Türkiye yaşananları nasıl okumalıyız?
Türkiye AKP iktidarında daha zengin ve bazı bakımlardan daha demokratik hale geldikçe, paradoksal biçimde bazı Batılı özelliklerini kaybediyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-05-12 12:06:00
Türkiye AKP iktidarında daha zengin ve bazı bakımlardan daha demokratik hale geldikçe, paradoksal biçimde bazı Batılı özelliklerini kaybediyor. Ünlü tarihçi Lewis, Türkiye'nin 10 yılda İran'ı daha çok andıracağını söylüyor. Acaba Erdoğan markalı İslamcılık saldırganlaşacak mı?
Geçen hafta Bernard Lewis’e Türkiye’nin gidişatı hakkında ne düşündüğünü sordum. Ortadoğu tarihçilerinin duayeni, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyetin 10 yıl içinde İran İslam Cumhuriyeti’ni daha fazla andıracağı kehanetinde bulundu - hatta bu sırada İran kendisini laik bir cumhuriyete dönüştürmüş bile olabilirdi.
Türkiye hakkındaki haberleri uzaktan okuyunca Lewis’in ne kast ettiğini anlamak zor değil. 2002’de iktidara geldiğinden beri Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP’si Türk dış politikasının geleneksel çehresini ciddi biçimde değiştiriyor.
Ülkenin İsrail’le sıkı askeri bağları ve hem Suriye’yle İran’a, hem de onların desteklediği terör gruplarına husumeti içeren stratejik ortaklık günleri geride kalıyor. Keza ABD’nin Türkiye’ye, ister Sovyetler Birliği isterse Saddam Hüseyin’in Irak’ı olsun, ortak düşmanlara karşı bir kale mahiyetinde bel bağlayabildiği günler de.
Doğan Grubu saldırı altında
Erdoğan’ın Suriye’nin demir yumruklu lideri Beşar Esad’la mükemmel ilişkileri var ve ona ‘kardeşim’ diyecek kadar muhabbet besliyor. Sudan’ın soykırımcı hükümetiyle iyi ilişkileri sürdürürken, İsrail’i Gazze’de ‘vahşet uygulamakla’ suçluyor ve Hamas’la da diplomatik bir kanal açtı. Erdoğan geçen yılki hileli seçimde kazandığı zaferin ardından İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı ilk kutlayanlardandı. Obama yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’nden, Türkiye’nin 10 milyar dolarlık ticaret ilişkisinin olduğu İran’a karşı yeni yaptırımlar çıkarılması yönünde yaptığı yoğun baskıya da direniyor. Ve Ermenistan’la ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde bizzat kendi dışişleri bakanının gösterdiği çabaları sabote ediyor.
Dış politikadaki değişimler, Türkiye’nin iç siyasi düzenlemelerinde süregiden devrimi yansıtıyor. Uzun yıllardır Türk laikliğinin ana dayanağını teşkil eden ordu Erdoğan’ın İslamcı kökenli hükümetinin saldırısı altında; onlarca subay darbe planladıkları gerekçesiyle tutuklandı. Geçen hafta meclis bir anayasa değişikliği paketini referanduma sunma kararı aldı; değişiklikler kabul edilirse hükümetin ülkenin bir başka laiklik kalesi olan yüksek mahkemelere kendi adamlarını doldurmasına imkan verecek. Saldırı altında olan bir başka hedef de, geçen yıl milyarlarca dolarlık vergi cezası kesilen Doğan Medya Grubu.
Dahası Amerika’nın Türkler arasındaki destek oranı, Barack Obama’nın başkanlığına ve genelde Müslümanlara, özelde de Türklere yönelik beklenmedik bir yakınlaşma çabası sergilemesine karşın, tarihin en düşük düzeyinde geziniyor. 2004’te, yani Ebu Garib işkencelerinin ortaya çıktığı yılda bile bu oran yüzde 30’du.
Bütün bunlar Prof. Lewis’in uyarılarını haklı çıkarır görünüyor. O zaman bazı laikler ve klasik liberaller de dahil olmak üzere bu kadar çok Türk’ün Erdoğan’ın imza attığı değişimlerle büyük oranda sorunu olmamasının nedeni ne? Muhtemel bir cevap kendini kandırmak olabilir: Liberaller, Ayetullah Humeyni tarafından acımasızca ezilmeden önce İran devriminin ön saflarında yer almıştı. Fakat bu, Türkiye’nin durumu açısından çok da ikna edici değil.
Daha mantıklı izah, Türkiye’nin AKP’nin serbest piyasa yanlısı politikaları sayesinde yaşadığı ekonomik dönüşüm. 1997’de yüzde 99’u gören enflasyon oranı, tek haneli rakamlara indi. Goldman Sachs bu yıl yüzde 7’lik büyüme öngörüyor, ki bu Avrupa’nın en güçlü büyüme performansı olacak, AB böyle bir üyeye sahip olmak isterdi. Türkler artık AB’ye giderek azalan bir kıskançlık ve artan bir küçümsemeyle bakıyor. Birçok Türk vaktiyle can düşmanları olan Yunanistan’a acıyor.
Bu dönüşümden en fazla fayda sağlayan kesim AKP’nin siyasi tabanı: Laik siyasi ve ticari seçkinler arasındaki eski devletçi düzenlemelerle yıllardır dışarıda bırakılan İslami bir burjuvazi oluşuyor. Bu yeni sınıfın mensupları kızlarını üniversiteye göndermek istiyor ve başörtüsü giyerek eğitim görmelerine izin verilmesinde ısrar ediyor. Demokrasi ve refah pahasına laikliği savunan seçilmemiş subayların, yargıçların ve bürokratların ‘derin devleti’ değil, seçtikleri hükümet tarafından yönetilmek konusunda da ısrarlılar.
Bunun paradoksal sonucu şu: Ülke daha zengin ve bazı bakımlardan daha demokratik hale geldikçe, bazı Batılı özelliklerini kaybediyor. Erdoğan’ın nahoş komşularıyla yaşadığı aşk hikâyesi, kuşkusuz ki kendi içgüdülerinden, ideolojisinden ve egosundan kaynaklanıyor. Fakat bu aynı zamanda, Türkiye’nin kendi bölgesinde, özellikle de kolayca bölgenin lideri haline gelebilecekken, bir yabancı olarak kalmasını artık istemeyen kamuoyunun da hissiyatını yansıtıyor. Bazı Türkler buna ‘yeni Osmanlıcılık’, bazıları ‘Türk-De Gaullecülüğü’ diyor. Ne denirse densin, bu gidişat Batı’nın hiç hoşuna gitmiyor.
Bir tür Putincilik
Daha ciddi olan soru, Türkiye’nin bu yolda ne kadar ileri gideceği. Erdoğan’ın ülke içindeki gücünün bir kısmı, başlangıç aşamasındaki bir tür Putinciliği andırıyor. İsrail’le uzaklaşma nihayete varmış değil, fakat İran’a yönelik bir İsrail saldırısı bu sürecin tamamlanmasına yol açabilir. Ve Erdoğan’ın iş Türkiye’nin ABD’yle ittifakına geldiğinde, kamuoyunun aksi yönünde hareket etmesini anlamak güç, zira birçok konuda kamuoyuyla aynı yönde hareket etmeye teşne bir lider kendisi.
En önemlisi de şu: Erdoğan markalı İslamcılık sosyal ve siyasi arzuları konusunda nispeten ılımlı olmayı sürdürecek mi, yoksa saldıgan ve radikal hale mi gelecek? Cevabı şimdiden vermek imkânsız. Tıpkı bu ihtimal karşısında endişelenmemenin imkânsız olması gibi.
Tercüme: Radikal
SON VİDEO HABER
Haber Ara