28 Şubat'ın asıl planlayıcıları kimler?
Tansu Çiller'in danışmanlarından Hüseyin Kocabıyık; "Laiklikle bir derdi olmayan DYP ve MHP liderlerini bu mitinge katılmaya zorlayan iradeyi bulmak gerekiyor" dedi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-05 10:59:00
Medyada bir süredir 28 Şubat süreci ile ilgili tanıklıklar ortaya çıkıyor. Ancak şimdiye kadar ortaya çıkanlar çoğunlukla, o süreçte medya içinde etkili olan isimler. Dönemin siyasi ve askeri aktörleri pek fazla konuşmadı. O dönemin tanıklıkları bugün yaşadığımız birçok tartışmayı aydınlatabilir. Bu yüzden, 28 Şubat döneminin her yönüyle tam olarak konuşulması gerekiyor. Bu hafta 28 Şubat döneminde Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiler'in danışmanlarından olan Hüseyin Kocabıyık ile danışmanlığını, 28 Şubat'a giden süreci ve 28 Şubat'ı konuştuk. Kocabıyık'ın 28 Şubat'la ilgili en önemli tespiti şu: 28 Şubat sürecini büyük sermaye planladı ve asker içindeki Ergenekon unsurlarını kullandılar. Büyük sermaye kısa vadede REFAH-YOL'u yıkıp 50 milyar doları yağmaladılar ama daha fazlasını 2001 krizinde kaybettiler diyor
* * *
28 Şubat dönemi ve öncesinden Tansu Çiller'in üç danışmanından biriydiniz. Nasıl başladı?
1994 yıllarıydı. Biz o zaman Mümtaz'er Türköne ile bir araştırma şirketinde analisttik. Ben şirketin yöneticisiydim. O dönemde çeşitli gazetelerin Yorum sayfalarına Türkiye'nin sorunları ile ilgili düşüncelerimizi; demokrat, liberal bir perspektiften yazıyorduk. Sanıyorum bu tür yazılar Sayın Çiller'in dikkatini çekmiş. Bizle çalışmak istediğini söyledi. Çok ısrarcı oldu, biz de olur dedik. 1995'in Nisan ya da Mayıs aylarıydı. Öyle başladı bizim çalışmalarımız. Kısa bir süre içerisinde Tansu Hanım bizi ve bizim analizlerimizi önemsedi.
O dönemde Gümrük Birliği Tansu Hanım'ın siyaseten en büyük hedefiydi sanıyorum...
Evet, zaten kendisi siyaset yapma gerekçesini, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne üye olması üzerine kurmuştu. Bunun için siyaset yapmak istiyordu. Bu niyeti konusunda da her zaman çok samimi bir insan olmuştur. Birlikte verimli bir çalışma yürütüyorduk 1995'in Ekim ayına kadar.
Ne oldu o tarihte?
O günkü adıyla SHP'de kongre oldu ve Murat Karayalçın'ın yerine Deniz Baykal geldi. Tabii işler değişti. Baykal her zaman olduğu gibi krize ve bunalıma oynadı. Bu koalisyonu devam ettirmedi. Ve Türkiye'yi bir erken seçime taşıdı. 24 Aralık 1995'te erken seçim oldu.
1995 SEÇİMLERİNDE ALDATILDIK
Nasıl bir strateji önerdiniz?
Biz Tansu Hanım'a seçimlere MHP ile ittifak yaparak girmeyi önerdik. Çünkü tek başına girse seçimlerde iktidar çıkarma şansı yoktu. Öyle bir durumda da AB üyelik süreci sekteye uğrar düşüncesindeydik. Fakat Tansu Hanım'a yakın çevresi kendisini yanılttı. İlk size söyleyeyim. O dönem DYP'nin, Alparslan Türkeş'in bulunduğu MHP ile bir seçim ittifakı yapması lazımdı. Siyasi aritmetik bunu öngörmekteydi. Fakat ilginçtir, sonra 28 Şubat'la irtibatlayacağınız bir büyük holdingin temsilcisi MHP'ye ve DYP'ye birer araştırma veriyor. MHP'ye verdiği araştırmada MHP'nin oyunun yüzde 15, DYP'ye verdiği araştırmada DYP'nin oyu yüzde 29.
Yani...
Yanisi şu: bu partilere seçimler konusunda bir yeterlilik duygusu vererek seçim ittifakını sabote ettiler. Zira Türkeş ve Çiller ittifak konusunda epey mesafe katetmişlerdi o arada. Bunlardan etkilendiler. Seçimden sonra biz ayrılmak istedik görevimizden, fakat Tansu Hanım bırakmadı. Tekrar devam ettik ve 28 Şubat'ı da içeren o süreçte birlikte çalıştık. 1999 seçimlerine kadar.
28 Şubat sürecini bizzat yaşadınız. Açık sorayım, 13 yıl sonra geriye baktığınızda 28 Şubat süreci için ne diyeceksiniz?
Benim ilk defa size söyleyeceğim iki yeni şey olacak. Bir kere bir tespit yapalım. Kişisel gözlemim Tansu Çiller, demokrasiye inanan, Türkiye'nin bu yolda ilerlemesini önemseyen, AB üyeliğine inanan ve bunun için siyaset yapan biriydi. Belki "devlet adamlı"ğı yönünden eksikleri vardı ama o demokrasiye ve ülkesinin gücüne inanıyordu. Ben 28 Şubat sürecinin şu anki adı Ergenekon olan yapıyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Son Ergenekon olaylarından sonra geriye dönük daha sağlıklı düşünmek kolaylaştı. Böyle bakınca, Ergenekon dediğimiz olayın aslında 1980'li yılların ortalarından itibaren var olduğunu fakat önemli ölçüde, Özal'a suikast operasyonunu saymazsak atıl bir şekilde durduğunu, sonra Kürt meselesi etrafında kımıldamaya başladığını ve parça parça örgütlendiğini anlıyorum. Şimdi yeni bir iddiada bulunuyorum.
LAİKLİK MİTİNGİNİ KİM YAPTIRDI
Ne iddiası?
1994 yılında Taksim Meydanı'nda Tansu Çiller'e, Alparslan Türkeş'e ve Murat Karayalçın'a "laiklik mitingi"ni kim yaptırdıysa; işte o Ergenekon'dur, bu Ergenekon'un ilk eylemlerinden biridir bu. Çünkü bu üç lider de o gün Taksim'de o kürsüye isteyerek çıkmadılar. Bir gerekçeyle ikna edildiler.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinden önce idi o miting. Ergenekon'la ilgisi nedir?
Düşünün adı "laiklik mitingi". Katılan üç partiden ikisi sağ parti. DYP ve MHP. Tabii Karayalçın'ın başında olduğu SHP de var. Ama DYP ve MHP'nin yani merkez sağın geleneğinde böyle bir şey yok. Laiklikle sorun da yok ama laiklik mitingi de yapmaz. Tansu Hanım katılmaya birden bire karar verdi. Türkeş ve Karayalçın ile birlikte üçü kürsüye çıkıp konuşma yaptılar. Onları kim ikna etti? Soru budur.
Sormadınız mı siz danışman olarak Tansu Çiller'e, kim(ler) nasıl ikna etmişler kendisini?
Sordum kendisine ama soruma net bir cevap vermedi. Dikte ettirilmiş belli. Çünkü bu siyasi bir karar değil. Zaten Türkeş'i Karayalçın'ı ve Çiller'i kürsüde laiklik mitingi adı altında bir araya getirmek kolay bir şey değil. İşte ben bu mitingi kimler yaptırdı diye soruyorum. Bu sorunun cevabının bulunması lazım. Şu ana kadar ben bulamadım. Şimdi görüyorum ki, o miting 28 Şubat'a giden süreçte ilk adımdı.
Nasıl yani?
Laiklik mitingi altında üç büyük parti başkanının sahiplenmiş görüldüğü mitingde otomatik olarak topluma verilen mesaj, şeriat geliyor, oldu. Çünkü bu mitingden bir süre sonra Refah Partisi 27 Mart yerel seçimlerinde, 1995'te de genel seçimlerde birinci parti olarak çıktı. İşte o mitingle başlayan süreçte birileri toplumu hazırlamaya başladı. Şeriat geliyor korkusu ciddi ciddi işlendi.
REFAH-YOL TÜRKİYE İÇİN ŞANSTI
Sonra Refah-Yol dönemi başladı...
24 Aralık 1995 genel seçimlerinde Refah Partisi birinci oldu. Seçimden sonra Tansu Hanım çok samimi bir biçimde Anavatan Partisi ile bir araya gelmek istedi. Bu birlikteliğin Türk siyaseti için bir çıkış olduğunu düşünüyordu. Bunu gerçekleştirmek için seçim sonuçları bakımından avantajlı olmasına rağmen Başbakanlığı Mesut Yılmaz'a verdi. Ancak o koalisyonu sadece Tansu Çiller'i yok etmek için bir fırsat olarak düşündü. Yakın çalışma arkadaşları da ileriki yıllarda Yılmaz'ın bu niyetini doğruladılar. O dönem Anavatan-Doğru Yol koalisyonu seçeneği çökünce otomatik olarak Refah Partisi hükümet kurma hakkı kazandı. Ya biz ya da Anavatan Partisi işibirliği yapacaktı. Bu işbirliğini önce Mesut Yılmaz denedi, ancak askerler doğrudan doğruya kendisini korkuttular.
Nasıl korkutuyorlar?
Böyle bir şey yaparsan, bunun bedelini ödersin dediler. Mesajlar geldi gitti -ki Mesut Yılmaz Erbakan'dan Başbakanlığı da almıştı- ama bir gecede vazgeçti. Sonra bizim Refah-Yol süreci başladı. Bizim bakış açımız şu idi. Türkiye'de birileri toplumu dindar-laik çatışmasına sürüklüyor. Bu tehlikeli bir fay hattıdır, burada bir kutuplaşma ülkeye çok zarar verir diye düşünüyorduk. Bu koalisyonu da Türkiye'yi böyle bir kutuplaşmadan korumanın bir yolu olarak gördük. Bu koalisyon toplumsal barış iklimi yaratabilir. Refah Partisi'nin temsil ettiği o paralel toplum kitlelerini merkeze taşıyabilir. Bu sağlıklı bir sekülarizasyon süreci başlatır. Tansu Hanım'ın siyasi rezervleri vardı. Sonuçta koalisyon kuruldu ve Başbakan Erbakan oldu. Aslında koalisyon çok iyi başladı. Ekonomide çok radikal kararlar aldılar.
Ne gibi?
Türkiye'de o dönem faiz rantı yiyen bir sektör oluşmuştu. Büyük firmalar bile üretimden çok faizden para kazanır hale gelmişlerdi. Artık büyük firmalar gelirlerini faizden kazanıyorlardı. Devlete borç para veriyorlardı ve çok yüksek faiz alıyorlardı. Bir havuz sistemi ile bunun önünü kestiler. Ondan sonra, bedelsiz ithalat uygulamasıyla yurtdışından daha kaliteli otomobilleri daha ucuza getirmek suretiyle yaklaşık 1 milyar dolarlık bir miktar devlet hazinesine girdi. Onun dışında memura, işçiye, dar gelirliye cumhuriyet tarihinin en büyük zamları verildi ve bütün bunlar denk bütçe anlayışıyla yapıldı. Ekonomi rahatladı. İşte temel sıkıntı da burada başladı. Çünkü bu rant ekonomisiyle beslenen büyük firmalar hükümetin bu uygulamalarından rahatsız oldular.
28 ŞUBAT"I KİM ORGANİZE ETTİ?
Mesela hangi firmalar?
Türkiye'nin büyük firmaları diyelim. Ki bunlar, Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girmesini hiç istemedi. O dönem İstanbul büyük sermayesinin hükümet üzerinde olağanüstü bir baskısı vardı. Ben buna şahidim. Tansu Çiller açıkça tehdit edildi. Gümrük Birliği'ne sokma Türkiye'yi, başın belaya girer dendi. Nitekim Refah-Yol'un kurulmasına bu çevreler şiddetle karşı. İşte 28 Şubat'ın başladığı yer burasıdır.
28 Şubat'ı büyük sermaye mi başlattı?
Benim tezim şudur ki 28 Şubat'ı askerler planlamadı. 28 Şubat, büyük sermayenin icat ettiği bir organizasyondur. Ve bu organizasyon askerler içindeki Ergenekon yapılanmasına yakın insanları biliyordu ve bunları kullandılar. Tabii askerlerin yanında medya da önemli bir güç olarak rol oynadı. Sermaye asker içinde kolayca tahrik edilecek bir grup olduğunu biliyordu. Ekonomik beka kaygılarını askerin diline tercüme ettiler sadece.
Nasıl bir tercüme oldu bu?
Kendi ekonomik varlıklarının tehlikeye gireceğinden endişe ediyorlardı, bu kaygılarını askerlerin beka kaygısı duyacakları ideolojik bir forma dönüştürdüler: Laiklik elden gidiyor, irtica eliyor, dinciler her şeye hâkim oluyorlar gibi. Asker bu uyarıyı, tercümeyi okudu, inandı ve durumdan vazife çıkardı. Devreye girdi. Yani 28 Şubat'ın birinci aşaması büyük sermayedir, o organize etmiştir, planlamıştır, harekete geçirmiştir. Asker burada rol almıştır. Asker devreye girmiştir büyük sermeye de tepede onu yönlendirmiştir yönetmiştir. Çevik Bir yıllar sonra işte Show TV'de yayınlanan bir konuşmasında "Beni kullandılar" demiştir. Çevik Bir bugün kendisinin kullanıldığı söylüyor. Kendisine sorulsa bunun da büyük sermaye olduğunu söyleyecektir.
50 MİLYAR DOLAR UÇTU
Bugün büyük sermaye nerede duruyor?
Büyük sermaye bugünTürkiye'de bir darbe olmasını canı gönülden istemiyor. Çünkü 28 Şubat süreci onlar için de öğretici oldu.
Ne öğrendiler?
28 Şubat'ın siyasi sonuçları kadar ekonomik sonuçları üzerinde de durmak lazım. 2001 krizi dediğimiz şey 28 Şubat'ın biriktirdiği bir tortudur aslında. Toplumun üzerine yüklediği bir kamburdur. Büyük sermaye 28 Şubat'ın önünü açtı, uygulattı ve bu süreçte Türkiye'nin hazinesinden yaklaşık 50 milyar doları yağmaladılar. Yani ekonomik olarak da hedeflerine ulaştılar. İşte o 50 milyar dolara varan o yağma, sonuçta Türkiye'yi 2001 krizine getirdi. Ve büyük sermaye yağmaladığı bu paranın daha fazlasının kaybetti. İşte büyük sermaye bundan bir sonuç çıkardı.
Nedir o sonuç?
Kendileri içinde hayat alanının demokrasi olduğunu anladılar. Yani demokrasinin dışındaki her ortamın riskli olduğunu gördüler.
AK Parti'nin çıkışı ikinci 'dörtlü tahrir' vakasıdır
Siyasi sonuçları ne oldu 28 Şubat'ın?
Refah Partisi tasfiye edildi. Fazilet Partisi kuruldu. Bu partiden iki parti çıktı. Aslında Fazilet Partisi içinde Gül ve Erdoğan hareketinin çıkışı ikinci bir "dörtlü tahrir vakası"dır. Yani nasıl CHP içinde Celal Bayar, Adnan Menderes bir çıkış yaptılarsa; bence Gül ve Erdoğan hareketi de öyledir. Bu açıdan bugün AK Parti hem siyaseti hem uygulamaları ile Demokrat Parti'ye en yakın siyasal gelenektir. 28 Şubat'ın bir başka sonucu da, devlet ile millet arasında bir tampon olan merkez sağın bitişidir. Demokrasinin herkes tarafından değeri anlaşıldı.
Ekonomik sonuçları ne oldu?
24 Ocak 1980 Özal'la başlayan ama yarım kalan iktisadi reform ve devrim Kemal Derviş eliyle gerçekleşti. Bugün IMF'ye artık ihtiyaç duymuyorsak, bu Kemal Drviş tarafından alınan kararlara AK Parti'nin taviz vermeden sahip çıkmasındandır. Gerek siyasi gerekse ekonomik sonuçları sonuçta Mercedes kaportasına sahip bir Türkiye'nin içinde sürekli arıza yapan bir Murat 124 motoru olduğunu gösterdi. Toplum da bunu gördü ve AK Parti'yi tek başına iktidara getirdi. Bu oylar halkın bu sistemi değiştirin siparişidir. Bu 2007'ye kadar da yeterince anlaşılamadı maalesef. Ya da anlaşıldı da temkinli olmak öncelendi. 2007'de en başta Sayın Başbakan 27 Nisan muhtırasıyla bir şey gördü ki, sistemle bürokrasiyle iyi geçinerek bu sistemi değiştirmek mümkün değil. Bu anlaşıldıktan sonra işte bugünlere geldik.
Ne Erbakan ne Çiller Susurluk'u kavrayamadı
DYP neden Susurluk'a sahip çıktı?
Bu sorunuza açık yüreklilikle cevap vereyim. Bir kere ne Erbakan ne de Çiller Susurluk denen şeyin arkasında ne tür uzantılar var bunu pek anlayamadılar. O karanlığı göremediler. O günkü devlet istihbaratının tamamı ve tabii askerler o karanlığın içindekiler konusunda siyasi iktidara hiçbir yardımda bulunmadı. Mesut Yılmaz'ın bu mesele üzerinden bir iktidar postu çıkarma gayretleri hükümeti bir bakıma işin üzerine yatmaya itti. Bugünden geriye baktığımız vakit, haklısınız, bu işin üzerine üzerine gitmek lazımmış. Bu belki hükümeti de kurtarabilirdi.
Ünlü MGK'da, neden siyasiler pasif kaldı?
MGK'ya girmeden önce biz Mümtaz'er hocayla toplantıda neler olabileceğinin senaryosunu yaptık ve Çiller'e bu senaryo karşısında ne yapması gerektiğini söyledik. Kendisine şunu söyledik; "İçeride askerler size yüklenecekler, sert çıkacaklar, üzerinizde baskı kuracaklar. Buna teslim olursanız bitersiniz" dedik.
Ne yapmasını önerdiniz?
Ona; "Milli iradenin temsilcisi olduğunuzu hiç unutmayacaksınız, size sert çıkıldığı anda toplantıdan çıkacaksınız ve çıkışta; Türk demokrasisi ve seçilmiş hükümet tehdit altındadır askeri bürokrasi tarafından tehdit edilmektedir diyeceksiniz. Tansu Hanıma önerdiğimiz beyaz elbisenizi giyeceksiniz arkadaşlarınızı alacaksınız ve Mecliste karargâh kuracaksınız, TBMM'de. Sonra bütün yerli yabancı basını toplayıp diyeceksiniz ki bu Meclis, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Meclis'tir. Görevden almak geriyorsa alın, ne yapılması gerekiyorsa yapın" dedik.
Bir tür sivil itaatsizlik önerdiniz yani...
Hayır tam olarak sivil otorite önerdik. Çünkü gerçekten hükümet böyle bir çıkış yapsaydı ne olacaktı bilmiyoruz. Hiç denmemiş. Bir hayır diyelim, ne olacaksa olsun.
Ama olmadı. Neden yapamadılar?
Korktular demek istemiyorum ama bunu yapamadılar. Bir düşünün yapsalardı ne olurdu? Tansu Hanım Demirel'e güvenemedim dedi. Erbakan hocanın tabiatı ve siyaset tarzı zaten böyle bir şey yapmaya imkân tanımıyordu. Tansu Çiller yapabilirdi bunu ama o da yeterince kendini güçlü hissetmedi. Eminim o 28 Şubat'ta MGK'da asıp kesen Başbakanı aşağılayan insanlar, kediye dönerlerdi. Çünkü Tansu Çiller bir laf etti 28 şubat MGK toplantısından sonra. dedi ki; "En büyük komutan Meclistir, bunu meclise taşıyacağız" dedi. Ertesi gün Genelkurmay Başkanı telefon etti kendisine, ne olursunuz bunu yapmayın biz MGK'da yayınladığı bildiriyi düzeltelim dedi. O da peki dedi. Asker konunun mecliste tartışılacak olmasından korktu. Ancak, Erbakan gazetecilerin bu yöndeki sorusuna "uyduruyorsunuz" deyince, asker bunun blöf olduğunu düşündü ve söz verdikleri için açıklama yaptılar ama söz verdikleri açıklamayı yapmadılar.
28 Şubat açık müdahaledir
Siz 28 Şubat'ı içeriden yaşayan biri olarak askerlerin doğrudan müdahalesine ya da koalisyonu bozan telkinine maruz kaldınız mı?
28 Şubat'a gelineceğine kadar bir kere 27 Mayıs diye önümüzde yaşanmış bir olay var. Ve siyasetçinin beynine bir fotoğraf kıymık gibi sokulmuştur: İpte sallanan rahmetli Menderes'in fotoğrafıdır. O fotoğraf siyasetçinin zihnine öyle bir yerleştirilmiştir ki siyasetçi buna karşı hiçbir şey diyemiyor. 28 Şubat'ta da aynen böyle olmuştur. Asker her şeye doğrudan müdahale etmiştir.
Nasıl yapıyor bu doğrudan müdahaleleri?
Mesela yürütmeye. Size ilk defa bir hatıra anlatayım: Bir gün Tansu Hanım beni aradı. "Başbakan Erbakan telefon etti. Çok üzgün, perişan bir ses tonu var dedi. Çevik Bir kendisini aramış; askerlerin maaşlarını yükseltecekseniz yükseltin yoksa bildiri yayınlayacağız demiş kendisine. Merak etmeyin üzülmeyin ben konuşurum dedim" dedi. Sonra ben Çevik Bir'e yakın bir subaydan duydum ki olay şöyle olmuş. Çevik Bir, yanındakiler gelin toparlanın bakın ne yapacağım demiş. Açmış telefonu Erbakan'a maaşları yükseltin yoksa bildiri yayınlayacağız demiş ve çat kapatmış. İşte yürütmeye açık müdahale. Yargıya da aynı şekilde. Yargı üyelerini Genelkurmay'a çağırıyorsun, hepsini diziyorsun karşına ve diyorsun ki, bu irtica suçuyla siz yeterince mücadele etmiyorsunuz. İrtica Türkiye için en büyük tehdittir. İrtica dediğimiz insanlar da şunlardır diyorsun, koskoca bir topluluğu, bir siyasi partiyi hedef gösteriyorsun. Ve talimat veriyorsun. Biliyorsunuz bazı mahkemelere talimatnameler gitti Genelkurmay Başkanı'ndan. İmzalı rica ediyorum falan diye. Bunlar yayınlandı. Son olarak yasamaya da müdahale etti. Nasıl etti, Doğru Yol Partisi'nin içini boşalttılar. Canlı tanık olarak söylüyorum, partinin içini boşaltan Demirel'in lojistik desteği ile askerlerdir. Milletvekillerini çağırıp çağırıp korkuttular. Açığını bildikleri herkesi korkutarak hizaya soktular. Bakın size önemli bir anekdot daha anlatayım.
Nedir o?
Biliyorsunuz andıç meselesini. Türkiye'nin en çok okunan yazarlarını bir teröristin itirafnamesine monte edip hedef gösterdiler. Aynı adamlar Mesut Yılmaz'ı Başbakan yaptılar ve istedikleri gibi davranmadığı için bu sefer Abdullah Öcalan'ın itirafnamesinin içine Mesut Yılmaz'ı yerleştirmeye kalktılar. Yani Cengiz Çandar'ın başına gelen şey Mesut Yılmaz'ın başına gelecekti. Namuslu bir DGM savcısı önledi. Ona dua etsin. O mani oldu.
Kim yapıyor bunu?
Yapanlar askeri şahıslar. Yılmaz ucuz kurtuldu. Oysa Mesut Yılmaz bunların has adamıydı. Napolyon boşuna dememiş; 'Süngülerle iktidara gelinir ama süngüler üzerinde oturulmaz'.
Yeni Şafak
SON VİDEO HABER
Haber Ara