spontan, doğaçlama seyretmeyen bir süreç vardır. Bir toplumsal olgu, spontan ve doğaçlama bir süreç neticesinde gündeme gelmiyorsa, demek ki ortada sürecin mimarları bulunmaktadır. Bir toplumsal olgu, spontan ve doğaçlama bir süreç neticesinde gündeme gelmiyorsa, demek ki sürecin mimarları, milletleşme ve modernleşme için vasatlar arayıp bulmak durumunda kalacaklardır. Düne kadar sürecin mimarları, halktan kopmuş, kendini halktan üstün gören asker-sivil-aydın zümreydi. Düne kadar milletleşme ve modernleşme vasatları, temel eğitim, cami ve kışla idi. Demokrasimizin liberal bir tarza doğru evrilmesiyle temel eğitim bu işlevini büyük ölçüde yitirdi.
Modernleşme ve demokratikleşme sürecinin mimarları, maalesef şimdiye kadar asker-sivil-aydın zümre olmuştur. Kardeşim Türköne'nin profesyonel orduyla çözüleceğini sandığı problemlerin temelinde de asker-sivil-aydın zümre ve onların oluşturduğu zihin oligarşisi bulunmaktadır. Sorun; Mehmetçik kökenli ordu değil, halkı ve inanç değerlerini küçümseyen asker-sivil-aydın zümredir. Askerî-bürokratik vesayeti kaldırmanın yegane yolu, kendini milletten üstün ve aydınlatıcı bir konumda gören, asker-sivil-aydın zümrenin alaşağı edilmesi, onların yerine "milletin organik aydınları"nın geçmesidir. Zaten demokrasi mücadelesinin kendi gelişiminin dinamikleri nedeniyle artık "milletin organik aydınları" kaptan köşküne oturmak üzeredir.
Yorumlar
Sorun 'Mehmetçik' kökenli ordu değil
Türkiye'de sivil toplum genel olarak askerî olmayan veya devletle ilgili olmayan olarak anlaşılmaktadır. Bu, doğrudan doğruya, tıpkı modernlik ve demokrasi gibi sivil toplum tartışmalarının da bize dışarıdan gelmesiyle ilgilidir. Darbelerden yorgun düşmüş halkımızı arkalarına alabilmek için bazıları sivil toplum tartışmalarına "anti-orducu" bir görünüm kazandırmak istemiştir. Bu nedenle onlar sivil toplum tartışmalarının felsefi muhtevasıyla ilgilenmemişlerdir. Bu anlamlandırma doğru mu değil mi diye de düşünmemişler, sivil toplum kavramının bizdeki izdüşümünün ne olabileceği üzerinde kafa yormamışlar, tarihimizin ve coğrafyamızın özgünlüğünü hesaba bile katmamışlardır. Milletin organik aydınlarının kaptan köşküne oturmaları için işe tam da buradan, yani enine boyuna düşünmekten başlamak gerekmektedir.
Sivil toplum kavramı, her nedense günümüzde, siyasal toplumla (devlet) tam bir karşıtlık içinde, çok olumlu çağrışımlarla birlikte anılıyor. Devlet, sanki insanın özündeki kötülüklerin, her türlü melanetin sonucu olarak ortaya çıkmış ama her nedense tarihin şimdiki zamanına kadar ağırlığını hissettirmiş bir anomali; sivil toplum ise iyiliklerin, güzelliklerin, özgürlüğün kaynağı gibi ele alınıyor. Bununla da yetinilmiyor; devletçi-despotik gelenek Doğu'ya, sivil toplumcu-insanlıkçı gelenek Batı'ya mal ediliveriyor; dolayısıyla Doğu, insanlığın siyasi tarihindeki (ve hatta tarihteki) kötülüklerin, Batı ise iyiliklerin kaynağı haline geliyor. Profesyonel ordu tartışmalarını doğru düzgün yapabilmek için tüm bu yerleşik akademik görüşlerle hesaplaşılmak zorundadır.
Batılı anlamda bir sivil toplumun asla olmadığı, siyasal alandan bağımsızlaşmış bir ekonomik alanın ve merkezi otoriteye karşı yerel kalkışmaların dışında bir şeyin bulunmadığı Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı Cumhuriyetimiz etnik, dilsel ve dini bakımlardan çeşitlilik arz eden tarihsel-kültürel mirasından bir millet teşkil etme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Cumhuriyet kurucularının ilk farkına vardığı ve belki de ona devletler ailesinde asıl özgünlüğünü kazandıran faaliyeti, Batılılaşmanın gerektirdiği bir burjuva sınıf yaratmaya girişmesidir. Batı tarihinin doğal bitki örtüsünün ürünü olan burjuvazi, bizde devlet fideliğinde özenle yetiştirilmiş, bu nedenle gelişmesinin her aşamasını özenle saptama fırsatı olmuştur. Ama asker-sivil-aydın zümre, fideliğinde yetiştirdiği bu yeni gücü bir yandan da denetlemeyi hiçbir zaman ihmal etmemiş; devletin denetimini, burjuvazinin egemenliğini artırma çabası, 12 Eylül sonrası yapılan 1983 seçimlerinde olduğu gibi, kimi zaman siyasi mücadelenin temel rengi olmuştur.
12 Eylül öncesine kadar, skolastik Marksist solun tüm iddialarına rağmen, Türk burjuvazisi siyasi arenada asla "egemen sınıf"tan beklenen refleksleri göstererek temel bir güç olamamış; tam tersine sosyalist kampın zorlamalarına karşı devleti kendisine siper edinmiştir. Bugün bırakın burjuvazinin önderlik ettiği bir sivil toplumu, burjuva değerlerin erdeminden bahseden tek bir düşünce kırıntısı bile henüz ortalıkta görünmemektedir.
Burada, Türkiye'de devlet nerede başlamakta, sivil toplum nerede bitmekte belli değildir; aynı şekilde bireyle toplum (millet) ve/veya toplumsal segmentler arasındaki sınırlar alabildiğine fludur. Burada bildik teoriler, karanlıkta el yordamıyla yürürken ışık sağlamak bir yana, bizi karanlığın dibine doğru çekmektedir. Bu karanlıkta ışıksız kalmanın şaşkınlığını sivil toplumcu merkezler de ziyadesiyle yaşamaktadırlar. Milletin organik aydının şart olduğunu biliyorduk, şimdi karanlığı aydınlatacak bir ışığa ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. Önce ışık, sonra tartışma!
Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara