'Güle güle oturun paşam!'
Bu ülkeyi Osmanlı’nın son dönemlerinden beri krize sokan darbeler tarihi tartışılırken, Ragıp Zarakolu'ndan bir fıkra; "Güle güle oturun paşam!"
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-02-28 15:13:00
Özgür Açılım Platformu ve Sosyal Bilimler Kulübü, 26 Şubat’ta İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul Kampüsü’nde “Türkiye’de Darbeler Tarihi” başlığıyla bir panel gerçekleştirdi. Yoğun bir katılımın olduğu programın konukları; Sibel Eraslan ve Ragıp Zarakolu idi.
Oturum başkanı Tuba Metin 28 Şubat Darbesi yıldönümüne iki gün kala hazırlanan bu programın öneminden bahsettikten sonra sözü ilk önce Ragıp Zarakolu’na bıraktı. Zarakolu, “bu konu çok ağır bir konu belki haftalarca tartışsak bitmeyebilir. Lakin, Türk Darbeler Tarihi Türkiye Tarihi gibi bir şeydir” diyerek sözlerine başladıktan sonra şu şekilde devam etti;
İLK MODERNİST DARBE BABIALİ BASKINIDIR…
“Biz modern dönemin darbelerini biliyoruz ama Osmanlı dönemine baktığımızda da görüyoruz ki, ordu her zaman politikanın bir ayağını oluşturmuştur. 1825’teki Vaka-i Hayriye olayına kadar Yeniçeri Ayaklanmalarını vb. olayları biliyoruz. Modern ordunun kuruluşu ile bu ayaklanmaların biteceği düşünüldü fakat modernizm ile birlikte yine askeriyenin önemli bir faktör olduğu görüldü. Hatta 1876 Anayasası bile görece bir darbe olayının sonucunda gerçekleşmiştir. Günümüze kadar yapılan bu anayasalara baktığımızda, bunların hiçbir zaman hayata geçirilemediğini görüyoruz. Bu anayasalar Batı’daki durumun aksine bir türlü uygulanamamıştır. İlk modernist darbemiz Babıali Baskını’dır. Balkan Savaşı bahanesi ile ordunun içindeki Prusya eğitiminden geçmiş genç zabit kesim, o dönem vatanı kurtarma operasyonunu başlattılar ve vatanı kurtarma operasyonu hala bitmedi.
Kurtarıcılardan kurtulunduğu vakit hakikaten özgür bir ülke olacağız herhalde… Türkiye 1945’te çok partili rejime geçme kararı aldığında da yine tek parti mantığı devam ediyordu. Her zaman devletin tavrında “bir şey gerekiyorsa onu ben yaparım”ın tekelciliği vardı. “Eğer sendikal hareketi kurulacak ise onu da ben kurarım (TÜRKİŞ bunun sonucudur), eğer Müslümanlık getirilecekse bunu da ben getiririm, eğer komünist olunacaksa bunu da ben yaparım” gibi bir yaklaşım her zaman hakim oldu. Zaten kurucu ideoloji bu uygulamayı meşrulaştırıyordu. Varolan ideoloji kutuplaşmalardan sürekli istifade etti. Ve kutuplaştırma politikası artık en güçlü silahları oldu. Hatta solculuğun bugünkü kadar kolay olmadığı dönemlerde bir subay tanıdığımız Nazım Hikmet’in şiir kitabını bulundurmaktan dolayı ordudan atıldı ve hiçbir yerde iş bulamaması sağlandı.
“PAŞAM GÜLE GÜLE OTURUN!”
Ve yine 1960 Darbesi’nde mebus evlerine yakın bir yerde oturuyorduk ve Yassı Ada’da yapılan türlü işkenceleri duyuyorduk. Sanırım bunları duymanın bana faydası oldu. Ve çıkardığım ders şuydu; orduya hiçbir şekilde güvenmemek gerekir! Ordu eğer kurtarıcı olarak geliyorsa mutlaka bunun bedelini de ödettiriyor. Biz ortaokuldayken öğretmenlerimiz bizi toplayıp 1961 Anayasası’na destek mitinglerine götürüyorlardı. Ortaokul öğrencilerinin ne işi var burada kimse demiyordu. Yine 1975-80 arasında Türkiye ciddi manada bir iç savaş yaşadı. Özel Harp gibi kurumlar Türkiye’deki bu çatışma ortamını kışkırttılar. 12 Eylül Darbesi de sola büyük bir darbe vurmak için yapılmıştı. Ki Türkiye’de bu anlamda ciddi bir “solkırım” yaşandı. Ve hala Türkiye’de toplumsal bir hareket olan sol toparlanamadı. 28 Şubat olayıyla da toplum mühendisliğine başlandı. 28 şubat sonrası siyasal yapılanma da bu ortamın ürünü oldu. Türkiye’de oluşturulan aşırı milliyetçilik ve şovenizm havası da bu senaryonun bir parçasıydı. İç düşmanlar yaratıldı. Farklı siyasal eğilimler şeriatçılık, bölücülük şeklinde tanımlanarak farklı siyasal eğilimler bir tehdit olarak görülebiliyordu. Şimdi paşalara güle güle demek gerekiyor. Bir fıkra vardı, yalakalar kürek çekiyor bir kayıkta bir de paşa var. Paşa anlatıyor. Yalakalar da ‘paşam ne güzel söyledin, aman ne güzel konuştun’ diyorlar o sırada kayık bir kayaya oturuyor. Paşa ‘kayaya oturduk, şimdi ne yapacağız’ diyor. Yalakalar da diyorlar ki; paşam güle güle oturun… Bugünkü durum budur” diye konuştu.
“DARBECİLER YARGILANMALIDIR!”
Darbeciler yargılanmalıdır diyen Zarakolu, cinayet cinayettir. Ve 10 emirden bu yana cezalandırılması gereken bir şeydir. Eğer siz bazı politik gerekçelerle öldürmeyi meşrulaştırıyorsanız bu vahim bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye’deki bu cezasızlık durumu sona ermelidir. Yunanistan’da darbe olmuyorsa artık bunun cezası olduğu içindir. Eğer siz askeri darbe yapanı Cumhurbaşkanı yapar bir de anayasa yaptırırsanız darbecilerin sonu tabii ki gelmez. Yunanistan’da darbeci askerler hapisteydiler ve belki tam da Kenan Everen’in Marmaris’te resim yaptığı yerin karşısında kalıyorlardı. Nazi askerleri de insanlığa karşı işledikleri suçtan dolayı ölene kadar hapiste kaldılar. Yani bu işin bir bedelinin olması gerekiyor. İnsanlığa karşı işlenen suçlar zaman aşımına tabii değildir. Bu bakımdan da Türkiye’deki yurttaşlara karşı işlenen suçlar da karşılıksız kalmamalıdır. Mustafa Kemal’in evine bomba atan adam, provokatördü ve vali oldu, devletten emekli oldu. Keza 6-7 Eylül olaylarından dolayı bu ülkede bakanlar yargılandı, vali yargılandı, başbakan asıldı. Bu cezasızlık ve dokunulmazlık sona ermelidir.
ERASLAN; “METASTAS YAPMIŞ HABİS URLAR OLARAK TANIMLANDIK!”
İkinci olarak söz alan Eraslan, Osmanlı’dan bu güne askerin halk ve medya üzerindeki baskılarını anlattı. İttihat ve Terakki’nin ne kadar cuntacı bir yapılanma olduğuna da değinen Eraslan, Hasan Fehmi Bey’in vurulması olayını ve sonrasında yapılan müdahalelerin günümüzde yaşanan olaylara benzediğini kaydetti. Gazetecilerin öldürülmesi ve bundan sonra da cuntacıların daha rahat hareket edebilecekleri kaosun oluşması bizim eski bir pratiğimiz diyen Eraslan sözlerine şu şekilde devam etti; “ben 1980 Darbesi olduğunda onüç yaşındaydım, dolayısıyla ciddi bir şekilde hissetmedim. Fakat 28 Şubat Darbesi’ni hem başörtülü bir kadın olarak hem de mesleğim gereği hukuki bir sorunla karşı karşıya olduğum için çok ciddi olarak yaşadım. Ben bu süreci kesintisiz bir darbe sürecinin devamı olarak görüyorum. Tabi süreçle alakalı olarak hepimizin hatıraları var çünkü burada yaşıyoruz. Bu sadece askerlerle siyasi partiler arasında olan bir güç gösterisi değil, devletle insan arasındaki bir mücadeleydi 28 Şubat. Darbe dediğimi şey önceden hesap edilemeyen bir gerçekliktir. Bir de sterilize edilmiş bir toplum algısı var. Ve bu norm olarak size sunuluyor. Eğer siz dikte edilmiş normlara uymadığınız takdirde anormal olarak görülüyorsunuz. İkinci sınıf olarak görülen ötekinin bastırılması amaçlanmıştır tüm darbelerde” dedi. Türkiye’de anayasal düzenden de bahseden Eraslan, “bizi metastas yapmış habis urlar olarak ve aydınlatılması gereken zavallılar olarak tanımladılar ve kimliklerimizi yok saydılar” dedi.
“KÜÇÜKKÖY İMAM HATİP LİSESİ’NE KESKİN NİŞANCI GÖNDERİLDİ…”
Eraslan; “Başörtüsü yasağı Türkiye’nin en uzun boylu yasaklarından biri ve Türkiye’nin en uzun boylu sivil itaatsizliği de başörtüsü direnişidir. Daha önce biz öğrenciyken de yasaklar oldu ama direnişler sonucunda yasaklar aşıldı. Fakat 1997’de yasak sistemli bir hale geldi. Ve her yerde uygulanmaya başlandı. Kadınlar üzerinden götürülen bir hesaplaşma oldu ve Merve Kavakçı örneğinde olduğu gibi ‘bu kadına haddini bildirin’ dedi bir başbakan ve kadına haddi bildirildi. Önce meclisten sonra vatandaşlıktan atıldı. Bu dönemde küçücük ortaokulda okuyan çocukların kollarına başörtülü okula girmek istemeleri sebebiyle kelepçeler takıldı. Karakola onların avukatlığını yapmak için gittiğimizde bizi de tutukladılar. Ve hatta Küçükköy İmam Hatip Lisesi’ne keskin nişancı gönderildi. Karşıda duran iki apartmana yerleştirildi. Bunların fotoğrafları benim elimde var” diye konuştu.
“BİRŞEY YAPTIĞIMIZ İÇİN DEĞİL, BÖYLE OLDUĞUMUZ İÇİN YARGILANDIK!”
İkna odalarından da bahseden Sibel Eraslan, “başörtülü olarak üniversiteye girmek isteyen kızlar bir psikolog, bir polis ve birkaç öğretim üyesi tarafından bu odalarda ikna edilmeye çalışıldı. Bazı sorular yöneltiliyordu burada, örneğin; babasından dayak yeyip yemediği, ileride evleneceği kocasından dayak yeme ihtimalinin olup olmadığı gibi. Ve başörtünüzü çıkarıp okumazsanız hayatınız kararır tarzında yönlendirmelerde bulunduklarını biliyoruz. 1990’larda medya da rejimin yanında söylemlerini arttırdı. Hürriyetin de ifade ettiği gibi bunlar, silahsız kanadı oluşturuyorlardı. Ve Batı Çalışma Grubu ortaya çıktı bu dönemde. İronik bir şekilde bu grup sorgulanmadı bunu deşifre eden kişiler sorgulandı. Bu dönemde feci bir toplumsal fişleme yaşandı. Camdan bir fanusun içerisine hapsedilmiş gibiydik hepimiz. Faşizm anlatılırken şöyle anlatılır; Faşizm neyi yaptığı ya da neyi yapmadığı üzerinden değil, öyle olduğunuz için yargılar sizi... Biz böyle olduğumuz için yargılandık” dedi. Ve 1980 Darbesi’nden hatırladıklarını anlatan Eraslan “her sabah Kenan Evren bir yere gitmiş ziyaretinde sokaklarda jimnastik yapıldığını öğrenmiş, bu yüzden de bize her sabah jimnastik yaptırılırdı. Tabii yaptığımız jimnastikler daha sonra 28 Şubat’ta, eylemlerde polisten ve coplarından kaçarken işe yaradı” diye konuştu.
"Yargıdaki askeri ve sivil yargı ayrımı, hukuktaki çift başlılık Ragıp Bey’in ifade ettiği bu dokunulmazlık ve cezalandıramamalık durumunu da ciddi anlamda etkiliyor. İlk olarak yargı birliğinin, ikinci olarak da yargı tarafsızlığının sağlanması gerekir ki darbeciler yargılanabilsin" diye konuşan Eraslan, “darbeler açık bir halk düşmanlığıdır” diyerek sözlerine son verdi.
Fotoğraf: Cihat Caner
SON VİDEO HABER
Haber Ara