Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Cuntanın silahı: PKK...

Tırmanan terör olayları ve taşeron açıklamaları, halkın gerçekleri gün geçtikçe daha net görmesini sağlıyor. Aksiyon dergisi son sayısında gündemi aydınlatacak çok önemli bir konnuya yer ayırmış.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-06-30 13:02:00

Cuntanın silahı: PKK...
Evet, yine terör... Daha cesur tarifler yapılmadan da terör bitmeyecek. İfşa etmenin vakti gelmedi mi? Karşımızda postal giyen bir PKK var artık! Terör görünümlü bu cunta faaliyeti ile yüzleşmeliyiz. PKK, son eylemleriyle cuntanın taşeronluğunu yapıyor. Son saldırılarla artık apaçık ortaya çıktı ki Türkiye, terör görünümlü bir darbe faaliyeti ile mücadele ediyor. 2000’den sonra sivil iradeye kayan siyasi eksen terör üzerinden askerî vesayete çekilmeye çalışılıyor.

Yeniden tırmanan terör, metropolleri de vurmaya başladı. Geçen hafta, İstanbul Halkalı’da biri sivil 5 kişinin hayatını kaybettiği bir bombalı saldırı düzenlendi. Gelinen noktada herkesin aklında iki soru var. Büyük umutlarla başlanan açılım süreci bitti mi ve neler oluyor? Bu sorulara eski bir özel harpçinin sözleri ile cevap aramaya başlayalım: “Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen gayrinizami kuvvetlerin, bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışılır. Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Eski Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Cihat Akyol, Türk Silahlı Kuvvetleri Dergisi, Mart 1971)

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca asker-kurucu zihniyet açısından sivil irade hep “mukavemet cephesi” olarak algılandı. Bu hastalıklı algı açısından sivil iradenin yönetime hâkim olması son dönemlerin moda deyimiyle “eksen kayması”ydı. Laiklik ekseninden, çağdaşlık ekseninden, Cumhuriyet ekseninden kayıyordu ülke… Sahte tehdit mekanizmaları üzerinden üretilen terminolojilerle halk bu illüzyona inandırılmaya çalışıldı. İllüzyonun aygıtları bazen çok kanlı da olabiliyordu. Tümgeneral Cihat Akyol’un yukarıdaki sözleri Cumhuriyet tarihindeki ne çok olaya işaret ediyor değil mi? Halkı sivil iradeden, demokrasi mücadelesinden ayırmak için üretilen terör örgütü senaryoları, eylemler, bombalamalar, katliamlarla dolu toplumsal hafıza. Formül basit: Şiddet tırmanacak, siyasi iktidar bu şiddet eylemleri üzerinden sıkıştırılarak çalışamaz hâle getirilecek, ortaya yönetim zaafı çıkacak ve asker yavaş yavaş iktidarın yolunu tutacak. Tabii bu hemen olmaz. Önce sıkıyönetim veya olağanüstü hâl gibi prosedürlerin uygulanması lazım ki darbeye giden yolda taşlar daha rahat döşenebilsin. Tıpkı 1978’de Maraş katliamından üç gün sonra sıkıyönetimin ilan edilmesi gibi. Tıpkı 2003 yılına ait Balyoz darbe planında PKK ve El Kaide’ye eylem sipariş edilip OHAL ve sıkıyönetimin yolunun açılması için tertipler yapılması gibi. Önce terör ve şiddet tırmanacak, ardından davetiye beklenecek. Çaresiz halk yüzünü askere çevirecek. Onlar da ne yapsın? Bu vatan hizmetine seve seve katlanacaklar! Bu, bazen 12 Mart gibi yarım veya 28 Şubat gibi postmodern de olabilir. Bazen darbe gerçekleşmese bile siyasi iktidara haddi bildirilmiş olacak. Ama neticede senaryonun sonunda sivil iradeye kayan eksen yeniden yerli yerine oturtulacak! Senaryonun detaylarını merak edenlere son yıllarda ortaya saçılan darbe planlarına göz atmalarını tavsiye ediyoruz.

Türkiye’nin bugün de yaşadığı tüm bu sıkıntıların temelinde aynı mücadele var. Terör kılığına bürünmüş bir toplum mühendisliği ile karşı karşıyayız. Sivil irade ile askerî vesayet arasında süregelen mücadele her dönem farklı argümanlar veya gerekçeler üzerinden yürütüldü. Sivil iktidarı köşeye sıkıştırma argümanları arasında irtica, bölücülük, dış bağlantı ve ihanet söylemlerini sıralayabiliriz. Bu mücadelenin demirbaşları arasında elbette teröre endekslenen Kürt meselesi de her zaman oldu.

Kürt meselesi veya ona bağlı süreçler sadece hadisenin kendi boyutuyla da sınırlı değil. İç siyasi dengeler açısından hemen her konuda zaman zaman bir manivela görevi gördü. Cumhuriyet tarihi açısından bakıldığında bu durum kuruluş yıllarına kadar gider. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tasfiye edilmesine gerekçe olarak Şeyh Said İsyanı’nın kullanılmasından tutun da günümüzdeki reform sürecine kadar pek çok kritik kavşak ve süreçte bu mesele üzerinden stratejiler geliştirildi.

Son dönemlerdeki mücadelenin de yine Kürt meselesi etrafında şekillendiği gözüküyor. PKK, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yoluna girdiği 2000’li yıllardan itibaren iç siyasette giderek ağırlık kazanan sivil iradeyi hedef almaya başladı. Terörle mücadelede inisiyatifin sivillerin eline geçmeye başlaması PKK’nın son yıllardaki azgınlığının en önemli nedenlerinden biri. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği “Şiddetin esiri olmayacağız!” ifadesinin çok derin anlamları var. Bugün, her ne kadar gündemde dış politika üzerinden ısıtılan bir “eksen kayması” tartışması olsa da, asıl eksen hesabı iç siyaset üzerinden yürütülüyor. AB süreci ve Türkiye’nin uzun yıllar sonra kavuştuğu tek parti iktidarı ile yakalanan istikrar ve demokratikleşme dönemi eski senaristleri son bir hamleye itmiş gözüküyor. PKK terör örgütünün 4 yıllık suskunluktan sonra yeniden taşeronluğa başlaması hep bu can çekişmenin ürünü. Türkiye, yakın tarihinde onlarca kez yaşadığı “sivil iktidara terör üzerinden balans ayarı verme” taktiği ile yeniden karşı karşıya. Bu meyanda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2010’daki Sarıyayla baskınının ardından yaptığı açıklamada Tunceli’de, Lice’de Mehmetçiğe tetik çeken zihniyet ile Taksim’de 1977’de işçinin üzerine kurşun yağdıran zihniyet arasında hiçbir fark olmadığını söylemesinin çok derin bir anlamı var. Erdoğan aynı konuşmada “Çorum’u, Kahramanmaraş’ı, Gazi Mahallesi’ni, Sivas’ı kana bulayan zihniyet ile Danıştay’da kan döken zihniyet arasında hiçbir fark yoktur.” diyordu. Başbakan darbeye zemin hazırlayan Maraş, Çorum olayları ile Danıştay ve son dönemdeki PKK eylemlerini aynı potada değerlendiriyor ve bu eylemlerin arkasındaki gizli ele işaret ediyor. Anlaşılan Başbakan da sivil iktidara yönelik bu balans ayarının nerelere dayandığının farkında. PKK’nın Ergenekon süreci ile birlikte giderek netleşen taşeron ve maşa kimliği zihinleri bu anlamda netleştirmiş durumda. Zaten Başbakan da geçtiğimiz hafta AK Parti grup toplantısında yaptığı konuşmada buna işaret etti: “Ne yazık ki bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı. Görüyorsunuz, duyuyorsunuz eli kanlı terör örgütü, hiç tahmin edilemeyecek, yan yana gelmesi tahayyül dahi edilemeyecek başka birtakım kirli odaklarla işbirliği içinde, koordinasyon içinde çalışmış ve çalışmaya devam ediyor. İddianameler ortada, deliller ortada; açığa çıkan gerçekler ortada... Biz geri adım atmayacağız.”

Başbakan 15 Haziran’daki grup toplantısında ise oluşturulan ittifaka dikkat çekti. Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi olarak tanımladığı demokratik açılım ile Anayasa değişikliğine CHP, MHP, BDP, PKK ve İmralı’nın ittifak hâlinde karşı çıktığını söyleyen Erdoğan, “Bu ittifakın, bu örtüşmenin ne anlama geldiğini eminim ki benim tüm vatandaşlarım en iyi şekilde değerlendirecek ve kararını da ona göre verecektir.” dedi. Başbakan Erdoğan’ın açıklamasındaki vesayet ve zamanla vurgusu manidardı.

“Bütün hükûmetler terör örgütü karşısında hep geri adım attı.” diyen Başbakan kendilerinin buna asla teslim olmayacaklarının altını ısrarla çiziyor. Başbakan’ın gönderme yaptığı bu tespitin arkasında çok önemli tarihî virajlar var. Bu pencereden bakıldığı zaman 12 Eylül Darbesi sonrasında sivil iradenin iktidara geldiği 1983’ten hemen sonra silahlı mücadelenin başlamış olması da tesadüf değildi. Daha sonra da sivil iradenin gündeme geldiği her dönem PKK ile mücadelede çok kanlı olaylara sahne oldu. Bunun için 1990-1995 dönemini iyi tahlil etmek gerekiyor. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel 1991 yılında Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıyoruz.” dedi. Açıklama ile birlikte Kürt meselesinde sivil iradenin devreye gireceğine dair umutlar oluştu. Bir önceki yıl 92 asker şehit olmuşken 91’de bu sayı iki buçuk katına çıkarak 213’e yükseldi. Nitekim Demirel bu gelişmelerden sonra Kürt meselesinde inisiyatifi askere teslim etmek zorunda kalacaktı: “Hüsamettin Cindoruk: Demirel bu işi askere havale etti. Daha başbakanken böyle yaptı. Demirel tahaffuz hissi içinde. Yani kendini saklamak istiyor.” (Hasan Cemal, Türkiye’nin Asker Sorunu, S. 190, Doğan Kitap)

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın sivil arayışlara girdiği 1992 yılında terör hadiseleri tekrar katlandı. Türkiye 1992 yılında 444 asker, 144 polis, 167 köy korucusu şehit verdi. Şırnak, Lice baskınları gibi kanlı olayların meydana geldiği 1992 yılı aynı zamanda PKK’ya en fazla katılımın yaşandığı dönemdi. Dağdaki militan sayısı çift basamaklı rakamlarla ifade edilmeye başlandı.

OHAL’in kaldırılması ve PKK’ya genel affın gündeme geldiği 1993 yılı Türkiye’nin yakın tarihine büyük şiddet eylemleri ile kazındı. 33 er, Sivas, Başbağlar, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis olayları bunlardan bazıları. Sivil iradenin arkasındaki en güçlü isim olan Turgut Özal şüpheli şekilde öldü.

Aynı yıl Başbakanlık koltuğuna oturan Tansu Çiller “Bask modelini” önererek hızlı bir başlangıç yapsa da 3 ay içinde “ya bitecek ya bitecek” noktasına getirildi. 93’ün kanlı bilançosu ise şöyle: 487 asker, 28 polis, 156 köy korucusu şehit. OHAL’in kaldırılması da uzun yıllar bir daha gündeme gelmedi.

1993 yılından sonra terörle mücadelede inisiyatif tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eline geçti. Ve süreç tarihinde hiç olmadığı kadar kanlı bir hâl aldı. 1994 yılında tam 794 asker, 43 polis, 256 korucu şehit oldu. Binlerce köy yakılarak boşaltıldı. 12 bin sivil sınır dışına kaçtı. 1995’te 615 şehit verildi. Kanlı sürecin sivillere dönük yüzü ise çok ürkütücüydü. Binlerce faili meçhul, kayıp, işkencede ölüm…

1993-96 sürecinde tırmanan şiddetle beraber Kürt meselesinin tamamen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne havale edilmesi askerin iç politikadaki etkisini giderek artırdı. Zayıflayan siyasi irade, 1996’da patlak veren Susurluk skandalını dahi demokrasi fırsatına çeviremedi. Öyle ki şüpheli askerleri ifadeye bile çağıramadı Türkiye Büyük Millet Meclisi. Süreç, Türkiye’nin askerî vesayet problemini giderek derinleştirdi. Nitekim 1997’de de literatüre 28 Şubat olarak geçen örtülü bir darbe yaşandı. Şiddete direnemeyen her iktidar askerî vesayete boyun eğmek durumunda kaldı.

2000 yılından sonra gelişen ve bugünlerde giderek tırmanan sürece de bu perspektiften bakmak gerekiyor. Zira, PKK’nın son eylemlerini iç siyasi operasyonları ve Ergenekon cephesini hesaba katmadan bir yere oturtmak mümkün değil. Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın, KCK’nın tüm açıklamalarında hükûmet hedef alınıyor. Siyasi iktidarın demokrasi ve hukuk devleti adına yapmaya çalıştığı her hamlede örgüt devreye giriyor. Örgütün son yıllardaki tüm eylemleri gündem ayarlı. Söylemleri ise Türkiye’deki Ergenekon ve statüko yanlılarının söylemleriyle bire bir örtüşüyor. Son birkaç aydır şiddetin Anayasa reformu çalışmaları paralelinde tırmanması tesadüf değil. Hükûmetin Anayasa paketinin hazırlıklarına başladığı dönemde Abdullah Öcalan’ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için “Sonu Özal gibi olur!” demesi pek çok şeyi açıklıyor. CHP ve MHP ile aynı safta görünme pahasına parlamentoda değişikliklere direnen BDP’nin tavrı yaşanacakların habercisi giydi. PKK, Öcalan’ın direktifleri doğrultusunda gelişmelere paralel olarak şiddeti kademe kademe artırdı. Anayasa paketi Meclis’ten geçtikten sonra da 1 Haziran’dan itibaren geçerli olmak üzere terörün derinleştirilmesi emrini verdi. Son bir ayda yaşananlar ise ortada. Öyle gözüküyor ki bu kanlı direnç referandum tarihine kadar da sürdürülecek.

PKK açısından 2000 yılı sonrasının farklı bir yönü daha var. 1999 yılına kadar her ne kadar belirli süreçlerde karşılıklı menfaat bağlamında bir eylem birlikteliğinden bahsedilse de Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından bu durum amaç birliği noktasına taşındı. Vesayetçiler açısından, AB süreci paralelinde güçlenen sivil iktidar olgusu; PKK açısından ise Kuzey Irak’ta temelleri atılan bir “Kürdistan” tehlikesi bu amaç birliğini oluşturan ana unsurlar.

Son olaylarla eksen provokasyonunun kilit rolü Abdullah Öcalan-PKK ikilisine verilmiş gözüküyor. Peki bu hâle nasıl gelindi?

10-11 Aralık 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilen Türkiye’nin önünde yeni bir sayfa açıldı. Türkiye bu tarihten itibaren demokratikleşme adına önemli adımlar atmaya başladı. 1987’den beri yürürlükte olan ve çeşitli tarihlerde tam 46 kez uzatılan olağanüstü hâl uygulaması Kasım 2002’de tamamen kaldırıldı. Düzenlemelerden Öcalan da nasibini aldı. Hakkında verilen idam cezası, Ağustos 2002’de AB’den gelen talepler doğrultusunda ölüm cezasının kaldırılması üzerine ömür boyu hapse çevrildi. 2002’de üç, 2003’te 4 uyum paketi Meclis’ten geçti. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında Türk Ceza Kanunu’nun 159 ve 312. maddeleri ile Terörle Mücadele Kanunu’nun 7 ve 8. maddelerinde yapılan değişikler önemli reformlar içeriyordu. DGM’lerdeki 15 gün olan gözaltı süresinin 4 güne indirilmesi, özel hayatın gizliliği, haberleşme ve konut dokunulmazlığına güvence getirilmesi, işkence ve kötü muamele sebebiyle AİHM’nin hükmettiği tazminatların bu suçları işleyen görevliler tarafından karşılanması hükmü, parti kapatmanın zorlaştırılması, Basın Kanunu’ndaki “yasaklanmış dil” kavramının kaldırılması, Anadilinin öğrenilmesi için Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel kurs izni verilmesine ilişkin düzenleme, RTÜK Yasası’nın anadilinde yayın yapılmasını yasaklayan 4’üncü maddesine de “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir” hükmünün getirilmesi sivilleşme yolunda önemli adımlardı.

Genelkurmay başkanının millî savunma bakanına bağlanması, Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi ve DGM’lerin kaldırılması da AB’nin talepleri arasında bulunuyordu. Nitekim genelkurmay başkanının protokoldeki yerine dokunulamasa da diğer ikisi hayata geçirilebildi. Gerilimin bir diğer cephesi de Kıbrıs meselesinde yürütülüyordu.

Diğer taraftan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kasım 2002’de tek başına iktidar olması dengeleri tamamen değiştirmişti. 1993’ten beri giderek derinleşen askerî vesayet, ipleri güçlü bir sivil iktidara teslim etmek istemiyordu. 2003-2004 gerilimin zirve yaptığı yıllar olarak tarihe geçti. 2004 sonundaki AB’ye tam üyelik kararı öncesi Türkiye olağanüstü dönemlerden geçti.

Yaşananlar vesayetçi statükonun can damarına dokunuyordu. Yıllar sonra bir siyasi parti çok güçlü bir halk desteği ile tek başına iktidara geliyordu. Üstelik bu parti “mukavemet cephesindeki” Adalet ve Kalkınma Partisi’ydi. Dolayısıyla eksen kaymasına karşılık hemen harekete geçilmeliydi. 2003-2004 yılları darbe senaryolarının havada uçuştuğu bir dönemdi. Türkiye yıllar sonra öğrendi ki bu iki yılda en az 5 darbe tehlikesi atlatmıştı. En etkili olanı AK Parti’nin iktidara gelmesinden 4 ay sonra emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın komutanlığındaki 1. Ordu Komutanlığı’nda hazırlanan Balyoz Darbe Planı’ydı. Bu plan kabataslak daha önce belirttiğimiz senaryonun versiyonuydu. Önce çeşitli terör örgütlerinin eliyle şiddet tırmandırılacak, ardından EMASYA protokolü çerçevesinde asker sokağa çıkacak, sonrası sıkıyönetimin ilanı ve darbe. Bu planda PKK ve El Kaide’nin eş zamanlı eylemler düzenlenmesi öngörülüyordu. 2003 yılının sonlarına doğru İstanbul’da El Kaide’ye dayandırılan eş zamanlı 4 bombalı eylemin gerçekleştirilmesi bir rastlantı mıydı? Yine 4 yıldır suskun kalan PKK’nın ilk eylemini bu plandan yalnızca 3 ay sonra Temmuz 2003’te gerçekleştirmesi tesadüf müydü? Aynı süreçte dönemin Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un başını çektiği ve başka kuvvet komutanlarının da içinde bulunduğu Ayışığı, Sarıkız, Eldiven gibi darbe planları de senaryo aşamasındaydı. Yıllar sonra Abdullah Öcalan’ın açıklamalarından öğrendik ki o yıllarda İmralı’da askerî kanatla pek çok görüşme gerçekleşmişti. Darbe planlarının neden başarısız olduğu ise daha sonra ortaya çıkan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ve Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’a ait darbe günlükleri ile deşifre oldu. 2002-2006 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan emekli Orgeneral Hilmi Özkök darbeleri engellemişti.

PKK’nın 2003 yılından itibaren şiddeti tekrar tırmandırmasının başka nedenleri de vardı. ABD 2003 yılındaki Irak işgali sırasında kendisi ile ittifak kuran Kürt bölgesinde ayrı bir devlet oluşumunun temelini attı. Bu oluşum sadece Türkiye’yi rahatsız etmiyordu. İmralı da hareketliydi. 2003 yılında avukatları ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: “Türkiye’nin yumuşak karnı Kuzey Irak’tır. Burada milliyetçi Kürtler eliyle İngiliz ve ABD tarafından bağımsız bir Kürt devleti kurulmak isteniyor. İsrailvari bir Kürt devleti kurulmak isteniyor ve bu kuzeyi de (Türkiye) kapsayacaktır. Devletin buna dikkat etmesi gerekir.” 2004 yılına ait bir başka görüşme notu ise Öcalan’ın zihin yapısını daha net ortaya koyuyor: “Bunların savaş çıkarmayacakları, Şeyh Sait gibi yapmayacakları ne malum? Barzani ve Talabani kırk yıl sessiz kaldılar, sonra da Irak’ı bu hâle getirdiler (...)Türkiye’nin önüne derinleştirilmiş Sevr’i koyacaklar.” Öcalan’ın Mesud Barzani kimliği üzerinden kullandığı argümanların Türkiye’deki derin devlet algısı ile aynı olması da şaşırtıcıydı: “Barzani ailesi Sabetaycı bir kökenden geliyor, onun için Yahudilerle özel ilişkileri vardır.” (Öcalan, 2003 görüşme notları)

2002 yılından itibaren giderek derinleşen kanlı süreçte farklı cephelerde gibi gözüken yapılar arasında çok güçlü bir amaç ve eylem birlikteliği söz konusu. Özellikle Ergenekon süreci ile birlikte bu amaç ve eylem birlikteliği daha görünür hâle geldi. Ergenekon iddianamesinde ortaya çıkan belgelerden Türkiye “naylon terör örgütü” kavramı ile tanıştı. PKK, DHKP-C, MLKP, Devrimci Karargâh gibi pek çok örgütün Ergenekon’la ilişkileri tespit edildi. PKK’nın 2004 yılından itibaren silahlı mücadeleyi derinleştirmesinin Ergenekon süreci ile doğrudan bağlantısı bulunuyor. Aynı yıllardan itibaren mantar gibi türeyen ulusalcı derneklerle beraber Türkiye bir Kürt-Türk çatışmasına çekilmeye çalışıldı. Geçtiğimiz hafta başında İstanbul Halkalı’da askerî servis aracına düzenlenen saldırıyı üstlenen PKK’nın derin kolu TAK ve üst organı KCK da bu süreçte kuruldu.

2004 sürecinde PKK’ya bazı iç operasyonlar da düzenlendi. PKK’nın derin troykası olarak bilinen Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan etkin hâle getirildi. Bu kadroya daha sonra Sabri Ok da katıldı. Silahlı mücadele karşıtı olan Halil Ataç, Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Faysal Dunlayıcı gibi isimler 750 militanla beraber örgütten ayrıldı. Osman Öcalan geçtiğimiz hafta bir gazeteye yaptığı açıklamada Ergenekon’un PKK yönetiminde etkin hâle geldiğini söyledi. PKK’ya hâkim olan derin troyka ulusalcı fikirleri ile biliniyor. Onlara göre de (tıpkı yerli statükocular gibi) AK Parti, İslamcı özelliklere sahip bir parti ve niyeti Türkiye’yi geriye götürmek. Bu isimler İslamiyet’e ve dindar yöneticilere karşılar. PKK’nın savaştan yana bir çizgi izlemesini, örgütün belirlenmiş zamanlarda eylem yapmasını istiyorlar. Son aylarda Türkiye’nin dengelerini sarsmaya çalışan eylemlerin arkasında bu kadro var.

PKK 2004 yılında ayrıca KCK diye yeni bir yapılanmaya gitti. KCK’nın Türkiye meclisinin başına ise derin bağlantıları ile bilinen Sabri Ok getirildi. Türkiye’de ulusalcı derneklerin mantar gibi çoğaldığı bir dönemde PKK da bu yapılanma ile kent merkezlerinde araç kundaklama, taş atma, molotofkokteylli eylemlerle gerginliği artırma üzerinden bir hareket alanı oluşturdu.

KCK faaliyetleri paralelinde gerçekleşen yeni eylemler geçmişe nazaran bazı farklılıklar gösteriyordu. Bu gelişmeler karşı cephede şiddet ve sertlik yanlılarının da elini güçlendirdi. Bu meyanda sivil iradeye terör üzerinden dizayn verme çabalarının simgesel yıllarından biridir 2005. Türkiye genelinde ayrışmayı tetikleyen çok farklı provokasyonlar devreye sokuldu. 21 Mart 2005 tarihinde yapılan Nevruz kutlamalarında Mardin ve Mersin’de bayrak provokasyonu yaşandı. Devamındaki 4 yılda 39 linç hadisesi tertiplendi. Mantar gibi çoğalan ulusalcı dernekler şiddetin karşı cephesini tamamlıyordu.

Çeteler ve terör üzerinden siyasi dizayn arayışında olan çevreler açısından 2006 ve 2007 yılları tam bir kırılma noktası oldu. Mayıs 2006’a yaşanan Danıştay saldırısında derin cephenin suçüstü yakalanması süreci geri çevirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sürecinde yaşanan gerilim zihinlerdeki eksen kaymasını da noktaladı. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 27 Nisan muhtırasına karşı siyasi iradenin dik durması statükonun kalesini bir daha asla onarılamayacak şekilde yıktı. Tüm badire ve komplolara rağmen sivil cumhurbaşkanı seçilmesi engellenemedi. Genel seçim sonuçları ise halkın demokrasiye ve hukuk devletine inancının simgesiydi.

Haziran 2007’de başlayan Ergenekon soruşturması ile birlikte Türkiye karanlığın gerçek yüzüyle yüzleşme şansını yakaladı. Ancak bu süreçle birlikte köşeye sıkışan derin çevreler de şiddet çıtasını yükseltti. PKK’ya biçilen rol ise daha da derinleştirildi. Terör; soruşturma ve kovuşturmanın her kritik evresinde inisiyatif almaya çalıştı. Yeni cunta hücreleri faaliyete geçti. 2009 tarihli ‘İrtica ile Mücadele’, ‘Kafes’ gibi darbe planları cunta yapılanmalarının aktif olduğunu gösterdi. Diğer taraftan PKK ile mücadelede bir zaaf oluşturulduğu tezi işlenmeye çalışıldı. Ergenekon sürecinde PKK’nın derin bağlantılarının deşifre olması ve cunta yapılanmalarının yargı önüne çıkması karşısında farklı senaryolar gündeme getirildi. Bu çaba hâlâ devam ediyor. Ergenekon sanıklarına destek veren Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan geçen hafta İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın cevaplaması talebiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi. Ayhan şunları soruyordu: “Ergenekon ve Balyoz davaları iddianamelerinde yer alan iddialar kapsamında, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup subayların gözaltına alınması ve yaşanan sürecin, terörle mücadele azim ve kararlılığı noktasında, psikolojik olarak zarar verdiği ve zaafa uğrattığı iddiaları doğru mudur?”

PKK Mekap ayakkabısıyla özdeşleşmiş bir örgüt. Ancak, son yıllardaki görünümüyle diyebiliriz ki karşımızda artık ‘postallı PKK’ var. Örgütün son yıllara damgasını vuran eylemlerindeki istihbarat zaaflarını, zamanlamayı, hedefleri, askerin eksikliklerini başka türlü anlamlandırmak mümkün değil. Sivil irade, sipariş PKK eylemleriyle cendereye alınmaya çalışılıyor.

Son dönemde moda bir deyim var. “Demokratik açılım terörü azdırdı” deniyor. Bu söylemin demokrasi ve hukuk devleti karşıtlarının diline pelesenk olması eylemlerin perde arkasına da işaret ediyor. PKK terör örgütü de bu iddiada bulunanları mahcup etmemek için çırpınıyor âdeta. Üstelik müthiş bir zamanlama strateji ile. Eylemlerden bazıları da imece usulü! Birkaç örnek verelim: Sınır ötesi operasyon tezkeresinin Meclis gündemine geldiği 2007’de Beşağaç, Şırnak ve Dağlıca saldırıları arka arkaya geldi, bir ayda 40 şehit verildi. Mayıs 2007’de “367 kararı”na takılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı hafta Ankara Ulus’ta patlama, Temmuz 2008’de AK Parti kapatma davasının Anayasa Mahkemesi’nde görüşüldüğü hafta Güngören saldırısı (saldırıdan iki gün önce Ergenekon iddianamesi mahkeme tarafından kabul edildi), Ekim 2008’de Cumhurbaşkanlığı referandumunun yapıldığı gün Aktütün baskını (aynı hafta süresi biten tezkerenin bir yıl uzatılması Meclis gündemindeydi, Ergenekon davasının ilk duruşması 20 Ekim’de yapıldı), Nisan 2009’da Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un boş LAW silahı ile kameraların karşısına çıktığı gün Lice’de mayınlı saldırı, Mayıs 2009’da demokratik açılımın başladığı ve mayın temizleme yasa tasarısının Meclis’e geldiği gün Çukurca mayını, Aralık 2009’da DTP kapatma davasının görülmeye başlanmasından bir gün önce Reşadiye pususu… Ve en son yapılmaya çalışılan Anayasa reformu ile birlikte peş peşe gelen saldırılar…

PKK, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle taşeron rolünü sahiplenmiş durumda. Ancak bu taşeronluk dış bağlantılı olduğu kadar iç bağlantılara da sahip. Zira eylemleriyle tam da içerideki cuntacıların istediği ortamı hazırlıyor. Dış politikadaki ‘eksen kayması’ hesaplarının iç politikadaki eksen kayması ile de doğrudan bağlantısı var. Demokratik açılım başladığından beri terör daha da azmış durumda, açılımı engellemek ve süreci tıkamak için. Çünkü her demokratik hamle örgütün elini biraz daha zayıflatıyor. Ve bugün her zamankinden daha fazla açılım ihtiyacı var. Geri dönüş; demokrasi, hukuk devleti ve sivil irade adına Türkiye’nin siyasi intiharı olur.

Kaynak: Aksiyon
SON VİDEO HABER

Suriye'deki dehşeti anlattı: İşkenceden derimiz yüzülüyordu

Haber Ara