Neyi beklediğimizi bilmek istiyoruz!
Yıldız Ramazanoğlu, Zaman Gazetesi Yorum Sayfasında başörtüsü yasağı sonrası dünyaya eğitim için dağılan "Muhacir Kızlar"ı yazdı. İşte o dokunaklı yazı...
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-23 21:56:00
CHP Milletvekili Prof. Nur Serter'in 'ikna odası' diye bir şey yaşanmadığını söylemesi, Ufuk Uras'la yaptığı tartışmada konuyu katiyetle reddetmesi iyi oldu.
Üstlenen yok demek, kötü fiil ortada kalmış oldu böylece. Yapılanlar o kadar insan karşıtıydı ki kimse sahip çıkmak istemedi. Bu önemli elbette, hâlâ savunuluyor, gerekçelendiriliyor olabilirdi çünkü.
Öte yandan ne yazık ki yaşandı bu haksızlık: Birçok başarılı genç kız üniversitelerde kayıt sırasından bir suçlu gibi alındı, şuraya, bu odaya, siz bu tarafa, sen şu tarafa, bir dakika siz şöyle geçiyorsunuz ya da alın bu arkadaşı! denilerek gözaltına alınır gibi arkadaşlarının arasından çıkarılıp, suntalarla çevrilmiş bölmelere, kütüphane raflarının arasına, üniversitenin izbe yerlerine götürüldüler, genç yüreklerin taşıyamayacağı bir operasyondan geçtiler maalesef. Kimileri okul birincisi olan çalışkan azimli kızlar hem de. Olayın adı türküler gibi anonim olarak ortaya çıktı 'ikna odası' diye, bu kâbus dolu bölmelerden çıkan rengi soldurulmuş kızların 'beni ikna etmek istediler' demesiyle. Kayıt listelerinde bazı kızların isimlerinin yanına başörtülü (türbanlı) olduğunu belirtmek için büyük harfle ürkütücü bir T işareti konmuştu. Ülke kızlarının istikbali bu insanların eline verilmişti. Bütün bunların erkek bir kameramanın önünde uygulanması, kayda alınması durumu daha da ağırlaştırıyordu. 1998 öğretim yılı başlangıcında İstanbul Üniversitesi Avcılar kampüsünde başlayan uygulama sonra birçok yere yayıldı. Özel görüşme, psikolojik danışmanlık, rehabilite odası da deniliyor ve odalarda genç kızlar kandırılmışlıkla, bir erkeğin kölesi, aydınlanmamış, taşralı ve edilgen olmakla suçlanıyor, düşman, hasta ya da tutuklu gibi davranılıyordu. Para karşılığında mı örtündün, ailende baskı mı var diye tekdir edildikten sonra başörtülerini çıkarmadıkları takdirde hayatlarının nasıl kararacağı izah ediliyordu.
Mevcut öğrencilerin durumu da çok kötüydü. Mazlum Der'in 1996 Kasım raporunda yer alan herkesi şaşkına çeviren olay mesela. İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde okuyan bir stajyer doktor, bütün arkadaşlarının vizitte olduğu saatlerde müze denilen bir odaya orada görevlendirilmiş süsü verilerek hapsediliyor, susarsa devam etmiş gibi kabul edileceği söylenerek gündüzleri burada dört ay boyunca tutuluyordu. Daha dile gelmez birçok şey. Şimdiki zamanı konuşmak ise iyice zor.
KUCAĞINI KAPATMIŞ BİR ANNE GİBİYDİ TÜRKİYE
İşte muhacir kızlar, dünyanın dört bir yanına bu ağır ayrımcılık günlerinden sonra dağılmaya başlamıştı. Gülşen Demirkol'un 28 Şubat Sürgünleri adlı kitabında söyleşisi yer alan, eğitimini Almanya'da sürdüren Kevser Taha "Bana kucağını kapatmış bir anne gibiydi Türkiye." der. "Müslüman bir ülkede üniversite sıraları başörtülü olanlara karşı çok sıkı güvenlik tedbirleri alınarak korunuyor, burada ise dersler rahat bir şekilde takip edilebiliyor." diyordu. Tatiller için her gelişinde Türkiye'deki yasağın daha da içselleştirildiğini, sineye çekildiğini gördü.
Frankfurt'ta karşılaştığım bir genç kız, burada saygıyla ilmini paylaşan hocaların derslerinde anlatılanları kendi deyimiyle nasıl da sünger gibi emdiğini, herkesten fazla çalışarak kısa zamanda mezun olup mastıra başladığını anlatıyordu. Engellenmeler ve kaybedilen zaman onu daha da hırslandırmıştı.
Üniversite eğitimi için Amerika'ya giden Fatma ise ülkesinde böyle bir sorun olmasından utandığından kimseye bahsetmek istememişti oralarda. "Kimseye inandırıcı gelmiyor zaten." diyordu, Müslüman halkın yaşadığı ülkede böyle bir sorun yaşanması. Fatma, okulunu bitirmesine bir yıl kala başörtüsü yasağı yüzünden okuldan atıldığını kimseye söyleyememiş. Burada bu yüzden her şeye en baştan başladığını da. Batı medeniyeti karşısında kendi değerlerinin de olduğunu, hatta onların üstün yanlarını savunurken kendi ülkesinde bu değerleri savunduğu için üzerinin çizildiğini anlatamazdı. Bu yaman çelişki yüzünden ülkesinden kovulduğundan söz etmeye utanmış Fatma. Ülkesinin değer vermediği insanlara başkaları da değer vermeyebilir diye düşünmüş, oradaki saygınlığını zedelemek istememiş. Ukrayna'ya giden Zeynep ise hem utandığından, hem de böyle bir yasağı akıllarından bile geçirmeyen Ukrayna kurumlarının etik bir bozulmaya uğramaları endişesinden bahsedememiş hiç kimseye.
Azize de Viyana'da yasaktan bahsetmemiş. Daha iyi bir eğitim düşündüğü için buralara geldiğini söylemiş. Viyana'ya gitmeden önce birçok sınıf arkadaşı ona destek vermiş, seni en arka sıraya oturtalım, kimse görmez, koruruz demişler ama o yine de bu kötülüğe katlanamayacağını düşünmüş ve herkese kırgınlık duymuş içinde. Orada da Anadolu'dan gelen kızların Avrupai yaşama çok çabuk ayak uydurmalarına tanık olmuş. Bunu iyilikle anıyor. Fakat mesela kızların bisiklete binmesi son derece doğalken kimi tutucu çevreler bu gelişmeleri sılaya bozulma emaresi olarak yansıtabilmiş. Üniversiteli kızlarla beraber Viyana'da Türklerin ve Müslümanların imajının değiştiğini söylüyor Fatma.
Yasaktan kurtulmak için her yıl yeniden kazanmak suretiyle Türkiye'nin üniversitelerini dolaşan, sonra Kıbrıs'ı deneyen, yasak oralara da ulaştırılınca Şam, Ürdün, Sudan, Kanada diye gezegene dağılan nice kızlar tanıyorum.
Almanya, Amerika, Avusturya, Azerbaycan, Bosna, Bulgaristan, Çin, İngiltere, İran, Kanada, Kıbrıs, Makedonya, Malezya, Mısır, Pakistan, Romanya, Sudan, Suriye, Ukrayna, Ürdün ve daha birçok ülkeye giderek önemli tecrübeler edinen genç kızların bu deneyimlerinin Türkiye'ye geri dönüşünün nasıl olacağını söylemek için henüz erken. Çünkü özellikle Batı ülkelerine gidenler Türkiye'de baskı ve yasakların hâlâ devam ettiği, Avrupa ve Amerika'da diplomalarının geçerli olduğu, kıratlarına uygun iş bulabildikleri gerekçesiyle dönüşü erteliyorlar. Demirkol'a göre bizde birçok Batı üniversitesinin denkliği bile bu kızların Türkiye'ye dönüşte de tutunamaması için kaldırılmıştı.
Yıllar geçti, yasak hiçbir hukukî gerekçesi olmadığı halde aynen sürdürülebiliyor. Bu ağır ihlalin son bulması için beklendiği söylenen toplumsal mutabakat en üst düzeyde olduğu halde. Ak Der'in imzaya açtığı '28 Şubat 1000 yıl süremez mi diyorsunuz: Kaldırın başörtüsü yasaklarını' başlıklı bildirisine atılan imzaların geniş temsil kabiliyetinden açıkça okunuyor bu. Neyi beklediğimizi ise hiç kimse bilmiyor.
Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara