Açılım çiye?
Hükümetin başlattığı "Açılım"la ilgili Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan çobandan profesöre, mevzideki korucudan köydeki ağaya halk neler düşünüyor ve bekliyor?
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-08 11:51:00
Osman Sağırlı - Cemil Yıldız'ın haberi...
“Köyümüzün ismi ‘Kelkum’ olduğundan bize Hristiyan gözüyle baktılar. Ama ben iki defa hacca gittim” diyen muhtar, yatacak yerleri olmamasına rağmen ilk fırsatta Müslüman olduklarını haykırır gibi cami inşa ettiklerini ifade etti.
BAŞLARKEN
Ahmet ve Mehmet iki asker arkadaşıdır. Tezkere aldıktan sonra da birbirleriyle irtibatı kesmezler. Bir gün Mehmet, Ahmet’in evine misafir olur. İzzet, ikram o biçim. Kurduğu sofralarda bir kuş sütü eksiktir. Bir iki ay sonra da Ahmet, Mehmet’in köyüne misafir olur. Ama o arkadaşı gibi zengin değildir. Kara kara düşünür, kahvaltıya ne çıkaracak? Sofrasını özenli bir şekilde odanın ortasına yerleştirir, üzerine de bir bardak süt koyar. Mahcup bir şekilde, “Tertip, hani ben size gelmiştim ya! Sofraya yoğurt, kaymak, yağ ve çeşit çeşit peynir getirmiştin ya ?”, “Eeee?” der arkadaşı, “Hah işte o peynir de, yağ da, kaymak da bu sütten oluyor!”...
21 Ağustos 1935’te İnönü tarafından hazırlanan 1990 yılına kadar sümen altı edilen, “Şark Islahat Planı” başlıklı 27 maddelik rapor ortaya çıktığında yıllardır Doğu ve Güneydoğu’daki terörün, 40 bin insanın ölümünün, bölgenin geri kalmışlığının 75 yıl öncesine dayandığı da anlaşıldı. İşte yıllar sonra devlet bölgede yapılan yanlışları fark etti ve Milli Birlik ve Kardeşlik Projesini devreye soktu. Halk arasında açılım olarak dillendirilen bu projeyi muhataplarına sormak için yollara düştük.
TEDBİRİ ELDEN BIRAKMIYOR
Köy evinde aile reisi Ağa Aküz, eşi Saliha ve çocuklarıyla otururken, evin hanımının getirdiği nüfus cüzdanlarına bakarak çocukların yaşlarıyla görüntülerini mukayese etmeye çalışıyoruz. Bu arada evin reisinin silahı ‘tedbiri elden bırakmayalım’ dercesine duvarda asılı duruyor.
BUYURUN KİMLİKLERİMİZ
Odada çıt çıkmıyor. Herkes suskun, çocuklar göz ucuyla bizi süzüyor. Tek kelime Kürtçe konuşulmuyor. On dakika sonra ortaya sofra getiriliyor, ardından da evin hanımı kendisinin eşinin ve çocuklarının kimliklerini getiriyor. Kimlikleri kim istemişti ki!
Türkiye’nin hararetle tartışmaya devam ettiği demokratik açılım sürecine objektif açıdan katkıda bulunmak ‘çorba’da bizim de tuzumuz bulunsun niyetiyle başladığımız Doğu ve Güneydoğu programımızın ilk durağı Diyarbakır’dayız. Şehir alabildiğine tenha. Akşam saatleri ama Dağkapı ve Ofis semtlerinde kimse yok. Yine bir yerlerden talimat gelmiş meğerse! Esnafın çoğunluğu kepenk kapatmış. İstersen kapatma!
Şehir merkezindeki bu şok, dolayısıyla demokrasinin inkıtaya uğraması en az iki üç gün daha sürer. Buralardan şimdilik uzaklaşmak gerek.... Sabahın 6’sı Diyarbakır’ın en meşhur çorbacısına uğrayıp Dicle’ye yol alıyoruz. Nehrin bir sağına bir soluna geçiyoruz yol boyunca. Kale tarzı korucu nöbet noktalarından birinin önünde duruyoruz. İçeriden gelen “şak-şuk” seslerinden şarjörlerin takıldığı, emniyet kilitlerinin açıldığı anlaşılıyor. Selam verip kendimizi tanıtınca eli silahlı, sivil giyimli 55-60 yaşlarında iki kişi dışarı çıkıyor. Silahlar havaya mı, yoksa bize mi bakacağını şaşırmış şekilde, adamların elinde pervane oluyor. Yaşlı olanı tedirgin bir sesle, “Sabah sabah ne işiniz var burada? Ne istiyorsunuz ?” diye soruyor.
Mehmet ve Hasan amcayla kaynaşıyor açılım muhabbetine başlıyoruz. İkisi de dertli mi dertli. Biri 23 diğeri 22 senedir koruculuk yapıyor. Mehmet amca, “Artık yorulduk. Bir an önce kim ne yapacaksa yapsın. Ömrümüzü nöbet kulübesinde silahla geçirmek istemiyoruz” diyor. Hasan amca 8 çocuğunun yüzüne hasret kaldığını, dağlara operasyona gittiklerini anlatıyor.
İş yaşlarını sormaya geliyor. Biri 59 diğeri 55 yaşında olduğunu söylüyor. Not alırken Mehmet amca ısrarla yaşını 54 olarak yazmamızı istiyor. “Sana faydası olacaksa 28 bile yazarız” deyince, “Bizi 55 yaşında emekli ediyorlar. Yok yere 680 liralık maaştan olmayalım. Neme lazım siz 54 yazın” diyor. Duruma bakılırsa Mehmet amca 4 senedir emekli olmadığına göre, nüfus memurunu bile ikna etmiş. Yüce devletimiz rıza gösterdikten sonra bize ne canım!
HEWAL BASILDIK
Yolda bir korucu gözetleme kulesi daha Biri pala bıyıklı, diğeri genç üniformalı iki korucu turluyor. ‘İyi fotoğraf olur’ düşüncesiyle onların yanında da duruyoruz. “Size çay yapalım” teklifi ile kulübeye giriyor, gürül gürül yanan sobanın yanına çöküyoruz.
Pala bıyıklı olanı telefon kulağında dışarı çıkıyor, “Alooo hee hee benem hewal, 21 GD...” Bu bizim aracın plakası. Plakayı kime verdiğini soruyoruz, inkar ediyor. Kalkmak istiyoruz, oturmamız için ısrar ediyorlar. Bir şeylerin ters gittiği ortada. Çok geçmiyor bir astsubay, bir korucu ağası, dadaş barı oynamaya hazır vaziyette, elleri bellerindeki tabancaların kabzasını okşar şekilde tepemize dikiliyor....
Meğerse bizim pala elimizdeki fotoğraf makinesini silaha benzetmiş, ‘basıldık’ diyerek ihbar etmiş. Havadan nem kapmış yani. “Köylerimiz kimlere emanet vah ki ne vah. Hayatında fotoğraf makinesi görmemiş adama bir de silah vermişsiniz” serzenişlerimiz arasında astsubayın nezaretinde Dicle’deki karakola gidiyoruz. Bir yandan mis gibi çaylarımızı yudumluyor, bir yandan da nezaket kuralları çerçevesinde meramımızı anlatıp çıkıyoruz.
ORADA BİR KÖY VAR...
85 kilometrelik Diyarbakır Dicle yolculuğumuz sırasında daha ilk günde başımıza gelmeyen kalmıyor. Biri yaşını küçültüyor, öteki fotoğraf makinesini büyütüyor. Yok yok olacak gibi değil! Buralarda herkes sokak tiyatrosu oynuyor sanki. Aklı başında bir adam bulamazsak menfaat çarkında bilgi kirliliğine düçar olacağız.
Diyarbakır’daki bir meslektaşımızı arıyoruz. Kelekçi diye bir köyün ismini veriyor. Köy yakılmış, yıkılmış yeniden imar edilmiş. Kahvehane önünde oturan yaşlılara köyü soruyoruz kimse bilmiyor. Esnaflardan biri, “Kürtçe ismi ‘Kelkum’ Kelekçi diye sorarsanız kimse bilmez orayı! Elazığ, Bingöl, Diyarbakır üçgenindeki son köy” diyor ve yolu tarif ediyor. İki saatlik bir yolculuğun ardından, hayli dik bir rampa sonrası köydeyiz. Aracın sesiyle camlara üşüşen insanlar, vebalı görmüş gibi geri çekiliyor. Sokakta oynayan birkaç küçük bizi fark ettiklerinde toz oluyorlar. Kapının birini tıklatıp muhtarı soruyoruz .“Caminin önüne gidin oraya gelir” diyorlar. “Muhtar benem buyirın ne istiyorsuuzz?” diyen tonton bir adam çıkageliyor.
SAYIN DEVLETİM ÖZÜR DİLERİM
Açılım için geldiğimizi söyleyince Muhtar Harun amca köyün, daha doğrusu köylünün hikayesini anlatmaya başlıyor: “1991 yılıydı. burası basıldı. O zaman korucularımız vardı. Yardım istedik ama asker ancak sabah gelebildi. Köyümüz korucular yüzünden basıldığından silah bıraktık. Asker zamanında gelemeyecekse hedef olmanın anlamı neydi? Birkaç ay sonra karşımızdaki Boğazköy’e yakın alana yine bir baskın oldu. Üç korucu şehit düştü, 3’ ü de yaralandı. Bu defa bizim köye yönelik baskılar artmaya başladı. Bizi örgüte yardım yapmakla itham ettiler. 92 yılıydı, köyümüz gece basıldı ve yakıldı. ‘Terk etmeyeceğiz’ diyerek direndik. Sonra bir daha yaktılar. Son geldiklerinde ise köyü ahırlardaki hayvanları dahi alamadık. Her birimizi bir yere. Bir kısmımız Diyarbakır’a bir kısmımız da Adana ve Mersin’e gönderildik. Düşünebiliyor musunuz? Diyarbakır’da 5-6 aile bir eve doldurulduk. 300 hanelik köy bir anda boşaldı. Suçumuz neydi? Köyümüzden bir tane dahi hain çıkmamıştır, buna yemin ederim. Gelin görün ki yıllarca süründük. Arazi, hayvan sahibi insanlar sağda solda hamallık yaptı. Hem de yıllarca. 2001 yılında Tantan içişleri bakanıydı. Birkaç defa mektup yazdık, özür dileyip, köyümüze dönmek istediğimizi söyledik. 2002 yılında bu hükümet döneminde izin çıktı ”
70 MİLYON DAHA GELSE...
Sorgusuz, sualsiz bir gecede terörist ilan edilip, 10 yıllık sürgünden sonra hatıraların dahi ateşe verildiği bir köye geri dönmek nasıl bir duyguydu? Bunu anlatmak tabii ki imkansız. Zaten Kelekçi Köyü’nün sakinleri de bunu dillendirmiyor. Onlar devletle barışmış. Hükümet de köye dönüşleri sırasında yakılan evlerin yerine yenisinin yapılması için 95 torba çimento, 650 tuğla, 2 tona kadar demir vermiş. Kısa sürede köyde 136 hane yeniden imar edilmiş.
Biraz da açılımdan dem vuruyor Muhtar, “Gül gibi geçinip gidiyoruz işte. Bu ülke 70 milyon, bir 70 daha gelse onlar da sığar. Ne gerek var kavgaya dövüşe” diyor ve ekliyor: “Bu mesele kimin hesabına gelmiyorsa o bunun tersine çaba gösteriyor demektir.”
Muhtar efkârdan sıyrıldığı anda ayaküstü konuştuğumuzu hatırlıyor. “Yahu çok ayıp oldu, haydi bize gidelim” diyor. Yolda eşekle su taşıyan kadınlar ve çocuklarla karşılaşıyoruz. Bir iki fotoğraf çekme isteğimiz, köy odalarında konuşulan yabancılara yönelik efsanelerden etkilenen çocukların vaveylasına takılıyor. Bir evin önünde muhtar yaşlı bir teyzeyi gösteriyor ve “Bakın bu Azize ana. Yıllarca sürgün edilen bu kadıncağız, asker oğlu Ramazan’ın yolunu bekliyor” diyor. Tek kelime Türkçe bilmeyen Azize ana bizi evine davet ediyor. Erzurum’daki asker oğlunun yerine koyup boynumuza sarılıyor. Ramazan’ın eşi Fatma ve kızı Çicek de ısrarla içeri girmemizi istiyor, muhtar “Bize gideceğiz” diyerek kabul etmiyor.
HERKES BİR YANA KAÇIŞTI
Muhtarın yeğeninin evine varıyoruz. Kapıdan girmemizle birlikte ev ahalisinin her biri bir tarafa kaçışıyor, yarı aralık kapılar kapanıyor. Küçük odaya yönlendiriliyoruz. Muhtara ev ahalisini soruyoruz. İçeri doğru sesleniyor, “Ağaaa, Cemiiil!” başları önünde baba oğul odaya giriyor. Peşlerinden dört küçük çocuk daha. Yer minderlerine tam karşımıza denk şekilde sıralanıyorlar. Çocuklar göz ucuyla bizi süzüyor. Tek kelime Türkçe, Kürtçe yok. Sanki cenaze evi. Muhtarın çakmağı odadaki sessizliği bozuyor. On dakika sonra ortaya sofra getiriliyor; ağzına kadar doldurulmuş üçer tabak zeytin, peynir, bal, yoğurt ve yumurta. Ağa’nın buyrun komutuyla sofradayız. Çıtır çıtır tandır ekmekleri, sobanın üzerinde ısıtılıp servis ediliyor. Yemek bitiyor. Evin hanımı bir deste kimlikle geliyor. “Buyrun” diyerek ev ahisinin kimliklerini uzatıyor. İyi de kimlikleri kim istemişti ki? Muhtar, “Buralarda yabancıya kimlik göstermek adettendir” diyor. Babanın ismi Ağa, anneninki Saliha çocuklar ise Cemil (12) , Ceylan (21) , Hayriye (7), Kader (4), Pınar (5), Muhammed (2)... Cemil sakal tıraşı olmaya başlamış ama 12 yaşında. Çocukların görüntüleri ile kimlikteki yaşları birbirine uymuyor.
Baba Ağa Akyüz, çocukların kimliklerini köye dönüş yaptıktan sonra çıkardığını anlatıyor. Sebebini sorunca “boşver” diye geçiştiriyor. Çocukların hiçbirinin okuma yazma bilmediği de ortaya çıkıyor. Ağa bunu da geçiştiriyor. Israr edince köpürüyor, “Okuyip ne olacek. Köy mü basecekler!”
SİZ HRİSTİYAN MISINIZ?
Muhtarı da alıp Dicle’ye doğru yola çıkıyoruz. El yordamıyla bulduğu radyo istasyonunda Kürtçe, “Çıma çıma yar yar çıma” diye nakaratları olan bir türküye elleriyle tempo tutuyor. Bir ara radyoyu kapatıp “dur hele” diyor. Vücudunu hafiften bize döndürüp anlatıyor; “Bu durduğumuz yer var ya. İki yıl öncesine kadar burada yol kontrolleri olurdu. Köye yeni döndüğümüz yıldı. Kimliklerimizi ister, ‘hangi köydensin?’ diye sorarlardı. Kürtçe ismiyle ‘Kelkum’ dediğimizde ‘bunlar Hristiyan köyüymüş’ derlerdi. Alnı secde gören insanlar olarak (ki ben iki defa hacca gittim) Hristiyan muamelesi görmek zorumuza gitti. Evlerimizden önce kocaman minaresi olan bir cami inşa ettik. Bu defa da köye gelip ‘niye okul yapmadınız’ diye sordular. Artık dayanamadım. Yahu el insaf, bize okuma yazma sormadınız ki, ‘siz Hristiyansınız dediniz’ dedim. Bu defa köye okul yapılması için müracaat ettik. Üç köye ortak bir okul yapıldı.” Açılımı kendi içinde gerçekleştiren bu köy gibi daha niceleri bizi bekliyor onları da sonraki günlerde anlatalım...
İŞ, AŞ VE ISINMAK İÇİN TAŞ OCAK
Akyüz ailesi çayını çorbasını, aşını ekmeğini bu taş ocakta pişiriyor. Sıcaklığın zaman zaman sıfırın altına düştüğü evde; Hayriye (7) , Pınar (5) ve Kader (4) tandırın başında ısınmaya çalışıyor.
> YARIN: Ayrı devlet isteyen NAMERTTİR
SON VİDEO HABER
Haber Ara