Taassubun Yoksulluğu ve Kuru Dindarlık
Biz müslümanlar taklitten yüz çeviren ve içtihattan da aciz olan bir ümmetiz. Mevcut çilemizin sırrı da budur. Bu çıkmazdan kurtulmanın zamanı gelmiştir.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-01-19 10:20:00
İbn-i Recep “Zeyl Tabakati el-Hanabile” isimli eserinde İbn-i Akil’den Bağdat Hanbelilerine yapılan övgüyü naklediyor. Övgüde şu ifadeler de yer alıyor: “Sert mizaçlı bir topluluktu. Ahlâkları ve karakterleri insanlara katılıp karışmaya elvermezdi. Onlara ciddiyet hakimdi. Şaka onlarda az bulunurdu.” Allâme ez-Zehebî “el-Iber fi Haberi Men Ğaber” isimli kitabında Şeyh Abdüssettar el-Mukaddesi hakkında şunu aktarıyor ve diyor ki: “Sünnet ile meşgul oldu. Hasımlarla tartışta ve onları tekfir etti. Eş’ariliğe hücum etti ve onu tecsim ile (mücessime olmakla) itham etti. Sonra Hanbelilere de muhalefet edip terk etti. Onda, iyiliğin ve kuru bir dinin eşlik ettiği çetin ve katı bir ahlâk vardı.”
Yine Zehebi “Siyeru A’lami’n-Nubela” isimli eserinde, Şeyh Ebi Hâtim bin Hâmûs’un “Hanbeli olmayan hiç kimse müslüman değildir” şeklindeki sözlerini değerlendirerek şöyle diyor: “Ebu Hâtim... Sünnet ile meşguldü. Onda kuruluk ve çetin (katı) bir ahlâk vardı.” İbn-i Akil’in Hanbelilerin mizacı hakkında ve Zehebi’nin de el-Mukaddesi ile İbn-i Hâmûs hakkında söyledikleri, bugünkü bazı selefi davetçilerin ve hareket adamlarının en önemli fikrî ve psikolojik özelliklerinin özeti durumundadır:
- Onlar Nebevî sünnetin toplanması ve senetlerini tetkik etmekle meşgullerdi. Allah onlarla bu alanda ümmetin geneline fayda verdi. Onlar daha sonraki asırlarda olduğu gibi nakilde kolaycı davranmadılar. Ancak selefiler naklin meyveleriyle aklın anlayışını birleştirmediler. Bu yüzden onlarda, nakilleri belgelendirme tahlilden, nakiller de fıkıhtan yoksun kaldı. Hatta bazı selefilerin örfünde akıl (akıl, mantık aramak) hakaret kabul edildi ve kendi iradeleri ile akıllarından soyutlandılar. Sanki şair Ömer bin el-Verd’in şu sözünü duymamışlardı: “Akleden kimse deliliğe nasıl koşar.”
- İtikad konularında hırslı tartışmalara dalmışlardı. Bu durum, çağdaş selefiliğin, her hangi bir şer’i gereklilik olmaksızın akaidin ince meselelerine dalmaya düşkün olan kelâm okuluna benzer bir hale dönüştüğüne delil teşkil ediyor. Oysa bu durum, zorlamadan ve teorik oyunlardan uzak bir şekilde sadelik üzerine kurulu olan ve zaruret halleri dışında bu tür ince meselelere dalmaktan uzak duran selefiliğin metodu ile uyuşmuyor.
- Müslümanlardan olan muhaliflerine ateşli bir şekilde saldırıyor ve ihtilafın caiz olduğu bir çok meselede onları tekfir ediyorlar. Şunu söylemek mümkündür: Diğer dinlere mensup olanların sayılarını çoğaltmaya gayret ettikleri bir zamanda, bazı selefiler de müslümanların sayılarını azaltmaya gayret ediyor. Doğal olarak bazı selefi cemaatler çok sayıda sıkıntı ve zorluğu kendisine çekti. Yine muhaliflerine karşı şiddetli davranmaları ve onları tekfir etmeleri sebebiyle ümmet bünyesinde derin yarıklar açtılar. Bu uzaklaştırıcı akıl (anlayış) herhangi bir sınır da tanımıyor. Her geçen gün halkayı daraltıyor ve –bazıları aslında selefi çıkış ve yönelişte olan- yeni grupları “sünnet ve cemaat (es-sünneti ve’l-cemaa)” mefhumunun dışına çıkarıyor. Bu mefhumu, kendileri ile ümmetin geneli arasını ayıran yüksek bir sura dönüştürdüler.
- Son olarak da sempati, şefkât ve duygudan, ruh inceliğinden ve güzellik zevkinden uzak bir şekilde kabalık, katılık ve kuru dindarlık özelliği geliyor. Bu, zorlama ve galip gelme mantığının, ikna etmek ve kazanmak mantığına tercih edildiği bir dindarlıktır. Bazı selefi cemaatler için bu eğilimin tarihi ve toplumsal arka planı bulunuyor. Bazı selefiler için ise bu eğilim, eğitim ve yetiştirilme metodundan kaynaklanıyor. Bu metot, fikri gurur ve kültürel korkuya dayanıyor.
Bu özellikler bütün selefiler veya Hanbeliler için genel değildir. Bunu genelleştirmek haksızlıktan uzak olmaz. Aynı şekilde (Hanbeliler hakkında yapılan) bu değerlendirme diğer dindar tabakalar için bu kötülükten beraat anlamına gelmez; onlar da bundan uzak değillerdir. Burada selefi okuluna değinmekle yetinmemizin sebebi, bu özelliklerin onlardaki baskın özellik olması ve bugünkü dindarlık sahasında selefilerin aşırı etkisinin bulunmasıdır.
Kimlik, Islahı ve Kalkınmayı Öldürürse
Britanya Akademisi ve Oxford Üniversitesi profesörü Abdulhakim Murad, bazı selefilerin sahip olduğu fikri gurur ve küçümsemeyi müşahhaslaştırmışlar ve bunu “taassubun yoksulluğu” (poverty of fanaticism) olarak isimlendirmişlerdir. Biz bunu burada “yetinmek ve geri çekilmek (içine kapanmak) okulu” (medresetü’l-iktifâ ve’l-inkifâ) olarak isimlendiriyoruz. Çünkü taassup, kibir hissinin ve başkalarının kültürüne, ilimlerine ve yaşam modeline ihtiyaç duyulmadığı şeklindeki yanlış bir yeterlilik duygusunun çocuğudur. Kültür tarihinde bilinen bir husustur ki, açılım ve hoşgörü, fikrî ve ruhî zenginlik getirirken, taassup ise fikir yoksulluğuna ve ruhi verimsizliğe sebep olur.
Filozof Claude-Lévi Strauss, yeni bir şey ortaya koymanın ancak iki kültür arasındaki sınırda olabileceği değerlendirmesinde bulunuyor. Filozof Muhammed İkbal, bu değerlendirmeyi İslâmi bir çerçevede şu şekilde ifade ediyor: “İslâm alemi ancak doğulu bir kalp ve batılı bir akılla kalkınabilir.” Kendisini tarihsel kültürünün sınırlarına hapseden herkes, kendini verimsizliğe ve donukluğa mahkum etmiş olur. Bu açılım-kapanım tartışmasının, güç ve zaaf dengesiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Toplumlar güçlülük dönemlerinde kendine güven, ilmi merak, keşfetme sevgisi ve bilgiye susamışlık eğiliminde iken, zaaf dönemlerinde özgüven zayıflığı, dinî taassup, fikri, etnik ve kültürel çeşitliliği ve çoksesliliği red eden bir eğilim içinde bulunur.
Araplar ve müslümanlar, güçlü ve yükselişte olduğu dönemlerde açılım ve atılım içindeydiler. Dünyayı keşfediyorlar, her toplumdan ve kültürden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Hatta Hint putperestliği bile, el-Birunî gibi “Hindliler´in Akla Göre Makbul, ya da Makbul Olmayan Sözleri” şeklinde kitap yazacak birini bulmuştur. Günümüzde ise selefilerin, “fikri ve kültürel savaş” gibi sarsılmış ve kendisinden korkan bir kişiliği açığa çıkaran söylemleri dillendirdiklerini görüyoruz.
Kendisine olan güveni kaybetmiş bu kişilik nedeniyle, yüz yıl öncesinden Afgani’nin, Muhammed Abduh’un ve benzerlerinin çağırdığı ıslah ve kalkınma düşüncesi kayboldu. Kimlik düşüncesi ve bunun için duyulan korku, Reşit Rıza’nın ısrarla istediği ve selefilerin karşısına çakarttığı ıslah fikrini öldürdü. Rıdvan es-Seyyid “Siyâsâtü’l-İslâmi’l-Muasır” isimli kitabında, en önemli meselesi kalkınma olan Abduh ve Afgani zamanındaki ıslah okulu ile kimlik üzerine yoğunlaşan yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki İslâm düşüncesi arasında meydana gelen kopmayı gözlemliyor.
Bu yüzden Rıdvan es-Seyyid, Muhammed Abduh’un Reşit Rıza’dan, Reşit Rıza’nın Hasan el-Benna’dan, Hasan el-Benna’nın Seyyid Kutup’tan ve Seyyid Kutup’un da Ömer Abdurrahman’dan önde geldiğini düşünüyor. Reşit Rıza başlangıçta ıslahçıydı, sonra selefiliğe ve içe kapanmacılığa geçiş yaptı. O, iki okul arasındaki geçiş halkasıdır. Bu nedenle Dr. Muhammed Ammara, Reşit Rıza’nın ıslahçılar kategorisine konulmasını reddediyor. Ammara bu noktada isabet ediyor. Çünkü ıslah ve tecdit, yetinmek ve içine kapanmak metoduyla uyuşmuyor.
Krallık Selefiliği ve Kaos Selefiliği
Birkaç yıl önce Teksas Üniversitesi’ndeki Lübnan asıllı bir hocam ile selefilik üzerine konuşurken hocam, üzerinde uzun uzun düşünülmeyi hak eden bir değerlendirmede bulundu ve dedi ki: “Selefilik iki türlüdür: Krallık (monarşi) selefiliği ve kaos (anarşi) selefiliği.” Bu değerlendirme, selefilerdeki metotsal krizin derinliğini çok güzel özetliyor. Selefiler olumlu bir değişim için şu ana kadar kendilerine bir program çizmiş değiller. Ya itaat etme ya da şiddetli bir karşılaşma içine girme eğilimindeler. Allah’a hamd olsun ki, selefiler sadece bu iki akımın içine hapsolmuş değiller. Son dönemde ıslah ve tecdit ruhuna daha yakın olan üçüncü bir akım ortaya çıktı. Bu akım, burada üzerinde yoğunlaştığımız iki aşırı akımın arasında bir yol tutuyor.
Krallık selefiliği, zalim yöneticilerin yaptıklarını meşrulaştırıyor ve halka, onlara boyun eğmeyi ve itaat etmeyi öğütlüyor. Halkı fitneden ve ayrılıktan sakındırıyor... Hatta onların bazı fakihleri, barışçı protestoların bile haram olduğu ve el-Cezire kanalını seyretmenin ilim talebesine yakışmadığı... fetvasını veriyor. Çünkü veliyyü’l-emr bu kanalı sevmiyormuş!!! Kaos selefiliği ise aynı anda yönetime ve topluma baş kaldırıp, özellikleri hakkında açık ve net bir tasavvurları olmayan yeni bir alemin doğacağını umarak, bütün evreni havaya uçurmaya gayret ediyor.
Bütün bunlar iki akmın her şeyde ihtilaf ettiği anlamına gelmiyor; aksine krallık akımı, fikrî ve fıkhî şiddette ve neredeyse muhalifleri kuşatan ateşli söylemde kaos akımıyla ittifak ediyor. Aslında şunu söylemek mümkündür: Kaos selefiliği –amelî gidişatındaki tehlikeyle birlikte- teorik tezleriyle daha uyumlu ve kendi mantığı ile daha az çelişkilidir. Krallık selefiliği ise fikrî şiddet ve ameli boyun eğiş arasında apaçık sırıtan bir çelişki sergiliyor.
İki selefi okul arasındaki mantıksal ilişki ise son derece sağlamdır. Her biri diğerinden hayatta kalma ve gelişip yükselme sebeplerini alıyor. Krallık selefiliği, bugünkü müslüman devletlerde görülen çirkin uygulamaların karşısına dikilen her duruşu, itaatten yüz çevirme ve cemaati parçalama olarak değerlendiriyor. Bu haliyle fıkhî olarak barışçı muhalefet ile silahlı isyanı birbirinden ayırmaktan aciz kalıyor. Dolayısıyla ateşli gençlerin önünde mantığın bulunmadığı şiddetten başka bir yol bırakmıyor. Kaos selefiliği ise ahlâki bir fren ve programlı bir değişim planı olmaksızın sergilediği kör şiddetle, krallık selefiliğinin etkisini güçlendiriyor ve hiç pirim verilmeyecek söylemlerine doğruluk payesi veriyor. Böylece her bir okul diğerinden beslenmiş oluyor.
Taklitten Yüz Çevirme, İçtihattan Aciz Olma
Toplumların hayatlarındaki geçiş süreçleri şiddet ve acıdan uzak olmuyor. Bunu, Fransız devrimi günlerindeki Avrupa tarihinde ve Amerikan devrimi günlerindeki Amerikan tarihinde de görüyoruz. Doğal olarak müslüman toplumlar da bugün yaşamakta olduğu geçiş süreçlerinde maalesef şiddetten uzak kalmıyor. Bu toplumlardaki siyasi tıkanıklık, derin ve kroniktir. Yine bu toplumların yönetim yapısı, meşruiyeti ve icra edilişi alanlarındaki geriliği skandal boyutlardadır. Bütün bunlar pek çok fikrî ve siyasî şiddet modellerine kapı açan sebeplerden biridir.
Bu şiddet –günümüz kaos selefiliğinde olduğu üzere- dini bir elbiseye bürünebildiği gibi, -yirminci yüzyılın sol gruplarında olduğu üzere- seküler bir elbiseye de bürünebiliyor. Ancak derinlemesine bakıldığında bu şiddet, toplumsal bir dönüşüm ve geçiş krizinin bir ifadesi olduğu gibi, İslâm –özellikle de- Arap toplumlarındaki siyasî meşruiyetin yokluğunun belirtilerinden de biridir. Bugün ülkelerimizin muhtaç olduğu şey, âkil kimselerin işlerin dizginini ele alması ve toplumlarımızı mevcut geçiş sürecinden çıkarıp en az bedelle ve en hafif acıyla fikrî, toplumsal ve siyasî esenliğe ulaştırmasıdır.
Fikri ve siyasi şiddet, şer’i bir seçenek olmadığı gibi, diktatörlüğün alternatifi de değildir. Aksine şiddet, diktatörlüğü güçlendirir, ona meşruiyet sağlar ve ömrünü uzatır. Çözüm, iktidarın barışçı yoldan el değiştireceği, insanların özgürce seslerini duyurabileceği, kazanma mantığının ve ikna dilinin, galip gelme mantığına ve zorlama diline üstün geleceği toplumsal ve siyasi bir atmosferin kurulması için örgütlü ve sürekli bir sivil çalışma gerçekleştirmektir.
Bu mesele ise büyük oranda toplumlarımızda gerçek demokrasinin ve seçme hürriyetinin uygulanma seviyesine bağlıdır. Özgür toplumlar, uygar vasıtalarla kendilerini düzeltme imkânına sahiptir. Güçle mahkum edilmiş toplumlarda ise insanlar en basit bahanelerle gücün mantığına sığınırlar. Böylece toplum zalim yöneticinin kılıcı ile yaltakçı dervişin tesbihi arasında mahsur kalır. Ki her ikisi de Muhammed İkbal’in dediği gibi ümmetin ve milletin geleceği için felakettir:
Sessizliğim ne zamana kadar sürecek
Sultan ve derviş bundan çok hoşlanıyor
Bu tesbihi ile ve şu kılıcı ile
Her ikisi de dayandığı şey ile yaşıyor
Biz müslümanlar taklitten yüz çeviren ve içtihattan da aciz olan bir ümmetiz. Mevcut çilemizin sırrı da budur. Bu çıkmazdan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Taklitten yüz çevirmek, izzet ve şeref olup, bundan taviz verilmesi caiz değildir. İçtihattan aciz olmak ise zillet ve düşkünlüktür. Bizde ıslahın, dini devletin sultasından kurtarmak ile başlaması gerekir. Vicdan hürriyeti gerçek ahlâki bağlılığın temelidir. Düşünce hürriyeti ise yeni bir şey ortaya koymanın temelidir.
Özgürlük revaç bulduğunda, insanı özgürleştiren İslâmi ilkeleri, onu bağlayan kelepçeler haline getiren ve İslâm’ın getirdiği müsbet ve yapıcı ruhu, yıkıcı ve yok edici bir içgüdüye dönüştüren sahte dindarlığın foyası ortaya çıkacaktır. Fırsat geçmeden taassubun yoksulluğu ve kuru dindarlıkla karşılaşmanın zamanı gelmiştir.
*Moritanya asıllı Müslüman düşünür ve yazar.
Bu makale Halil Kendir tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.
SON VİDEO HABER
Haber Ara