İsrail ve Türkiye büyük bir fırsatı kaçırıyor
İsrail'in Türkiye'yle bağı diğer ülkelerle bağından daha duygulu bir zemine dayanırken, filo krizi büyük üzüntü yaratıyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-06-10 19:21:00
yaşanan kriz içimi üzüntü ve bir kayıp hissiyle dolduruyor. Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın hiddetli ve nefret dolu İsrail karşıtı nutuklarını izlerken acı duyuyorum; keza Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın Erdoğan’a cehalet ve kabalığın bildik karışımıyla karşılık vermesini izlerken de. Erdoğan’ın iddia ettiği gibi biz yalancı ve katiller ülkesi değiliz; Türkiye de Lieberman’ın inandığı gibi, İsrail’i haritadan silmek isteyen bir İran değil. Ürdün’le barışı bir yana bırakırsak, Türkiye’yle ittifak İsrail’in Madrid ve Oslo’daki barış görüşmeleri karşılığında elde ettiği en önemli şeydi.
Türkiye’yle güvenlik işbirliği, ticaret ve turizm, İsrail’in beklediğinin ötesinde gelişti. İlişki, sadece anlık çıkar çakışmasıyla gelişip serpilmedi; birçok ortak nokta var. İsrail’in Türkiye’yle bağı, diğer ülkelerle bağlarından daha duygu yüklü bir zemine oturuyor. Birbirimize o kadar benziyoruz ki.
İsrail’in ilk iki başbakanı, David Ben-Gurion ve Moşe Şarett Türkçe konuşuyordu. Ben-Gurion, İstanbul’da hukuk okudu. Şarett, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda subaydı. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü, Filistin cephesinde komutanlık yaptı. Fakat ideolojik bağ tarihi hikâyelerden daha önemli. Ben-Gurion ve Atatürk, içinde büyüdükleri dinci toplumlara karşı ayaklandı ve Batı yönelimli laik ülkeler kurdu.
Ben-Gurion’un sistemi, Kemalizm’in İsrail versiyonuydu ve ikisi de dincilerle mücadele etmek zorunda kaldı. İki ülkenin demokratik eksiklik-leri de benziyor: Sözgelimi azınlıklara yönelik sorunlu yaklaşımlar ve ordunun aşırı nüfuzu.
1990’ların başında İsrail’de İzak Rabin ve Türkiye’de Tansu Çiller iktidardayken, Batılı laiklik, gelişkin demokrasiler arasında hak ettikleri yeri alacak gibi görünen iki ülkede de zafere doğru ilerliyordu. Türkiye AB kapısını çalıyor, İsrail Madrid ve Oslo sonucu normalleşmeyle küreselleşmenin meyvelerini tadıyordu. İsrail eski Sovyetler Birliği’nden 1 milyon göçmeni hazmetme sürecindeydi; neredeyse hepsi laik insanlardı.
Göçmenler toplumu tepeden tırnağa değiştirdi ve dindar Yahudileri kenara itti. Fakat değişim kısa sürdü. Son sözü demografi söyledi: İlk öğrenim alan Yahudilerin yüzde 45’i bugün din eğitimi veren devlet okullarına veya aşırı bağnaz okullara gidiyor. AB’nin reddettiği Türkiye de benzer bir dinsel canlanma süreci yaşadı. İki ülkede de dikkat çekici toplumsal kutuplaşmalar gelişti.
Bugün iktidarda olan hükümetler, Atatürk ve Ben-Gurion’un mirasını ortadan kaldırmayı çalışıyor; Erdoğan ve Binyamin Netanyahu takım elbise ve kravat giyse de ideolojilerinin kökleri, din ve geleneğe uzanıyor. AKP, ikisi de Kemalizm’in temel dayanakları olan ordu ve yargı sistemini zayıflatmaya çalışıyor. İsrail’de süreç biraz farklı: Ordudaki yüksek rütbeli dinci subay sayısı her geçen gün artıyor ve hükümet Yüksek Mahkeme’nin kararlarını görmezden geliyor.
Erdoğan pan-İslamizm için gayret gösterdiği ve Netanyahu da azınlıklarla yabancılardan nefret eden bir Yahudi İsrailli kimliğini beslerken dünyadan uzaklaşmaya çalıştığı için, çatışma kaçınılmazdı. Filo krizi, dostluk yıllarında saklı tutulan önyargıları vsuyüzüne çıkardı. Türkiye’de anti-Semitik kalıplar ve İsrail’de Müslümanlara karşı küçümseme.
Bugün gürleyen Erdoğan’ın, eski İsrail başbakanları Ariel Şaron ve Ehud Olmert’le gayet güzel çalışabildiğini ve Suriye’deki nükleer reaktör bombalanırken ülkesinin egemenliği ihlal edildiğinde itidal sergilediğini unuttuk.
Ancak krizden sadece liderleri sorumlu tutamayız. Bizler, yüzü Batı’ya dönük olan laik İsrailliler, Türk muadillerimizle yakınlaşmaya çalışmadık aslında.
Onların ülkesi egzotik bir tatil, ticaret ve hava kuvvetleri eğitimi yeriydi bizim için, daha fazlası değil. Siyasi çalkantılara rağmen sağ kalacak kişisel ilişkiler ağını oluşturmuyoruz, ne de karşılıklı merakı besliyoruz. Gelinen noktada bu durum her zamankinden daha üzücü.
Aluf Benn
Radikal
SON VİDEO HABER
Haber Ara