Dolar

34,8720

Euro

36,6712

Altın

3.049,00

Bist

10.058,47

Köle ayaklanmalarından Haiti devrimine

Yüzyıllar boyu sömürülen ülke Haiti, deprem sonrası da emperyalist ülkelerin işgaline uğradı. İşte geçtiğimiz yıllarda Haiti'ye giden A. Faruk Ünsal Haiti gerçeğini yazdı...

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-01-21 17:31:00

Köle ayaklanmalarından Haiti devrimine
Ahmet Faruk Ünsal* / TIMETURK

“…köleliğin doğal nedene dayalı olarak sözkonusu olduğu ülkelerle köleliği doğal nedenlerle reddenler arasında bir ayrım ortaya konmalıdır. Doğal kölelik dünyanın belli özel bölgeleriyle sınırlı olmalıdır …”

“…şeker, eğer üretimde köleler kullanılmasaydı çok pahalı olurdu…”

FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYIN

Montesquieu, Yasaların Ruhu, 15. Kitap, Bölüm 7 ve 5

İstanbul’un 1453’te Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle Akdeniz’in bundan böyle Asya-Batı Avrupa ticaretini güvenli şekilde sağlamaktan uzak bir güzergaha dönüşmesi, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğinin ilham ettiği “sürekli batıya giderek Hindistan’a arkadan ulaşma” emelini artık göze alınabilir bir maceraya dönüştürüyordu. Kıtlık, veba ve diğer salgınlar Avrupa’yı kırıp geçiriyordu. Baharat gerekliydi. Etler ve yiyecekler konserve edilmeliydi. Hindistan aynı zamanda altın ve belki de köle kaynağı olabilirdi. İspanya Kralını ikna eden Cenevizli gemici Cristobal Colon, bilinen adıyla Kristof Kolomb, 3 Ağustos 1492’de Santa Maria, Pinta ve Nina gemilerine aldığı 39 tayfasıyla Atlantik’in karanlıklarına açıldı. Kimi zaman umutsuzlukların, kimi zaman isyanların yaşandığı ama hep amiralin kararlılığı ile süren yolculuğun 68. gününde nihayet karayı gördüler. Bahama adalarıydı gördükleri. Daha sonra Hispaniola adını verdikleri, bugün Haiti ve Dominik Cumhuriyetinin ortaklaşa paylaştığı ada, yerlilerle ilk karşılaştıkları yerdi. Arawaklar Avrupalı konuklarını iyi karşıladılar. Dürüst, tatlı dilli, eli açık, ikram sever ve güleç ev sahipleri hakkında, “arkadan dolanmak için” yola çıkan Kolomb, seyir defterine, kanaatlerini şu şekilde yazıyordu: “...elli adamla hepsine hükmedilebilir...” Seyahatini finanse edenleri ikna etmek için Kolomb, 500 kadar yerli kadın ve erkeği gemilere yükleyerek İspanya’nın yolunu tutar, geride de bir grup tayfayı adaya bırakarak. 200’ü yolda ölen yerlilerden kalanların teşhiri sponsorları ikna etmeye yeter ve 1493’ün sonunda bu kez 1200 asker, yerleşimci ve denizci, 5-6 rahip ve domuz, sığır, koyun sürülerinden oluşan 17 gemilik filoyla doğru Hispaniola’ya yelken açarlar. Arawaklar yeni misafirlerini yine ikramlarla karşılarlar ama bu sefer gemidekilerin mukabil hediyesi beklediklerinden farklıdır. Bağışıklık sistemlerinin aşina olmadığı bir virüs, Arawakları kırıp geçirir. Salgından kurtulmayı başaranlar İspanya Kralı’na götürülmek üzere gizledikleri(!) altınlarını getirmeye zorlanır. Ellerindekini verenler ya da derelerin kumlarında bulabildikleri altın zerrelerini getirenler kurtuluyor getiremeyenlerin elleri ayakları kesiliyor, kan kaybından ölüme terk ediliyordu. Kaçanlar köpeklere iz sürdürülerek bulunuyor ve vahşice öldürülüyordu. Zırhlı, tüfekli, atlı İspanyollara karşı her mücadele başarısız oluyordu ama direnmekten asla vazgeçmiyorlardı. Daha sonra zenci isyanlarını mayalayacak olan bu onurlu insanlar belki tarih sahnesinden çok dramatik bir şekilde ayrılacaklardı ama tarihin ilk köle devrimi bu miras ve bu acılı topraklar üzerinde zafere ulaşacaktı. Çaresizlikten, toplu intiharlara ve çocuklarını topluca öldürmeye başvuruyorlardı. İki yıl içinde 250 binlik ada nüfusunun yarısı yok oldu. 1508’e gelindiğinde Arawaklar 60 bin kadar kalmıştı, 1548’de ise sadece 500! Sefere rahip olarak katılan ve gördüklerinden dehşete kapılarak yerlileri savunmaya çalışan, tanıklıklarını İspanyol Kralı’na yazdığı mektupla anlatan Bartolomeus de las Casas’ın anlattıkları, çağdaş hukukta soykırım tanımlamasına tamı tamına uymaktadır.

Bir taraftan yerli birikimlerinin Avrupa’ya nakli için yağma ve talan ortamında yerli katliamı yaşanırken diğer taraftan adada şeker kamışı plantasyonlarında çalıştırılacak yeterli sayıda adam kalmadığı için diğer adalardan ve Afrika’dan köle nakli başlamıştı. Plantasyon tarzı üretimin ve şeker endüstrisinin temel özelliği, köle emeğinin istismarına dayanmasıydı. ilk Afrikalı kölelerin Amerika’nın keşfinden 10 yıl gibi kısa bir süre sonra, 1503’lerde bölgeye getirildiği ve Avrupa’ya şekerin ilk gönderildiği tarihin 1516 olduğu göz önüne alındığında, tropikal iklimin bundan böyle sadece kahve, şeker ve kendine has ürünleri değil büyük bir insani trajediyi de bağrında yetiştireceği artık belli olmuştu. 18. yy ortalarında Fransız kolonisi Saint Dominik (Haiti) Amerikanın en büyük şeker üreticisi ve dünyanın en büyük kahve üreticisiydi ve sadece buradaki köle sayısı tüm Karayip kolonilerinin köle sayısı olan 1 milyonun yarısı kadardı. Köleleştirilerek zorla Amerika kıtasına taşınan 10-15 milyon civarındaki zencinin 2 milyon kadarı nakil esnasında hayatlarını kaybetmişti. Bugünkü modern kapitalizmi doğuran sermaye birikiminin ve ona bağlı endüstrileşmenin temelinde, işte bu, köle ticareti ile köle emeğinin istismarı ve Kızılderili medeniyetinin yağma ve talanının olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yağma, o kadar baştan çıkarıcı imkanları o kadar az emekle Avrupa kıtasına taşımıştı ki, o günün şöhret sahibi bir çok entellektüeli, köleliğin sağladığı avantajları kaybetmemek için, yazdıkları eserlerinde köleliğin faydalarını anlatmaktan sıkılmamışlardır. Montesquieu, Yasaların Ruhu adlı ünlü kitabında, Avrupalı hemşehrilerinin daha ucuza şeker yiyebilmeleri için şeker üretim alanlarında köle emeğine duyulan ihtiyacı meşrulaştırırken, sadece 18. yy Avrupa’sına hakim anlayışı yansıtmakla kalmaz aynı zamanda Fransız Karayipleri’nde şeker ve kahve üretim alanlarını işleten/sömüren ve bunu için gereken iş gücünü temin etmek üzere köle ticaretini de yürüten kraliyete ait “Compagne des Indes”in hissedarlarından olarak kendi kazancını meşruiyet tartışmalarının uzağında tutma gayreti de göstermektedir. Thomas More, Grotius ve Amerikan bağımsızlık hareketi üzerinde çok etkin olan John Locke, belirli koşullar için köleliği savunmaktadırlar. İngiliz kolonilerinde bir beyazın kölesini cezalandırırken öldürmesi suç değildi, sadece kasten öldürmesi halinde 15 Sterlin cezası vardı. Oy kullanma, mahkemelerde beyazlara karşı tanıklık etme, beyazlarla evlenme ve bulundukları evi izinsiz terk etmeleri yasaktı. Kölelerin ve köleden doğanların ömür boyu çalışmaları mecburiydi. Hollanda Virgin Adaları’nda, kaçan zencilerin bacakları kesiliyor ve elebaşları asılmadan önce kızgın demirle dağlanıyordu. Acaba yukarıda sözü edilen yazarların ve batı biliminin en büyük üstatlarından Aristo, temel eseri Politikasında köleliği açıkça savunurken o günlerin pratiği için bir zemin mi hazırlamaktaydı yoksa pratiğin kendilerine sağladığı avantajlardan yola çıkarak bu yazarlar mı köleliğin teorisini yapmaktaydılar? Colomb, 1493’te Yeni Dünya’ya yaptığı 2. yolculuğunda, İspanya’ya ait Kanarya adalarından aldığı şeker kamışını Hispaniola adasına, Santo Domingo’ya, götürdüğünde acaba iki büyük beşeri unsurun, batı Afrikalı Zenciler ve Kızılderililerin mahvına ve uluslar arası siyaset, siyaset bilimi, hukuk ve ahlak teorilerinin yeniden yazılmasına sebep olacağını tahmin etmiş miydi?

Beyaz adamın adalara ayak bastığı ilk günden itibaren, gerek Avrupa’ya götürmek üzere tüm birikimlerini talan ettiği yerlileri yok etmesi, gerekse de plantasyonlarda çalıştırmak üzere ikame unsur olarak getirdiği siyahların emeğini talan ederek katliamlara maruz bırakmaları ilk andan itibaren dalga dalga büyüyen direnişlerle karşılandı. Arawaklar daha 1493’ten başlayarak tükendikleri 1548’e kadar sürekli direndiler. Nöbeti zenciler aldı bu sefer. Her yer kaynıyordu. Virgin Adaları’ndaki bütün beyazların öldürüldüğü 1733 köle ayaklanmasını Hollanda ancak 1734’te İngiliz ve Fransız donanmalarını yardımıyla bastırabildi. Teslim olanlar işkence ile öldürüldüler, teslim olmak istemeyenler ise tıpkı aynı kaderi paylaştıkları selefleri olan yerliler gibi topluca intihar ettiler. 1792-1804 arasında Fransız Saint Dominik (Haiti)’inde yaşananlar, şiddetin ağırlığı, yıkımın büyüklüğü, isyanın kitleselliği ve nihayetinde başarının elde edilmesiyle bir ilkti. Bütün plantasyonlar köleler tarafından yakıldı. 1 Ocak 1804’te ayaklanmanın öncülerinden Dessalines, Haiti’nin bağımsızlığını ilan etti. Beyaz toprak sahiplerinin bütün mallarına el konuldu. Hazırlanan anayasa köleliği tamamıyla kaldırdığını ilan ediyordu. Oysa ABD’de köleliğin kaldırılması, 1865’te yapılan anayasa değişikliğiyle mümkün olabilmişti. ABD’nin İngiltere’den bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Yeni Dünya’nın ikinci yeni devleti Haiti olmuştu. Bir farkla ki, ABD bağımsızlığı, Amerika topraklarında yaşayan İngiliz aristokratları, Kraliyet’e bağlı yönetici elit ve yeni sermaye sahiplerince örgütlenmişti, Haiti devrimi ise, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar tarafından gerçekleştirilen, yeryüzünün başarıya ulaşmış tek köle devrimiydi. Haiti Devrimi sonuçları itibariyle hem siyasi hareketlenmelere, hem de hukuk mevzuatında bazı önemli değişikliklere ilham verdi. Brezilya’nın Bahia bölgesinde 1808 ila 1835 arasında Müslüman köleler şeker plantasyonlarına el koyup köle pazarlarını bastılar. Hükümet güçlerince acımasızca bastırılıp katledildiler. 1816 ila 1832 arasında İngiliz sömürgelerinde, Barbados’ta, Jamaika’da, İngiliz Ginesi’nde on binlerce köle ayaklandı. İsyan bastırıldı ve yüzlerce ölüm, binlerce kırbaç ve hapis cezası infaz edildi. Hollanda kolonilerinde 1848’de Toussaint Louverture öncülüğündeki devrimle Genel Vali köleliğin ilgası metnini imzalamak zorunda kaldı…

Köleliğin kaldırılmaya başlandığı 19. yy ortalarından itibaren Avrupa, tropikal “şeker kamışı” yerine ılıman iklim ürünü “şeker pancarı”nı şeker üretiminde kullanmayı öğrenince dünya şeker fiyatları çöktü ve Haiti için büyük bir ekonomik darbe geldi. Karışıklıklar, işsizlik, kötü yönetim, askeri darbeler, insan hakları ihlalleri, dış müdahaleler, ambargolar yakasını bırakmadı Haiti’nin. Bugün Haiti, 8 milyon nüfusuyla aynı adayı paylaştığı ve benzer nüfusa sahip Dominik Cumhuriyeti ile kıyaslanmayacak kadar ağır yaşam koşullarına katlanmak zorunda değildir sadece, bütün Karayip ve Latin Amerika devletleriyle hatta pek çok yoksul Asya ve Afrika devletleriyle de kıyaslanmayacak kadar ağırdır yaşam koşulları. Yaygın AIDS, %85 işsizlik oranı, yetişkinlerde %50 okuma yazma oranı, yüksek bebek ölümleri ile en fakir ülkelerden biridir. Nüfusun tamamına yakını zencidir. Her ne kadar resmi kayıtlara göre Katolik iseler de Afrika yerel dini olan Wadoo inancı ve kimi törenleri, Hıristiyan ayinleriyle beraber hayatiyetini sürdürmektedir. Sadece Wadoo inancına mensup kimi köylerde ise kadınların başlarını örtüyor olması, bunların bir vakit Müslüman oldukları ihtimalini akla getirmektedir. Yarısı başkentte olmak üzere 3500 civarında sonradan Müslüman olan Haitili vardır. Başkentin çeşitli yerlerinde, küçük mahalle mescitlerine benzer 5 adet cami vardır. Nüfusun %80’i günlük 2 EUR’nun altında gelir sahibidir. Nüfusun %5’i toplam zenginliğin %95’ini almaktadır. 4 milyonluk başkent Port au Prince, sağlıksız, elektriksiz ve kokudan durulamayan sokaklarındaki çöp dağları arasında köpekler, domuzlar, insanlar ve döküntü arabaların beraberce dolaştığı bir sefalet şehridir. Trafik keşmekeşinin içinde, arada sırada da olsa, ABD ve diğer batı ülkelerinde yaşayan zengin Haitililerin lüks arabalarına rastlamak mümkündür. Açıktan akan lağım yüklü derelerin kıyılarında tenekeden tek göz evlerde yaşamaya çalışan yüz binlerce insan yığını… Ve görece daha iyi koşullarda olan, ama bizdeki en kötü koşullara sahip gecekondulara benzer tek katlı, sağlıksız, elektriksiz evlerde yaşamaya çalışan başka milyonlar… Ve şehrin zengin semtlerinde, yüksek duvarların ve özel güvenlikçilerin koruduğu lüks villalarda sürdürülen, kıskanılan onlarca yaşam… Şehrin sokakları, geceleyin, özellikle beyazlar için korkunun kol gezdiği, fidye için adam kaçırmanın, soygunun sıradanlaştığı bir suç batakhanesine dönüşebilmekte.

Amerika kıtasında ABD’den sonra Avrupa’dan bağımsızlığını kazanan ikinci ülke olan Haiti, özgürlük mücadelesinde ABD tarafından bir yandaş olmaktan çok hep bir tehdit gibi algılandı. ABD’nin kendi açısından haklı ve haksız tarafları vardı bu tutumuna dair. Gerçek bir halk devriminin, burjuva/orta sınıf/yüksek bürokrat tabanına oturan ABD bağımsızlık hareketinin hayal kırıklığı yarattığı yoksul milyonlara pek ala tehlikeli vesveseleri olabilirdi. Ama sadece insiyaki öfke ile hareket eden bir topluluğun yok ettiklerinin yerine getirebileceği şey düzenden ziyade kaos olabilirdi ancak. Bağımsız Haiti, 1826’da Panama’da yapılan Bağımsız Amerikan Devletleri toplantısına çağrılmadı bile. ABD tarafından tanınması, Başkan Lincoln döneminde, köleliği sona erdiren sivil savaştan sonra, 1862 de olabilmişti. Ama ilişkiler hep zoraki ve limonidir. 1915-1934 arasında mütemadiyen ABD askerlerince işgal edilmiştir. ABD asker göndermediği zaman ise elini hiç çekmemiştir bu fakir ve küçük ülkeden. 1980’lere kadar 30’a yakın darbe olur ülkede. Eli kanlı Duvalier 1986’da büyük kitlesel ayaklanmalarla devrilir. Ama Haitili ne kendi düzenini kurabilmiştir ne de dışarıdan müdahalelere seyirci kalabilmiştir. Kitlesel gösteriler, sokak çatışmaları, grevler günlük yaşamın vazgeçilmezlerindendir. Generallerin kendi ararlında çatışmaları, tekrarlanan ama derde deva olmaktan uzak seçimler, kısa süreli iktidarlar… Çok uluslu BM gücü çerçevesinde 1994’te gönderilen askerler arasında ABD ağırlıklıdır ve kendi adamı Aristide’i yeniden iktidara oturtur… Dayatılan IMF programları ellerindeki iki lokmadan birini daha istemektedir halktan. Yolsuzluk ve suistimal sefaleti daha katlanılmaz hale getirir. Haiti, kaçamayanların mecburen katlandığı bir ülkedir artık. Yurt dışındaki Haitililerin gönderdiği paralar ise biraz olsun nefes kaynağıdır. Olayları yatıştıramayan Aristide ABD’nin muhalefetine rağmen 2000’de başkanlık seçimlerine girer ve kazanır. ABD ambargosu hayatı iyice çekilmez hale getirir ve ABD destekli paramiliter güçler sokak çatışmalarına başlar. Nihayetinde Şubat 2004’te Aristide sürgünü kabul eder ve Jamaika’ya yerleşir. Ülke o tarihten itibaren BM tarafından oluşturulan MINUSTAH misyonu gözetiminde yönetilmektedir.

Acaba, başta Fransa ve ABD olmak üzere zengin batılı ülkeler, köle devriminin başarısını hazmedemedikleri için mi, 200 yıldır siyasi karışıklıklar, işgaller, müdahaleler, isyanlar ve ayaklanmalar ile bir ekonomik enkaza dönmüş olan bu küçük ada ülkesinin zavallı insancıklarını yeryüzünün en ağır yaşam koşullarına mahkum ediyorlar? Dünyanın en büyük pazarına bu kadar yakın olmanın avantajı(!) bu olsa gerek. Irkçılık belki kağıt üstünde tarihe karıştı ama zihinlerin gerisi halen çok kirli. Her başarının bir baş ağrısı var. Haiti’ninki 200 yıldan fazladır sürüyor.

*Mazlum-Der Genel Başkanı - Aktivist
SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara