Dolar

34,8666

Euro

36,6224

Altın

3.025,26

Bist

10.034,11

Tarih ABD'yi de vuracak mı?

Tarih İngiltere’ye de yapacağını yapmıştı. Günümüz çağının süper gücünü ilgilendiren temel soru da bu: Tarih ABD’yi de vuracak mı? Yoksa çoktandır vuruyor mu?

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-11-25 12:12:00

Tarih ABD'yi de vuracak mı?
Ferid Zekeriya*

22 Haziran 1897’de dünyanın değişik bölgelerinden yaklaşık 400 milyon insan, yani insanlığın dörtte biri, tatildeydi. O gün Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 60. yıl dönümüydü. Elmas Yıldönümü (Diamond Jubilee) karada ve denizde beş gün sürmüş, en görkemli anını ise 22 Haziran’da gerçekleştirilen geçit töreni ve şükran sunumu oluşturmuştu.

İngiltere’nin kendi kendini yöneten kolonilerinin yöneticileri ve dünyanın kalan diğer bölgelerinden gelen prensler, dükler, büyükelçiler ve sefirler de katılımcılar arasındaydı. 50,000 kişilik askeri geçit töreninde, Kanada’dan gelen süvari askerler, Yeni Güney Galler’den gelen süvariler, Nepal’den gelen karabinyerler, Bikaner’li deve birlikleri ve Nepal’li Gurkalar da bulunmaktaydı. Bir tarihçinin tabiriyle tam anlamıyla “Roma dönemi” gibiydi.

O zamanlar sekiz yaşında olan Arnold Toynbee, amcasının omuzlarına kurulmuş bir vaziyette, sabırsızca geçit törenini izliyormuş. Sonraları döneminin en iyi tarihçisi konumunu elde eden Toynbee o ihtişamlı günde izlediklerini “Cennetin ortasında öylece duran bir güneş gibiydi” şeklinde hatırlıyor. “O atmosferi hatırlarım, sanki dünyanın zirvesinde gibiydik ve orada daima kalacakmışız hissiyle zirveye ulaşmıştık. Ancak tarih diye adlandırdığımız bir şey vardır ve tarih diğer insanların başına gelen pek hoş karşılanmayacak bir şeydir. Şundan eminim ki biz bunun dışındayız ve rahat olabiliriz.”

Tabii ki tarih İngiltere’ye de yapacağını yapmıştı. Günümüz çağının süper gücünü ilgilendiren temel soru da bu: Tarih ABD’yi de vuracak mı? Yoksa çoktandır vuruyor mu? Hiçbir benzetme kesinlik arz etmez, fakat o zamanlar zirve dönemini yaşayan Britanya İmparatorluğu modern çağda, ABD’nin bugünkü pozisyonuna en yakın ülke olmuştur. Bu nedenle, değişim dinamiklerinin ABD’yi etkileyip etkilemeyeceği veya etkileyecekse bunun nasıl olacağı üzerinde düşüneceksek, İngiltere’nin tecrübelerine dikkat etmek durumundayız.

O günlerin bugün ile birçok benzerliği var. ABD’nin yakın zamanda Somali, Afganistan ve Irak’a müdahalesi on yıllar önce İngilizlerin bulunduğu askeri müdahalelerle büyük benzerlik taşıyor. Dünya arenasında gerçek anlamda tek küresel güç olmanın getirdiği stratejik zorluk açısından da iki ülke arasında çarpıcı bir benzerlik var. Ancak bunun yanında bugünkü ABD ve o dönemin İngiltere’si arasında temel farklılıklar da mevcut. Süper güç olarak statüsünü korumaya çalışan İngiltere için en belirgin zorluk siyasi değil, ekonomik nitelikliydi. ABD için ise tam tersi geçerli.

Zeki tercihler ve ince diplomasi sayesinde İngiltere on yıllar boyunca nüfuzunu devam ettirebilmiş hatta yayabilmiştir. Fakat nihayetinde, güçlü konumunun- ekonomik ve teknolojik dinamizminin- aşındığı gerçeğini değiştirememiştir. İngiltere yavaş yavaş ancak amansızca kan kaybetmişti. Bugünün ABD’si ise oldukça farklı bir sorunla karşı karşıya kalmış durumda. ABD ekonomisi (mevcut krize rağmen), diğerleri ile karşılaştırıldığında ciddi anlamda güçlüdür. Amerikan toplumu da güçlüdür. Ancak güçlü olmayan, ülkeyi geleceğe dönük sağlam temellere oturtacak oldukça basit reformları hayata geçiremeyen ve fonksiyonunu yitirmiş ABD siyasi sistemidir. Washington, etrafında zuhur eden yenidünyayı görmemekte, ABD politikasını yeni çağa uydurabileceğine dair pek de sinyal vermemektedir.

İngiltere’nin Gerilemesi
Bugün, İngiliz İmparatorluğu’nun büyüklüğünü tahmin etmek bile çok zor. Zirve dönemindeyken, dünyanın kara ve nüfus itibariyle dörtte birini elinde bulunduran Londra’nın sömürge, toprak, üs ve liman ağı bütün dünya geneline yayılmıştı. İmparatorluk tarihteki en güçlü deniz kuvveti olan Kraliyet Donanması tarafından korunuyor, okyanusta 170,000 deniz mili uzunluğunda, hava ve karada ise toplam 662,000 mil uzunluğundaki kablolar vasıtasıyla imparatorluk içinde bağlantı sağlanıyordu. İngiliz gemileri, telgraf ile birlikte ilk küresel iletişim ağının gelişme sürecini kolaylaştırmış, demiryolları ve kanallar ise (en önemlisi Süveyş Kanalı) sistem arasındaki bağlantıyı daha da güçlendirmişti. Bütün bunlar sayesinde İngiliz İmparatorluğu ilk gerçek küresel pazarı yaratabilmişti.

Amerikalılar sıkça kendi kültürleri ve fikirlerinin cazibesinden bahsederler, ancak “yumuşak güç” gerçekte İngiltere ile başlamıştır. Tarihçi Claudio Véliz, 17. Yüzyılda o dönemin iki emperyal gücü olan İngiltere ve İspanya’nın her ikisinin de Batı’daki kolonilerine fikirleri ve eylemlerini ihraç etmeye çalıştığını vurgular. İspanya Yeni Dünya’yı elinde tutabilmek için Karşı-Reform (Counter-Reformation) istemiş, İngiltere ise daha fazla ilerlemek için dini çoğulculuk ve kapitalizmi arzulamıştır. Neticede görüldüğü üzere İngiliz fikirleri daha evrensel bir yer tutmuştur. Gerçekte İngiltere, insanlık tarihinde kültür ihracını en başarılı şekilde gerçekleştiren ülke olmuştur. Amerikan rüyasından önce, tüm dünyada izlenen, özenilen ve taklit edilen bir İngiliz yaşam tarzı vardı. Yine İngiliz İmparatorluğu sayesinde, İngilizce, Karayiblerden Cape Town ve Kalküta’ya kadar geniş bir bölgede konuşulan bir dünya dili olmuştu.

Haziran 1897’de bunların hepsi değil ama çoğu kabul gören gerçeklerdi. Kendi imparatorluklarıyla Roma’yı özdeşleştirenler yalnız İngilizler değildi. Paris’te çıkan Le Figaro gazetesi, Roma’nın, “Kanada, Avustralya ve Hindistan’da, Çin denizlerinde, Mısır’da, Orta ve Güney Afrika’da, Atlantik’te ve Akdeniz’de halklar yöneten ve onların çıkarlarını yönlendiren ‘Güç’ (İngiltere) ile eşit olduğunu belki de gerisinde kaldığını” dile getirmişti. Berlin’de çıkan Kreuz gazetesi ise imparatorluğu “neredeyse saldırmak imkansız” şeklinde nitelendiriyordu. Atlantik’te ise New York Times şu şekilde övünüyordu: “Biz, kaderinde açık ve net bir şekilde bu gezegen üzerinde hakimiyet kuracağı yazılı görünen Büyük Britanya’nın bir parçası, hem de büyük bir parçasıyız.”

Ancak İngiltere’nin yere göğe sığdırılamayan konumu göründüğünden daha zayıf idi. Elmas Jübile’nin üstünden daha iki yıl geçmişti ki, İngiltere, çoğu akademisyene göre ülkenin gücünün azalması sürecini başlatan Boer Savaşı’na girdi. Londra savaşı çok az hasarla kazanacağından emindi. Sonuçta İngiliz ordusu, Sudan’daki dervişlerle yapılan benzer bir savaşı kazanmıştı. Omdurman Savaşı’nda İngilizler kendilerinden 48 kayıp verirken sadece beş saat içinde dervişlere 48,000 kişilik kayıp verdirmişti. İngiltere’deki çoğu kimse Boerlere karşı zaferin daha kolay kazanılacağı kanaatindeydi. Parlamento üyelerinden birinin tabiriyle nihayetinde “30,000 çiftçiye karşı Britanya İmparatorluğu” idi.

Görünüşte savaş erdemli bir gerekçe uğrunda yapılıyordu: Boerli yöneticilerce ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Boer cumhuriyetlerindeki İngilizce konuşan insanların haklarını savunmak. Ancak 1886 yılında bölgede altın bulunduğu ve bu cumhuriyetlerin dünya altın arzının dörtte birini ürettiği Londra’nın dikkatinden kaçmıyordu. Zaten önleyici bir saldırıda bulunan Boerler oldu ve böylece 1899’da savaş başladı.

Başından beri her şey İngiltere aleyhinde gelişti. İmparatorluk fazlasıyla adama ve silaha sahipti, savaş alanına da en iyi generallerini (Omdurman’ın kahramanı Lord Kitchener de dahil) yerleştiriyordu. Ama Boerler kendilerini yürekten savunuyorlar, arazi yapısını da iyi biliyorlar ve de vur-kaç’a dayalı başarılı gerilla taktikleri uyguluyorlardı. İngiliz ordusunun askeri üstünlüğü savaş alanında çok bir şey ifade etmiyordu, komutanlar, köyleri yakmak, sivilleri toplama kamplarına (dünyada ilk kez) sürmek ve daha daha fazla asker göndermek gibi acımasız taktiklere başvuruyorlardı.

Boerler İngiliz ordusuna ebediyen karşı koyamazlardı ve 1902 yılında teslim oldular. Ancak gerçek anlamda Britanya savaşı kaybetmişti. 45,000 kayıp vermiş, yarım milyar pound harcamış, ordunun gücünü sonuna kadar zorlamış ve savaş kabiliyetindeki muazzam bozulma ve beceriksizliğin farkına varmıştı. Acımasız savaş taktikleri sebebiyle dünyanın gözünde de itibarını kaybetmişti. Ülke dahilinde bütün bunlar İngiltere’nin küresel rolü konusunda bölünmeler yaratmış veya varolan bölünmeleri ortaya çıkarmıştı. Ülke dışında ise, Fransa, Almanya ve ABD gibi diğer büyük güçlerin hepsi Londra’nın eylemlerine karşı bir tutum sergilemişti. Tarihçi Lawrence James’in 1902 yılında İngilizlerle ilgili dediği gibi “Dostları kalmamıştı.”

Bugüne dönersek; Askeri açıdan alt edilemez başka bir süpergüç (ABD), Afganistan’da kolay bir zafer kazanmış ve sonra da yine kolay olacağını düşündüğü bir savaşa girmiştir, bu seferki Saddam Hüseyin’in Irak’taki dışlanmış rejimine karşıdır. Sonuç ise hızlı bir askeri zaferin ardından, siyasi ve askeri engellerle dolu olmakla birlikte yoğun bir uluslararası muhalefete maruz kalan zorlu bir mücadele olmuştur. Yapılan benzetme aşikar: ABD; İngiltere, Irak savaşı ise Boer savaşıdır ve dolaylı olarak da ABD’nin geleceği karanlık görünmektedir. Irak’taki netice ne olursa olsun, kayıplar muazzam düzeydedir. ABD çok fazla yayılmış ve aklı başından gitmiştir, ordusu baskı altında kalmış ve ABD’nin imajı lekelenmiştir. İran ve Venezüela gibi “haydut devletler” ile Çin ve Rusya gibi büyük güçler Washington’un savruk ve talihsiz durumundan istifade etmektedirler. Aşina olduğumuz emperyal bir çöküş tekrardan sahneleniyor, yani tarih tekerrür ediyor.

Uzun Süren Bir Veda
Ancak, görünüşteki benzerlikler ne olursa olsun, şartlar aynı değil. İngiltere tuhaf bir süpergüç idi. Tarihçilerce, “Londra’nın kaderini değiştirmek için bazı dış politikaları nasıl uygulayabilirdi” konusu üzerine yüzlerce kitap yazıldı. “Keşke Boer savaşına girmeseydi” der bazıları. Diğerleri ise, “keşke Afrika’nın dışında kalsaydı” der. Tarihçi Niall Ferguson ise tartışma yaratacak bir üslupla, “İngiltere I. Dünya Savaşı dışında kalsaydı (İngilizlerin katılımı olmasaydı dünya savaşı olmayabilirdi) büyük bir güç olarak pozisyonunu koruyabilirdi” şeklindeki fikrini öne sürer. Bu tarz bir mantıksal çıkarımın bazı doğru tarafları vardır; ama olayları tarihsel bağlamda değerlendirmek için, tarihe başka bir açıdan bakmak lazım gelir. İngiltere’nin uçsuz bucaksız imparatorluğu eşi benzeri görülmemiş şartların ürünüdür. İnsanı hayrete düşüren bu imparatorluğun çökmesi değil, çökerken bile hakimiyetini sürdürebilmiş olmasıdır. Zamanla kan kaybına uğrayan İngiltere’nin kartlarını nasıl oynadığını anlamak, ABD’nin önünde uzanan yola da ışık tutacaktır.

İngiltere yüzyıllar boyunca bir refah ülkesi olmuştur (bu zamanın çoğunda da aynı anda bir süpergüç), ancak ekonomik güç olması bir nesilden çok az fazla süregelmiştir. Gözlemciler sıkça, İngiltere’nin zirve noktasını, Elmas Jübile gibi büyük emperyal organizasyonların olduğu döneme dayandırma yanlışına düşerler. Esasında, 1897’ye gelindiğinde imparatorluğun en iyi yılları çoktan geride kalmıştı. Gerçek “zirve dönemi”, bir nesil öncesinde yani 1845’ten 1870’e kadar olan dönemdeydi. O zamanlar dünya çapındaki GSYH’nin yüzde 30’unu elinde bulundurmakta, enerji tüketim oranı ABD’nin beş katı Rusya’nın ise 155 katı idi. Dünya ticaretinin beşte biri ve sanayi üretiminin beşte ikisini elinde tutmaktaydı. Bütün bunlar sayıları dünya nüfusunun yüzde ikisine tekabül eden insanlar ile başarılmıştı.

1870’lerin sonuna doğru ABD endüstriyel anlamda İngiltere ile eşit konuma gelmiş ve 1880’lere kadar da geçmişti, 15 yıl sonra da Almanya geçecekti. I. Dünya Savaşı’na kadar ABD ekonomisi İngiltere ekonomisinin iki katı, Fransa ve Rusya’nınki ise daha gelişmiş idi. 1860’ta dünyadaki demirin yüzde 53’ünü üretirken (o zamanlar endüstriyel gücün bir göstergesi) 1924’e kadar yüzde 10’dan daha azını üretmeye başlamıştı.

Elbette ki I. Dünya Savaşı sürecinde siyasi açıdan Londra hala dünyanın başkenti konumundaydı, iradesi eşsiz ve dünya genelinde karşı konulmaz bir boyuttaydı. İngiltere imparatorluk sürecine milliyetçilik hareketleri başlamadan önce girmişti ve bu sebeple uzak diyarların üzerinde yönetim kurmasının ve bunları muhafaza etmesinin önünde çok az engel bulunmaktaydı. Deniz gücüne rakip olacak kimse yoktu ve bankacılık, gemicilik, sigorta ve yatırım alanları kontrolü altındaydı. Londra hala dünya finans merkezi olarak konumunu korumakta ve Sterlin dünyanın rezerv parası olmaya devam etmekteydi. 1914’te bile İngiltere kendine en yakın rakibi Fransa’nın iki katı, ABD’nin ise beş katı kadar dış yatırımlara sermaye aktarabilmekteydi.

Esasında İngiliz ekonomisi düşüş içindeydi ve büyüme oranları I. Dünya Savaşı’na uzanan yıllarda yüzde ikinin altına düşmüştü. ABD ve Almanya ise bu esnada yüzde beş oranında büyümekteydi. İlk Sanayi Devrimine öncülük etmiş olan İngiltere ikincisini gerçekleştirmede pek de ustalık gösteremedi. Ürettiği mallar gelecekten ziyade geçmişe dönüktü. Mesela 1907’de ABD’nin ürettiğinden dört kat daha fazla bisiklet üretirken, ABD 12 kat daha fazla araba üretmekteydi.

Çöküş döneminin başlamasından bu yana uzmanlar İngiltere’nin bu sürece girmesinin nedenlerini tartışmışlardır. Bazıları jeopolitik, bazıları ise yeni tesislere ve ekipmanlara yönelik yatırımın azlığı ve işçi-işveren arasındaki kötü ilişkiler gibi ekonomik faktörler üzerine yoğunlaşmıştır. İngiliz kapitalizmi eskiye dönük olmasının yanında kabuk bağlamış, Almanya’da ve ABD’de kitlelere işveren fabrikalar yaygınlaşırken, İngiliz sanayileri usta zanaatkarlarla iş gören küçük ev sanayii teşebbüsleri olarak kurulmuştur. Bunun yanında, büyük kültürel sorunlara işaret eden emareler de vardı. Refah içindeki imparatorluk uygulamalı eğitimin üstüne düşmüyor, İngiliz toplumunda toprak sahibi aristokrat kesim sebebiyle feodal kast sistemi hüküm sürüyordu.

Belki de esasında bu tür başarısızlıklar çok da ehemmiyet arz etmiyordu. Tarihçi Paul Kennedy, 19. yüzyılda İngiltere’ye hakimiyeti getiren hayli olağan dışı durumları açıklamaktadır. Ülkenin sahip olduğu güç, coğrafya, nüfus ve kaynaklar göz önüne alındığında, İngiltere haklı olarak dünya genelindeki GSYH’nin yüzde 3 veya 4’üne sahip olma beklentisi içinde olabilirdi ancak bu pay, beklenilenin on katı fazla bir düzeye yükseldi. Bu olağan dışı durumlar baş göstermez olduğunda -ki o dönemde diğer Batılı ülkeler sanayileşme açısından aynı düzeye gelmiş- Almanya birliğini tamamlamış ve ABD Kuzey-Güney sorununu çözmüştü, İngiltere’nin düşüşe geçmesi kaçınılmazdı. Bunu 1905’te net olarak görebilen İngiliz devlet adamı Leo Amery “Bu küçük adalar, hızlı bir şekilde bu kadar büyük ve zengin birer imparatorluk haline gelen ABD ve Almanya’ya karşı uzun vadede kendilerini nasıl savunacaklar?” soruyor ve ekliyordu: “40 milyon insanla neredeyse iki katımız olan devletlere karşı nasıl rekabet edebiliriz?”

Bu soru, bugün Amerikalıların Çin karşısında sordukları sorunun aynısı.

İngiltere, ince strateji ve iyi diplomasiyi birleştirerek, ekonomik hakimiyetini kaybetmesinden sonra dahi, on yıllarca önde gelen bir dünya gücü olarak pozisyonunu korumayı başarmıştır. İlk zamanlarda güç dengesinin el değiştirdiğini gören Londra etkinliğini yıllarca yayacak kritik bir karar aldı: ABD ile çatışmak yerine onun yükselişiyle uyum sağlamayı tercih etti. 1880’lerden sonraki on yıllar boyunca, Londra büyüyen ve iddialı olan Washington karşısında her konuda teslimiyet sergiledi.

Tabii, İngiltere için, daha önce iki savaş yaptığı ve iç savaş döneminde ayrılıkçılarına karşı sempati duyduğu eski sömürgesine ipleri bırakmak hiç kolay değildi. Ancak bu stratejik açıdan ustaca bir iş ortaya koydu. İngiltere ABD’nin yükselişine direnseydi tüm taahhütlerinin ağırlığının altında ezilecekti. Geri kalan yarım asırdaki hatalarına rağmen, Londra’nın Washington’a dönük stratejisi -ki 1890’lardan bu yana her İngiliz hükümeti bunu takip etmiştir- İngiltere’nin dikkatini diğer kritik cephelere verebilmesi demekti. İngiltere dünyayı kilitleyebileceği söylenen “beş anahtar” yani Singapur, Ümit Burnu, İskenderiye, Cebelitarık ve Dover gibi yol ve geçitleri elinde bulundurarak denizlerin hakimi olma özelliğini korudu.

İngiltere yıllar boyunca imparatorluğu üzerindeki hakimiyetini devam ettirmiş, dünya çapında etkinlik alanını korumuş ve bunu yaparken çok az direniş ile karşılaşmıştır. (I. Dünya savaşı sonrasında anlaşma ile çoğunluğu Ortadoğu’da olmak üzere 1.8 milyon mil karelik toprak ve 13 milyonluk yeni halklar kazanmıştır) Yine de siyasi rolü ve ekonomik kapasitesi arasındaki boşluk giderek açılıyordu. 20. yüzyıla kadar imparatorluk, İngiliz hazinesi üzerinde büyük bir sömürü idi. Ancak zaman artık israf zamanı değildi. İngiliz ekonomisi sendeliyordu. I. Dünya Savaşı 40 milyar dolara mal olmuş ve bir zamanlar dünyanın önde gelen alacaklısı İngiltere, iç üretimin yüzde 136’sına tekabül edecek kadar borca batmıştı. 1920’lerin ortalarına kadar sadece faiz ödemeleri hükümet bütçesinin yarısını götürmekteydi. 1936’lara kadar Almanya’nın savunma harcamaları İngiltere’ninkinden üç kat daha fazla idi. İtalya’nın Habeşistan’ı işgal ettiği yıl Mussolini Libya’ya 50 bin, diğer bir ifadeyle Süveyş Kanalı’nı koruyan İngiliz birliklerinin sayıca on katı kadar asker konuşlandırıyordu. Faşist kuvvetlerle yüz yüze gelen1930’lardaki İngiliz hükümetlerini mücadele etmekten ziyade sağduyulu düşünmeye ve yatıştırma politikasına (appeasement) teşvik eden şartlar, 700,000’den fazla genç İngilizin ölümüyle sonuçlanan yakın zamanda gerçekleşmiş bir savaş ve bahsi geçen ekonomik durum idi.

II. Dünya Savaşı İngiliz ekonomik gücünün tabutuna çakılan son çiviydi: 1945’te ABD’nin GSYH’si İngiltere’ninkinden on kat fazlaydı. O süreçte dahi ülke, en azından Winston Churchill’in neredeyse insanüstü enerji ve çabası sayesinde, oldukça nüfuz sahibi bir ülke olarak kalabilmiştir. ABD’nin, müttefiklerinin ekonomik masraflarını karşıladığı ve Rusya’nın savaşta en fazla kaybı verdiği düşünüldüğünde, İngiltere’nin de savaş sonrası dönemin kaderini belirleyen üç büyük güç içinde yer alabilmek için ne büyük bir irade ortaya koyduğu görülmektedir. Franklin Roosevelt, Joseph Stalin ve Churchill’in Şubat 1945’te Yalta konferansında çekilen fotografları bir parça yanıltıcıdır: Yalta’da “büyük üçlü” yoktur, “büyük ikili” ve de buna ek olarak kendini ve ülkesini oyunun içinde tutabilmiş bir siyaset müteşebbisi vardır.

Tabii bunun da bir maliyeti olacaktı. Londra’ya verdiği krediler karşısında ABD; İngiltere’den, Kanada, Karayip, Hint Okyanusu ve Pasifik’te düzinelerce üs elde etti. Parlamento üyelerinden biri bununla ilgili olarak “Britanya İmparatorluğu, tek umudumuz olan Amerikalı tefeciye devredilmiştir” demişti. Ekonomist John Maynard Keynes, Ödünç verme-Kiralama Kanunu’nu (Lend-Lease Act) “Britanya’nın gözünü çıkarmaya” dönük bir girişim olarak yorumlamaktadır. Duygusallığa çok yer vermeyen gözlemciler geçiş sürecinin kaçınılmaz olduğunu görüyorlardı. O dönemin seçkin tarihçisi Toynbee, Britonları “Amerikan eli, diğer alternatifler olan Rusya, Almanya ve Japonya’nınkinden daha hafiftir” diye teselli ediyordu.

Müteşebbis İmparatorluk
İngiltere’nin küresel bir güç kimliğini yitirmesi kötü siyasetten değil kötü giden ekonomiden kaynaklanıyordu. Londra’nın, 70 yıl süren ekonomik düşüş sürecine rağmen zayıflayan elini ustalıkla oyuna sürmeyi başarmasında Birleşik Devletler için önemli dersler bulunmaktadır. Ancak her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, İngiltere’nin düşüşünün temelinde yatan düzeltilmesi imkansız ekonomik bozulma bugünün ABD’sine hiç de uygun düşmemektedir. İngiltere’nin eşsiz ekonomik statüsü sadece 30-40 yıl sürmüşken, ABD’ninki 120 yıldır devam etmektedir. ABD ekonomisi 1880’lerin ortalarından bu yana dünyanın en büyük ekonomisi olmuştur ve bugün de bu statüsünü korumaktadır. Esasında ABD şaşırtıcı olmakla beraber o zamanlardan beri dünya geneli GSYİH’nin sürekli belli bir bölümünü elinde tutmuştur. Dünyadaki diğer sanayileşmiş kesimin yok olduğu ve ABD payının yüzde 50’ye çıktığı 1940’lar ve 50’ler gibi kısa bir dönem haricinde, bir asırdır dünya üretiminin çeyreğine hakim olmuştur (1913’te yüzde 32, 1960’ta yüzde 26, 1980’de yüzde 22, 2000’de yüzde 27, 2007’de yüzde 26). Önümüzdeki 20 yılda muhtemelen, büyük ölçüde olmasa da, bir düşüş gerçekleşecektir. Hatta, çoğunun tahminlerine göre 2025 yılında ABD ekonomisi nominal GSYİH açısından Çin’in iki katı olacaktır.

ABD ve İngiltere ekonomisi arasındaki bu fark askeri bütçelerinin oluşturduğu külfetten de anlaşılabilir. İngiltere denizleri kontrol etmiştir ama karaları hiç bir zaman. İngiliz kara ordusu o kadar küçüktü ki, Otto von Bismarck’ın alaylı bir şekilde “İngilizler Almanya’yı işgal etse, yerel polis kuvvetlerine tutuklatırdım” dediğini biliriz. Londra’nın denizlerdeki üstünlüğü -ki kapasitesi kendisinden sonra gelen en güçlü iki donanmanın toplamından daha fazladır- ona pahalıya mal olmuştur. ABD ordusu aksine, kara, deniz, hava, uzay hangi düzeyde olursa olsun kendisinden sonra gelen 14 ülkenin toplam harcadığından daha fazla orduya yatırım yapmakta ve böylece dünya genelinde savunma harcamalarının yüzde 50’sini oluşturmaktadır. Ayrıca ABD, savunma araştırma ve geliştirmelerine dünyanın geri kalan ülkelerinden daha fazla harcama yapmaktadır. Her şeyden önemlisi bunların hepsini banka soymadan yapıyor. ABD savunma harcamaları mevcut durumda GSYH’nin yüzde 4.1’ini oluşturur ve bu rakam Soğuk Savaş dönemindekinden (Dwight Eisenhower döneminde yüzde 10’lara yükselmişti) daha düşüktür. ABD GSYİH’si arttıkça, bel kıran harcamalar da daha karşılanabilir hale geldi. Irak savaşı bir trajedi veya asilce bir mücadele olabilir, ancak her iki durumda da, savaş ABD’yi iflas ettirmez. Irak’la birlikte Afganistan’ın yıllık 125 milyar dolar olan fiyat etiketi GSYİH’nin sadece yüzde 1’ini temsil etmektedir. Kıyaslayacak olursak, Vietnam savaşı 1970’te ABD GSYH’sinin yüzde 1.6’sını oluşturmaktaydı ki aralarındaki büyük farkı göstermektedir. (Tam rakamlar konusunda anlaşmazlık olursa, şunu da belirtmek gerekir: Bu yüzdelerden hiçbirine, daha adil bir kıyaslama ortaya koyabilecek ikinci veya üçüncü derece savaş maliyetleri dahil değildir.)

Amerikan askeri gücü, ABD’nin sahip olduğu kuvvetin sebebi değil sonucudur. İtici kuvvet ise, ABD’nin hala gücünü muhafaza eden ekonomik ve teknolojik yapılanmasıdır. Birleşik Devletler tarihte hiç karşılaşmadığı türden büyük, derin ve esaslı tehlikelerle yüz yüzedir ve küresel GSYİH’deki payında şüphesiz kayıplar olacaktır. Ancak süreç, İngiltere’nin yeniliklerde, enerjide ve girişimcilikte ipleri elinden kaçırarak yirminci yüzyıldaki düşüşü gibi işlemeyecek. Birleşik Devletler, bilim, teknoloji ve endüstride ipi çeken, hayati ve canlı bir ekonomi olmayı sürdürecektir.

ABD’nin yeni dünyada nasıl bir çizgi belirleyeceğini anlayabilmek için, yapılması gereken ilk şey sadece etrafa bir bakmaktır: Gelecek zaten önümüzde duruyor. Son yirmi yıldır küreselleşme, enine boyuna yerleşmektedir. Daha fazla ülke üretiyor, iletişim teknolojisi herkese aynı imkanlarla sunulurken, sermaye bütün dünyanın her yerinde özgürce hareket edebiliyor ve Birleşik Devletler de bu hareketlenmelerden büyük ölçüde istifade ediyor. ABD, ekonomisine yapılan yatırımlar sayesinde yüz milyarlarca dolar elde ederken, şirketleri de başka ülkelere ve endüstrilere başarılı bir şekilde açılım yapmış bulunuyor. Son yirmi yılda doların fiyatı oldukça yüksek olsa da, ABD ihracatı direndi ve bugün Dünya Ekonomik Forumu mevcut durumda ABD ekonomisini dünyadaki en rekabetçi ekonomi olarak görüyor. GSYİH artışı taban sınırı ABD’de 25 yıldır ortalama olarak yüzde üçün hemen üzerinde olmuştur ki bu Avrupa ve Japonya’nınkinden de oldukça yüksek bir rakamdır. Modern ekonomilerin iksiri olan üretkenlik oranı, on yıldır yüzde 2.5’in üzerinde olmuştur ve bu Avrupa ortalamasının üzerinde bir yüzde değeridir. Bu üstün büyüme enerjisi belki tükeniyordur ve belki de gelecek birkaç yıl içinde ABD ileri derecede sanayileşmiş bir ülke olarak sıradan bir hale gelecektir. Ancak ABD’nin, zirve dönemini yaşayan, büyük olmasına rağmen oldukça dinamik bir ekonomisinin olduğu şeklindeki görüş yaygınlığını korumaktadır.

Geleceğin endüstri alanlarını bir düşünün. Nanoteknolojinin gelecek 50 yıl içinde köklü açılımlara yol açması bekleniyor ve ABD bu alandaki hakimiyetini koruyor. Arkasından gelen üç ülkenin (Almanya, İngiltere ve Çin) toplamından daha fazla bu alana yönelik “nano merkezleri” bulunduruyor elinde ve dünyadaki kalan diğer ülkelerin aldıklarının toplamından daha fazla patent elde etmiş durumda ki bu da Amerika’nın soyut teorileri somut ürünlere dönüştürmekteki olağan dışı gücünü ortaya koyuyor. Biyoteknoloji alanı da (tıbbi, tarımsal ve endüstriyel ürünlerin üretilmesi için biyolojik sistemlerin kullanılmasını ifade eden daha geniş bir kategori) ABD’nin hakimiyetinde bulunuyor. ABD’de biotek gelirleri 2005’te 50 milyar dolara yani Avrupa’daki miktarın beş katını ve dünya genelinde biotek gelirlerinin yüzde 76’sını oluşturan bir düzeye yaklaşmıştır.

Ancak üretim giderek ülkede azalırken, gelişmekte olan dünyaya kaymakta ve de ABD’yi bir hizmet ekonomisine dönüştürmektedir. Bu durumdan korkan Amerikalılar, eğer her şey “Çin’de üretilirse” ABD’nin ne üreteceği konusunda endişe ediyorlar. Fakat Asya’daki üretimin küresel ekonomi bağlamında ele elınması gerekir. Çin’de bir yıl kalarak ileri düzeydeki üretimi yakından takip etmiş olan Atlantic Monthly muhabiri James Follows, dış kaynak kullanımının (outsource) ABD’nin rekabetçiliğini nasıl artırdığına dair tatmin edici bir açıklama sunmaktadır. Ona göre, asıl para, ürünlerin üretiminden ziyade onların tasarlanması ve dağıtılmasında yatmaktadır ki bu da ABD’nin hakim olduğu bir süreçtir. Bunun en açık örneği iPod’dur, çoğunlukla ABD dışında üretilir ancak katma değerin çoğunu Kalifroniya’da bulunan Apple şirketi alır.

Çoğu uzman ve bilim adamı ve birkaç siyasetçi, ABD ile ilgili bazı olumsuz istatistikler sebebiyle endişelenmektedir. ABD tasarruf oranı sıfır olmakla beraber, cari işlemler açığı, ticaret açığı, bütçe açığı yüksek, ortalama gelir sabit ve yetki taahhütleri ise idame edilemeyecek durumda. Bunlar, ilgilenilmesi gereken geçerli endişelerdir. Ancak, sıkça temel alınan çoğu istatistiğin ekonomiyle alakalı sadece yaklaşık veya geçerliliğini yitirmiş bir parametre sunduğu unutulmamalıdır. Söz konusu istatistiklerin çoğu, bugünün birbiriyle bağlantılı küresel pazar dahilindeki modern ekonomileri değil, 19. yüzyıl sonlarında sınırlar arası faaliyetin kısıtlı olduğu sanayi ekonomilerini tanımlamak için geliştirilmiştir.

Mesela, son yirmi yıldır, ABD işsizlik oranları, ekonomistlerin enflasyonu yükseltmeden de mümkün olduğuna inandığı seviyenin çok altında olmuştur. Veya ABD’nin cari işlemler açığını ele alalım. 2007’de 800 milyar dolara ulaşan (diğer bir ifadeyle GSYİH’nin yüzde yedisi) cari işlemler açığının GSYİH’nin yüzde dördüne tekabül edecek şekilde devam ettirilemez olduğu düşünülmekteydi. Cari işlemler açığı bugün tehlikeli bir düzeyde, lakin bu durum kısmen, dünya genelinde tasarruf fazlasının bulunmasından ve de ABD’nin yatırımlar için hayret verici seviyede istikrarlı ve cazibeli konumundan kaynaklanıyor. Harvard’da görev yapan ekonomist Richard Cooper’ın belirttiğine göre, özel tasarruflardaki azalma şirket tasarruflarındaki artışla dengelenmektedir. Eğitim ve AR-GE harcamaları, fiziksel sermaye ve konut piyasası ile beraber göz önüne alındığında ABD yatırım tablosu daha umut verici görünmektedir.

ABD’nin ciddi sorunları var. Yapılan tüm hesaplamalara göre, Medicare (ABD sosyal sigortası) federal bütçenin iflasını tetiklemektedir. 2000-2008 yılları arasında, bütçe fazlası verilen dönemden açık verilen döneme gerçekleşen sallantı ciddi izler bırakmıştır. Artan eşitsizlik (bilgi ekonomisi, teknoloji ve küreselleşmenin sonucu) yeni dönemin temel özelliği olmuş durumda. Belki de daha endişe verici olan, Amerikalıların dünya tasarruf fazlasının yüzde 80’ini kullanıyor olmaları. Daha fazla harcayabilmek için varını yoğunu satıyorlar. Ancak bu tür sorunların, hala gücünü ve dinamiklerini koruyan bir ekonominin tamamı göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekir.

Eğitim Ulusu
“Haklısınız” diyor daha fazla endişe duyanlar ve devam ediyorlar: “Ancak sadece bugünün fotoğrafına bakıyorsunuz. ABD bilimsel ve teknolojik tabanını kaybettikçe ve de amansız bir kültürel çözülmeye maruz kaldıkça, ülkenin sahip olduğu avantajlar da hızlı bir şekilde aşınıyor.”

Savunulan fikir şu yönde: Bir zamanlar Püriten etiğe sahip, uzun vadede tatmin olmayı tercih eden bir ülke bugün anlık zevklerinin peşinden koşar hale gelmiştir; Amerikan insanı, matematik, üretim, sıkı çalışma ve tasarruf gibi temel zorunluluklara ilgisini kaybetmekte, tüketim ve eğlence toplumuna doğru yol almaktadır.

ABD’de mühendislik alanındaki kan kaybını ortaya koyan veriler bu endişeyi en iyi yansıtan istatistikler gibi görünüyor. 2005’te Ulusal Bilimler Akademisi’nin yayınladığı rapor ABD’ye, dünyada bilimin lideri olarak mevcut ayrıcalıklı konumunu yakında kaybedebileceği yönünde uyarıydı. Rapora göre, 2004 yılında Çin’de 600,000 mühendis mezun olurken, Hindistan’da bu rakam 350,000’e, ABD’de ise 70,000’e düşüyor ki bu rakam sayısız makale, kitap ve konuşmalarda kaç kez dile getirilmiştir. Esasında bu rakamlar umutsuzluk sebebi olmamalıdır. “Her bir kalifiye Amerikan mühendisine bir düzineden fazla Çinli veya Hindu mühendis düşerken ABD nasıl umut besleyebilir?” diye sorabilirsiniz. Ancak rapora göre ABD’deki her bir kimyacı veya mühendise yapılan masraf ile, bir şirket beş Çinli kimyacı veya 11 Hindu mühendis çalıştırabilmektedir.

Ayrıca rakamlar da zaten gerçeği yansıtmıyor. Birkaç akademisyen ve gazeteci konuyu araştırmış ve hemen ertesinde Asyalı bütün mühendislerin arasında, basit teknik çalışmalar konusunda öğrenciler yetiştiren iki veya üç yıllık programlardan mezun olanların bulunduğunu tespit etmişlerdir. ABD ve diğer devletlerle ilgili bu türden istatistikleri takip eden Ulusal Bilim Vakfı, Çin’de her yıl mezun olan mühendis sayısını 200,000 olarak belirlemiş, Rochester Teknoloji Enstitüsü Profesörü Ron Hira ise 1 yılda mezun olan Hindu mühendislerin sayısının 125,000 olduğunu ortaya koymuştur. Bu da, ABD’de kişi başına düşen eğitimini almış mühendis sayısı, Çin ve Hindistan’dakinden daha fazla demektir.

Ayrıca rakamların kalite hakkında bilgi vermeyeceği de unutulmamalıdır. Çin ve Hindistan’daki en parlak ve zeki öğrenciler, Hindistan’ın meşhur mühendislik akademileri olan Hindistan Teknoloji Enstitüleri’nde (Başvuran 300,000 kişiden 5,000’i giriş sınavını geçebilmektedir) uzmanlaşmaktadırlar ve bu öğrenciler her eğitim sisteminde başarılı olacak düzeydeler. Ancak, Her yıl 10,000’in altında mezun veren bu tür seçkin enstitülerin ötesine geçtiğiniz an, Çin ve Hindistan’daki yüksek öğretimin ne kadar zayıf olduğunu görürsünüz, durum böyle olunca çoğu öğrenci yurt dışında daha iyi eğitim alabilmek için kendi ülkesini terk etmektedir. The McKinsey Global Enstitüsü’nün 2005’te yaptığı “yükselen küresel iş piyasası” adlı araştırmaya göre düşük maaşlı 28 ülkede yaklaşık olarak 33 milyon genç profesyonel bulunuyor. Ancak araştırmada çoğunlukla yetersiz eğitim sebebiyle, “potansiyel iş adaylarından sadece bir kısmının yabancı bir şirkette çalışabildiğine” dikkat çekiliyor.

Gerçekten düşünüldüğünde yüksek öğretim ABD’nin en iyi sanayisi. ABD’nin başka hiçbir alandaki üstünlüğü bu kapasitede değil. Londra merkezli Avrupa Reform Merkezi’nin hazırladığı 2006 tarihli raporda ABD’nin GSYİH’sinin yüzde 2.6’sını yüksek öğretime ayırdığına, Avrupa’da bu rakam 1.2 iken Japonya’da 1.1 olduğuna dikkat çekiliyordu. Hangi araştırmaya bakıldığına bağlı olmak şartıyla, dünyanın en iyi on üniversitesinin yedi veya sekiz tanesi, en iyi 50 üniversitenin ise ya yüzde 48’i ya da 68’i, dünya nüfusunun yüzde 5’ini barındıran ABD’de bulunmaktadır. Bilimler konusundaki durumu ise oldukça çarpıcı.

Hindistan’da üniversiteler bilgisayar bilimi üzerine 35 ile 50 arasında her yıl mezun verirken, ABD’de bu rakam 1,000’i buluyor. Alanı bilgisayar olan dünyanın en iyi 1,000 bilim adamının nerede eğitim aldığına yer veren liste göstermektedir ki dünyanın en iyi 10 okulu Amerika’da bulunuyor. Ayrıca dünyanın her yerinden yabancı öğrencilerin yüzde 30’unu her yıl misafir eden ABD, öğrenciler için en cazibeli yer olma özelliğini koruyor ve iş ile eğitim kurumları arasındaki iş birliği ise dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmuyor. Çoğunlukla devletin idare ettiği bürokrasilerden ibaret olan Avrupa ve Japonya’daki üniversitelerin yapılanmaları pek değişecek gibi görünmediğinden, ABD’nin sağladığı bütün bu avantajlar da kolayca silinip gitmeyecektir. Çin ve Hindistan bugün yeni kurumlar kurma çabasında olabilir, ancak öyle 20-30 yılda dünyaya hitap eden bir üniversite yaratmak kolay değildir.

Ancak, çok az insan ABD ilkokul ve ortaokullarının aynı derecede övgüyü hakettiğini düşünüyor. Gerçekten okul sistemi şu anda krizde, uluslararası sıralamalarda öğrenciler, özellikle fen ve matematikte her geçen yıl daha kötü sonuçlar çıkarıyorlar. Fakat eldeki istatistikler, yanlış değil belki ama farklı bir şeyi ortaya koyuyor. Asıl sorun sistemin mükemmel olup olmaması değil, asıl sorun erişim. Ülkelerdeki eğitimlerin karşılaştırılması için bir standart arz eden Uluslararası Matematik ve Fen Araştırması (TIMSS), ABD’yi tam olarak sıralamada ortalara koymuştur. Medya ise haberi felaket tellellığıyla vermişti: “Ekonominin Kurduğu Saatli Bomba: ABD Gençleri Matematik’te En Kötüler Arasında” şeklinde yer vermişti Wall Street Journal.

Ancak alınan toplam puanların ardında bölgesel, etnik ve de sosyoekonomik açıdan derin farklılıklar yatıyor. Yoksul ve azınlık statüsündeki öğrenciler ABD ortalamasının altında puanlar alırken, bir araştırmaya göre “zengin semtlerdeki okullarda okuyan öğrenciler neredeyse TIMSS’nin matematik puanlarında açık ara üstünlük sağlayan Singapur öğrencileri kadar iyi sonuçlar çıkarıyorlar.” ABD dahilinde, fakir ve zengin okul bölgelerinin ortalama fen puanları arasındaki fark, ABD ile Singapur’un genel ortalamaları arasındaki farkın dört beş katı kadar. Diğer bir ifadeyle, ABD eğitim-öğretiminin sorunu eşitsizlik sorunudur. Ancak bu zaman içinde rekabet problemine dönüşecektir, zira ABD, çalışan nüfusun üçte birinin bilgi ekonomisi dahilinde rekabet edebileceği şekilde eğitim ve öğretimini sağlayamazsa, bu durum ülkenin gerilemesiyle sonuçlanacaktır. ABD ne yapması gerektiğini adı gibi biliyor.

Ezber ve sıkılık konusunda ABD sisteminin çok gevşek bir yapısı olabilir, fakat aklın eleştirel yönlerini geliştirmekte oldukça başarılıdır. ABD’nin nasıl bu kadar çok girişimci, mucit ve de riski göze alabilen kişiler yetiştirebilmesi kesinlikle sistemin bu özelliği sayesindedir. Son döneme kadar Singapur Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürütmüş olan Tharman Shanmugaratnam kendi ülkesindeki sistem ile ABD’ninki arasındaki farkı şu şekilde açıklıyor: “Her iki ülkede de meritokrasi vardır. Ancak sizinki bir yetenek meritokrasisi, bizimki ise sınav meritokrasisi. Biz öğrencilere sınavlara yönelik nasıl bir eğitim verilmesi gerektiğini biliyoruz. Siz ise insanların yeteneklerinden maksimum düzeyde nasıl istifade edeceğini. Her ikisi de önemli, ama biz, aklın yaratıcılık, merak, risk alma, hırs gibi bazı yönlerini test edemiyoruz. Her şeyden öte, ABD’de geleneksel bilginin varlığını tehdit eder tarzda bir öğrenme kültürü var, bu tehdit otoriteye yönelik olsa bile.”

Bu durum; zeka, çabuk düşünme, problem çözümü gibi hünerleri teşvik eden ve ödüllendiren sistemin nasıl oluşturulacağını öğrenmek için Singapurlu yetkililerin neden son dönemlerde ABD’yi ziyaret ettiğinin sebepleri arasında bulunuyor. Singapurlu ziyaretçilerden biri Washington Post’a şöyle bir açıklama yapıyor: “Gözlemlediğiniz zaman, öğrencilerin sürekli destek almadıklarını, kendi başlarına çabaladıklarını fark ediyorsunuz” ABD, Asya ülkelerinin test yapma becerilerine hayretle bakarken, Asya hükümetleri de kendi çocuklarına düşünmeyi öğretmenini yolunu bulmak için ABD’ye geliyorlar.

Gri Bölge
Asya şartları göz önüne alındığında ABD’nin avantajları açıkça ortaya çıkmaktadır, zira Asya hala çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin kıtasıdır. ABD’nin Avrupa ile arasındaki fark ise Amerikalıların düşündüğünden daha azdır. Euro bölgesi, muazzam bir düzeyde, 2000’den bu yana hemen hemen ABD ile aynı hızda büyüyor. Dünya genelinde dış yatırımların yarısını bünyesinde barındırırken, güçlü bir emek verimliliğini elinde tutuyor. Bölge 2007’nin ilk on ayında 30 milyar dolarlık ticaret fazlası vermiş bulunuyor. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Rekabet Endeksi’nde ise Avrupa Ülkeleri en iyi on ülkenin yedisini oluşturuyor. Avrupa’nın, yüksek işsizlik oranı, katı emek piyasası gibi sorunları olsa da, daha verimli ve mali açıdan devam ettirilebilir sağlık ve emeklilik sistemleri gibi avantajları da var. Uzun lafın kısası Avrupa, ABD ekonomisi açısından kısa vadede en büyük tehlikeyi oluşturuyor.

Ancak Avrupa’nın çok büyük bir dezavantajı var, daha doğru ifade etmek gerekirse ABD, Avrupa ve diğer gelişmiş dünyanın büyük kısmına kıyasla büyük bir avantaja sahip. ABD nüfus yapısı açısından çok canlı bir ülke. Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nde akademisyen olan Nicholas Eberstadt 2030’a kadar ABD nüfusunun 65 milyon artacağını diğer yandan ise Avrupa nüfusunun “tam anlamıyla sabit” kalacağına yönelik tahminde bulunuyor.

Eberstadt’ın belirttiğine göre, “Avrupa’da 65 yaşını aşmış kişi sayısı 15 yaşın altındaki çocukların sayısının iki katından daha fazla olacak, beraberinde ise gelecekte yaşlıların ağırlıkta olması gibi sonuçlar doğuracaktır” (Çocuk sayısının bugün az olması çalışan sayısının yarın az olması demektir) ABD’de ise bunun aksine, çocuklar yaşlı sayısını sollamaya devam edecektir. ABD Nüfus Sayım Bürosu’nun tahminlerine göre, Batı Avrupa’da çalışma yaşındaki insanların yaşlı vatandaşlara oranı bugünkü 3.8/1’den 2030’a kadar 2.4/1’e düşecek. ABD’de ise bu rakamın 5.4/1’den 3.1/1’e gerileyeceği tahmin ediliyor.

Avrupa’nın bu nüfus kaybını engellemesinin tek yolu daha fazla göçmen almaktan geçiyor. Avrupa’nın asıl yerlilerinde nüfusun yenilenmesi süreci tam anlamıyla durmuş durumda, bu yüzden mevcut nüfus düzeyini istikrarlı kılmak dahi orta düzeyde göç alımını gerektirmektedir. Büyüme için ise çok daha fazlası gerekecektir. Lakin Avrupalı toplumlar, bilhassa kırsal kesimden ve de İslam dünyasının geri kalmış bölgelerinden gelen insanlar başta olmak üzere aşina olmadıkları farklı kültürleri ne bünyesine almak ne de sindirmek niyetinde. Hangisi haksız, göçmenler mi yoksa toplumlar mı sorusu bu noktada pek önem arz etmiyor. Gerçek olan şu ki, Avrupa, ekonomik geleceğinin daha fazla göçmen alabilme kapasitesine bağlı olduğu bir dönemde daha az göçmen alma eğiliminde. Öte yandan ABD ise büyük bir uyumluluk içinde yaşamını ve çalışmasını sürdüren her renkten, ırktan ve de inançtan insanları bir araya getirerek ilk evrensel ulusu inşa ediyor. Devam eden başkanlık seçimlerini düşünün, adaylar arasında siyahi bir adam, bir kadın, bir Mormon, bir İspanik ve de İtalyan kökenli Amerikan vardı.

Şaşırtıcı olan şu ki, Asya ülkeleri (Hindistan haricinde), demografik açıdan Avrupa’ya benziyor hatta daha da kötü. Çin, Japonya, Güney Kore ve Tayvan’daki doğurganlık oranları kadın başına düşen 2.1’lik doğurganlık oranının çok altında ve tahminler önde gelen Doğu Asya ülkelerinin, gelecek elli yıl içinde çalışan nüfus miktarında önemli bir düşüşle yüz yüze kalacağını göstermektedir. Japonya’da çalışan nüfus miktarında çoktan muazzam bir kayıp yaşandı, 2010’a kadar ise Japonya’nın 2005 yılına oranla 3 milyon daha az çalışanı barındırması bekleniyor. Çin ve Güney Kore’deki çalışan nüfus miktarının da gelecek 10 yıl içinde eriyeceği tahmin ediliyor. Goldman Sachs Çin’deki ortalama yaşın 2005’teki 33’ten 2050’de 45’e yükseleceğini öngörüyor ki bu da nüfusun ciddi oranda yaşlanması anlamına gelecektir. Asya ülkelerinden Japonya da Avrupa kadar göçmen sorunu yaşıyor. Japonya muhtemel bir çalışan sıkıntısıyla karşı karşıya bulunuyor, çünkü ne yeteri kadar göçmen alabiliyor ne de kadınların tam anlamıyla iş gücüne katılımını sağlayabiliyor.

Yaşlanan nüfusun etkileri ise ileri düzeyde. Her şeyden önce emeklilik külfeti ortaya çıkıyor, yani az sayıda işçinin fazla sayıda ak saçlı insanı beslemesi. İkincisi ise, ekonomist Benjamin Jones’un işaret ettiği gibi, en yenilikçi mucitler- ve de Nobel alanların büyük bir kısmı- en önemli çalışmalarını 30 ile 44 yaşları arasında ortaya koyuyor. Diğer bir ifadeyle, küçük çapta çalışan bir nüfus daha az teknolojik, bilimsel ve de idari ilerleme demektir. Üçüncü olarak, çalışan kesim yaşlandıkça, toplum net tasarrufçudan net tüketiciye dönüşür, beraberinde ise milli tasarruflar ve de yatırım oranları üzerinde kötü etkiler yaratır. İleri düzeyde sanayileşmiş ülkeler için yanlış nüfus yapılanması öldürücü bir hastalık demektir.

ABD’nin bugün elinde bulunan potansiyel avantajları büyük oranda göç almasından kaynaklanmaktadır. Göç olmasaydı ABD’nin son çeyrek asırdaki GSYİH’si Avrupa’nınki ile aynı olurdu. Yerli beyaz Amerikalılar Avrupalılarla aynı düzeyde düşük bir doğurganlık oranına sahiptir. Yabancı öğrenciler ve göçmenler ülkedeki bilimsel araştırmacıların yüzde 50’sini oluşturmaktadır. Ayrıca 2006’da fen bilimleri ve mühendislik alanlarında doktora öğrencilerinin yüzde 40’ını bilgisayar bilimlerinde ise yüzde 65’ini almıştır. 2010’a kadar ise, yabancı öğrenciler ABD’de her konu üzerine verilebilen doktoraların yüzde ellisini almış olacak. Silikon Vadisi kuruluşlarının yarısının kurucuları arasında, ilk nesil Amerikanlardan olan bir göçmen mutlaka vardır.

Kısacası, ABD’nin verimlilik konusundaki potansiyel patlaması, nanoteknoloji ve biyoteknoloji alanlarındaki üstünlüğü, geleceği icat edebilme kapasitesi, bunların hepsinin temeli göç politikalarına dayanmaktadır. Eğer ABD eğittiği insanları ülkede tutmayı başarırsa, yenilikler burada zuhur edecektir. Kendi evlerine dönerlerse, inovasyon onlarla birlikte uçup gidecektir.

Göç bunun dışında, ülkelerin sadece zenginlikle elde edemeyeceği bir avantaj da sağlamıştır ABD’ye: Dinamizm. Bu şekilde ülke, yeni bir dünyada yeni bir hayat kurmak isteyen insanların akışı sayesinde kendini sürekli canlı tutmayı başarabilmektedir. İster İrlanda’dan, İtalya’dan olsun isterse Çin’den Meksika’dan olsun, bazı Amerikalılar bu göçmenler konusunda büyük endişe duyuyorlar. Fakat bu göçmenler Amerikan çalışan sınıfının bel kemiğini oluşturmuş durumdalar, çocukları, çocuklarının çocukları Amerikan yapısına ayak uydurmuş halde. ABD bugüne kadar bu enerjiden istifade edebilmiş, farklılıkları yönlendirebilmiş, yeni gelenleri sindirebilmiş ve ekonomik açıdan ileri bir düzeye gelebilmiştir. İşte ABD’yi İngiltere’den ve de büyüyüp hantallaşan sonrasında da daha zayıf ve gözü aç ulusların yükselişi karşısında bu gücünü kaybeden geçmişteki süper güçlerden ayıran budur.

Dünyadan Ders Almak
2005’te New York büyük bir irkilme yaşadı. O yıl, dünyanın en büyük 25 halka arzın yirmi dördü ABD dışındaki ülkelerde gerçekleşti. Bu durum büyük bir şaşkınlığa sebep oldu. ABD sermaye piyasaları uzun zaman boyunca dünyanın en büyük piyasası olarak konumunu korumuştu. Bu piyasalar 1980’lerde üretimdeki dönüşümleri ve de 1990’lardaki teknoloji devrimini finanse etmişti, bugün ise biyobilim dalında devam eden ilerlemelerin finansmanını sağlamaktadır. Amerikan iş dünyasını çevik kılan, bu piyasaların akışkanlığıdır. ABD bu avantajını kaybedecek olursa işte bu ABD için kötü haber demektir.

Sorun konusunda yapılan tartışmaların çoğu ABD yasal düzenlemeleri etrafında, bilhassa Sarbones-Oxley gibi Enron sonrası yasalar ve de ABD iş dünyasını saran sürekli yasal takip korkusu çevresinde dönmektedir. Bu tür engeller mevcuttur ancak iş dünyasının neden yurt dışına eğilimli olduğunu açıklayamamaktadır. ABD, iş dünyası yönetimine olağan şekliyle devam ediyor. Ancak başka aktörlerin de oyuna girdiğinin unutulmaması lazım. Başka alanlarda olanlar gibi burada olanların da açıklaması basit: Diğerlerinin yükselişi. ABD’nin stok, bono, mevduat, kredi ve diğer finansal araçları- diğer bir ifadeyle finansal stokları- dünyanın diğer bölgelerinden fazladır, ama diğer bölgelerde de finansal stokların çok daha hızlı arttığı görülmektedir. Bu durum özellikle Asya’nın yükselen ülkeleri için geçerli, bunun yanında euro bölgesi dahi ABD’yi geride bırakma yolunda. Avrupa’nın 2005’te 98 milyon dolar olan bankacılık ve ticaret gelirleri neredeyse ABD gelirleriyle eşit düzeye gelmiş durumda. Stoklar ve faiz ödemeleri gibi temel finansal araçlar üzerine temelli türevler konusunda ise, ki bu araçlar hedge fonlar, bankalar ve de sigortacılar için büyük önem arz eder, Londra oyuna en hakim aktör konumundadır. Bütün bunlar büyük bir trendin parçası. Ülkeler ve şirketler bugüne kadar hiç karşılarına çıkmamış seçenekleri ellerinde tutuyorlar.

Bu ve başka açılardan bakıldığında, ABD’nin olağan durumundan geriye gitmesi söz konusu değildir. Belki de bilinçaltından hala birinciliği götürdüğünü düşünerek, her zaman gösterdiği fonksiyonu bugün de göstermektedir. ABD yasama organları kanunlar, regülasyonlar ve politikalar hazırlarken, dünyanın geri kalan bölgelerini pek de hesaba katmamakta, ABD yetkilileri küresel standartları göz önüne almamaktadırlar. Nihayetinde ABD uzun bir dönem boyunca küresel standart olarak konumunu sürdürdü ve ne zaman farklı bir şey yapmaya kalksa, dünyanın kalan bölgelerini bu müstesna yapıya uyumluluk göstermeye zorlayacak kadar ehemmiyet arz etmekteydi. Liberya ve Myanmar’ı saymazsak, ABD metrik sistemde olmayan tek ülkedir. Somali dışında ise, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni onaylamayan tek ülke. İş dünyasında ABD standarda ihtiyaç duymamıştır. Dünayaya kapitalist olmayı öğreten ABD’dir. Fakat şimdi herkes ABD’nin oyununu oynuyor ve de kazanmak için oynuyor.

Son 30 yılın çoğunda, ABD sanayileşmiş ülkeler arasında, kurumlar vergisi oranı en düşük ülke olarak pozisyonunu korumuştu. Bugün ise ikinci en yüksek orana sahip. ABD'deki oranların fırlaması gibi bir durum söz konusu değil, sadece diğer ülkelerin oranları düşmüş durumda. Mesela Almanya, uzun zamandan beri yüksek vergilendirme sisteminin savunucusu olan bu ülke, doğusundaki Avusturya ve Slovakya'daki gibi hareketlenmelere mukabil vergi oranlarını düşürdü. Endüstrileşmiş ülkeler arasında bu türden bir rekabet bugün oldukça yaygın. Bu dibe doğru yarış (race to the bottom) değil bir büyüme arayışıdır, oysa ki İskandinav ülkelerinde de yüksek vergiler vardır yine de iyi hizmetler ve de güçlü bir büyüme gözlenmektedir. ABD’nin yasal düzenlemeleri, diğerlerine kıyasla daha esnek ve de piyasayla barışıktı eskiden. Ama artık öyle değil. Londra finans sistemi 2001 yılında revizyondan geçirilmiş, diğer bütün kafa karıştırıcı düzenleme yığınlarının yerine tek bir entiti vücuda getirilmiştir. Bu sayede bugün Londra'nın finans sektörü bazı açılardan New York'u geride bırakmaktadır. İngiliz hükümeti bugün Londra’yı dünyanın merkezi yapabilmek için canla başla çalışmaktadır. Varşova, Şangay ve Bombay'dan ekonomi regülatörleri kendi sistemlerini yatırımcılar ve üretimcilere daha cazip göstermek için gezip durmaktalar. Washington ise, zamanını New York'tan vergi toplamanın yollarını bulmak için harcıyor, böylece oradan aldığı gelirleri ülkenin geri kalan kısımlarına dağıtılabilecek.

Uzun zaman boyunca zirvede kalmanın ABD’ye getirdiği bazı dezavantajlar da var. ABD piyasası bugüne kadar öyle büyük bir kapasiteye sahip olmuştur ki, Amerikalılar, dünyanın kalan diğer bölgelerinin bu piyasayı ve de Amerikan insanını çözmek için çabalayacağı kanaatinde olmuşlardır. Yabancı dilleri, başka kültür ve piyasaları anlamak için bir karşılıkta bulunma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Ve bu durum bugün ABD’yi rekabet açısından olumsuz bir pozisyona sokmuştur. İngilizcenin dünya çapında yayılışını ele alalım. Amerikalılar bu süreçten büyük bir memnuniyet duymuşlardır, zira bu durum onların dünya çapında daha rahat seyahat ve de iş yürütmelerine vesile olmuştur. Ancak durumun böyle olması, dünyanın diğer bölgelerindeki sakinlerin her iki piyasayı ve kültürü kavraması ve ulaşmasını sağlamaktadır. Bir taraftan İngilizceyi konuşabilirken diğer taraftan da Mandarin, Hinduca ve Portekizce bilmektedirler. ABD piyasasına olduğu kadar Çin, Hindistan ve Brezilya piyasasına da nüfuz edebilmektedirler. Amerikalılar ise, bunun aksine, başka insanların dünyalarına yolculuk etmek gibi bir
yetenek geliştirememişlerdir.

ABD, önde gelen bir ekonomi ve toplum olmaya alışmış bir ülkedir. Ve bugüne kadar diğer sanayileşmiş bölgelerin, ve de dünyadaki endüstrileşmemiş ülkelerin büyük çoğunluğunun, ABD'dekinden daha iyi bir cep telefonu hizmeti vermekte olduğundan bihaberdir. Öte yandan, bilgisayarlar arası bilgi alış-verişi, Kanada'dan Fransa ve Japonya'ya kadar sanayileşmiş bölgelerin çoğunda daha hızlı ve daha ucuzdur, ABD ise ortalama geniş bant kullanımı açısından dünyada 16. sıradadır. Amerikan siyasetçileri sürekli olarak halka, başka ülkelerin sağlık sistemlerinden alacakları tek dersin kendilerininkine bakıp şükretmek olduğunu söylemektedirler. Amerikalılar ise dünyanın diğer yerlerinde ne olup bittiğine bakmamakta, dünyadaki seçenek ve alternatifleri benimsemek bir yana dursun bunların farkına bile varamamaktadırlar.

Dünyadan ders almak artık bir ahlak veya siyaset meselesi değildir. Hiçbir zaman olmadığı kadar bir rekabet meselesidir. Otomobil endüstrisini düşünün. 1894’ten bu yana geçen yüzyıldan fazla süre zarfında Kuzey Amerika'daki araba üretiminin çoğu Michigan'da yapılmıştır. 2004'ten bu yana ise, Michigan bu konumunu Kanada'daki Ontario şehrine kaptırmıştır. Nedeni basit: sağlık harcamaları. ABD'de araba üreticileri her bir işçinin sağlık ve sigorta harcamaları için 6,500 dolar ödemek zorunda. Üretim tesisini Kanada’ya kaydırdığınız vakit, sağlık bakımı devlet işletmesinde olduğundan, bu harcama işçi başına 800 dolara düşmektedir. Bunu Kanada sağlık hizmetlerinin reklamını yapmak için söylemiyorum, ancak bu durum ABD'de sağlık sisteminin masraflarının, Amerikalıların işe alınması noktasında rekabet açısından ABD'ye bir dezavantaj yaratacak bir düzeye yükseldiğini göstermektedir. Böyle olmakla, istihdamın düşük ücret verilen ülkelere değil de iyi eğitimli ve kalifiye işçilerin bulunduğu yerlere kaymaktadır, işverenlerin istediği düşük ücret vermek değil, sadece akıllı kazanımlar elde etmek.

Amerikalı işçilerin, ister araba şirketlerinde, ister çelik fabrikalarında isterse bankalarda olsun, diğer işçilerle kıyaslandığında on yıllardır süregelen bir avantajı vardı: Amerikan sermayesine imtiyazlı ulaşım. Bu ulaşım sayesinde, hiç kimsenin elde edemediği eğitim ve teknolojiyi elde edebilmişler, hiç kimsenin üretemediği ürünleri rekabet yaratacak fiyatlarda üretebilmişlerdir. Bu imtiyaz da bugün uçup gitti. Dünya artık sermaye içinde yüzüyor, Amerikalı işçiler akıllarını başlarına alıp kendilerine şunu sormalılar: Diğerlerinden daha iyi neler yapabiliriz? Bu durum sadece işçiler için değil şirketler için de bir ikilem konusu. Amerikan şirketleri eskiden yurt dışına açıldığında, beraberinde sermaye ve teknik bilgiyi de götürürlerdi, bugün dışa açıldıkları zaman, gittikleri yerlerdeki insanların gerekli sermaye ve teknik bilgiye sahip olduklarına şahit oluyorlar.

Hakikaten artık Üçüncü Dünya diye tabir edilecek bir yer kalmadı. Amerikan şirketleri Brezilya ve Hindistan'a ne götürsünler? Ne gibi bir rekabet avantajı var? Bu çoğu Amerikalının cevabını bilmediği bir soru. Cevabı ise ekonomist Martin Wolf’un dile getirdiği bir ifadede yatıyor. Ekonomistler eskiden iki temel kavramı tartışırlardı, sermaye ve emek. Fakat bunlar artık herkesin kolayca ulaşabileceği metalardır. Bugün ekonomileri birbirinden ayıran ise düşünce ve enerjidir. Bir ülke eğer dünyanın enerji ve düşünce kaynağı görevini görüyorsa, o ülke refaha ulaşır.

Hiç-bir-şey-yapma Siyaseti

ABD, bugüne kadar, büyük-küçük, teknik ve yaratıcı, ekonomik ve siyasi türden yeni fikirlerin dünyadaki en önemli kaynağı olmuştur ve olmaya da devam edebilir (Gerçek manada yenilikçi olabilirse, yeni enerji türleri üretebilmeye yönelik yeni fikirler de üretebilir). Ancak bunu yapabilmek için bazı önemli değişimler geçirmesi zaruridir. ABD tarihinde, sürekli nüfuzunu kaybetme endişeleri ortaya çıkmıştır. Bugünkü, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana meydana gelen dördüncü endişe dalgasıdır. İlki 1950’lerin sonlarında Sovyetler Birliği'nin uzaya Sputnik uydusunu göndermesi sonucunda oluşmuştur. İkincisi ise, 1970’lerin başında, yüksek petrol fiyatları ve yavaş büyümenin Amerikalıları, geleceğin güçlerinin Suudi Arabistan ve Batı Avrupa olacağına iyice ikna ettiği dönemde, üçüncüsü ise, 1980’lerin ortasında, uzmanların çoğunun Japonya’yı teknolojik ve ekonomik açıdan geleceğin üstün süper gücü olarak görmeye başladığı dönemde tezahür etmiştir. Bu durumlardan her birinde duyulan endişeler sebepsiz değildi, yapılan tahminler ise mantıkla örtüşüyordu. Ama korkulan bu senaryoların hiçbiri olmadı. Bunun sebebi ABD sisteminin esnekliğini, başarısını, gücünü ve de hatalarını telafi edebilecek ve dikkatini yoğunlaştırabilecek yeteneğini ortaya koymasıydı. Ekonomik gerileme üzerine yoğunlaşarak bu durumun önüne geçilebilmişti.

Bugünün sorunu ise, ABD siyasi sisteminin yaralarını iyileştirecek kapasiteyi kaybetmiş olmasıdır. ABD’nin bugün gerçekten ekonomik sorunları mevcuttur, ancak bunlar genelde ne ABD ekonomisindeki büyük verimsizliklerden doğmuştur ne de kültürel bozulmanın yansımalarıdır. Bunlar tamamen belirli hükümet politikalarının doğurduğu sonuçlardır. Oysaki farklı politikalar ABD'yi süratle ve kolaylıkla daha sağlam temellere oturtabilir. Bir dizi sağduyulu reform, israfkar harcamaları ve sübvansiyonları düzene sokmak, tasarrufları artırmak, bilimsel ve teknolojik eğitimi yaygınlaştırmak, emeklilikleri güvence altına almak, uygulanabilir göçmen alım süreci başlatmak ve de enerji kullanımında önemli verimlilikler ortaya koymak için hemen yarın yürürlüğe sokulabilir. Bahsedilen konular noktasında politika uzmanları arasında çok da büyük fikir ayrılıkları yoktur veya önerilen önlemlerin hiçbiri savaş zamanında çekilen sıkıntıları anımsatan türden büyük fedakârlıklar gerektirmemektedir sadece mevcut düzenlemelerde orta düzey değişikliklere ihtiyaç vardır. Maalesef, bizzat siyaset sebebiyle, bunlar imkansız görünüyor. ABD siyasi sistemi zahmetsiz rahmet olmayacağını göremiyor.

Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz şu süreçte, ABD'yi kökten zayıf bir ekonomi veya yozlaşan bir toplum olarak görmemek gerekir. Fakat hiçbir fonksiyonu olmayan bir siyaset geliştirmektedir. Devam edemeyecek kadar eski (yaklaşık 225 yaşında) ve oldukça katı olan mevcut siyasi sistem para, şahsi çıkarlar, sansasyoncu medya ve de ideolojik saldırı gruplarının hakimiyetine geçmiş durumdadır. Sonuç ise anlamsız şeyler üzerine yapılan bitmek bilmez tartışmalardır, elde ne bir netice var, ne uzlaşma ne de eylem. Girişimci olan bir ülke bugün, sorun çözümünden ziyade parti tartışmalarına endeksli "hiç-bir-şey-yapma" siyasetiyle tıkanıp kalmıştır.

Sert parti politikalarının yanında olmak ve orta yolculuğa kulak asmamak kurnaz bir zıtlaşmacılıktır. Bazı siyaset bilimciler yıllardır ABD siyasi partilerinin de Avrupa’dakiler gibi ideoloji açısından saf ve sıkı disiplinli olmalarını arzu ederler. Avrupa'daki parlamenter sistemler taraflı partiler ile büyük uyum sağlamaktadır. Bu sistemlerde, yürütme organı yasama organını her zaman yönetmekte, böylece iktidardaki parti gündemindekileri daha rahat uygulamaya geçirebilmektedir. ABD’deki ise bunun aksine kuvvetler ayrılığı, birbiriyle çakışan işlevler ve de kontrol ve denge (checks and balances) olgularının vücut bulduğu bir sistemdir. Gelişme, iki büyük parti ve kabuğunu kırabilen siyasetçiler arasında oluşacak geniş koalisyonlar gerektirmektedir. Bu sebepledir ki James Madison siyasi partilere güvenmemiş, her türlü hizip ile bunları aynı kefeye koymuş ve siyasî partileri genç Amerikan Cumhuriyeti'ne karşı büyük bir tehlike addetmiştir.

Sağlık, sosyal güvenlik, vergi reformu türünden büyük bir sorun konusunda ilerleme kaydetmek için her iki tarafın da uzlaşması lazımdır. Bunun yanında uzun vadeli bir perspektif gereklidir. Ancak bu siyasi olarak mümkün değildir. Mantıklı çözümler sunanlar ve yasama organı ile uzlaşı gösterenler kendi partilerinin liderleri tarafından kenara itilmekte, özel ilgi gruplarının fonlarından mahrum bırakılmakta ve de televizyon ve radyo üzerinden kendi tarafındaki insanların saldırılarına maruz kalmaktadırlar. Ancak, taviz vermemek, sonrasında da takımına dönüp düşman karşısında kesinlikle boyun eğmediğini dile getirmek konusunda sistem pek teşvik edicidir. Fon elde etmek için çok iyi bir yol ancak yönetim hususunda ise tam bir felaket.

Diğer Aktörlerin Yükselişi

ABD’nin gerçek sınavı, İngiltere’nin 1900’lerde karşılaştığının tam tersi. İngiltere’nin ekonomik gücü, dünya genelinde geniş çaplı siyasi nüfuzunu idame ettirebildiği halde zayıflamaya başlamıştı. ABD ekonomisi ve Amerikan toplumu ise aksine karşılaştığı ekonomik baskılara ve rekabete karşılık verme kabiliyetinde. Olaylara düzen vermenin yanında adapte olabilme ve de kararlılık gösterebilme gücü de mevcut. ABD'nin yüz yüze kaldığı sınav siyasi nitelikte olmakla birlikte, genelde ABD’nin özelde ise Washington’un sırtında bir kamburdur. Diğerlerinin yükseldiği bir dünyaya Washington'un düzen vermesi ve adapte olabilmesi mümkün müdür? Ekonominin gerektirdiklerinde ve de siyasi güçte yaşanan değişimlere mukabelede bulunabilir mi? ABD dünyada yaklaşık 20 yıldır tamamen rakipsiz konumunu korumuştur. Daha geniş anlamda konuşmak gerekirse, dünya II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD’nin tasarladığı yapıda kalmıştır. Fakat bugün dünya, tarihin en büyük kırılma noktalarından birini yaşamaktadır.

Son 500 yıldır, yapısal anlamda gücün üç kez el değiştirdiğine, diğer bir ifadeyle uluslararası yaşamı-siyaset, ekonomi ve kültürü- yeniden şekillendiren, güç dağılımındaki köklü değişikliklere şahit olduk. İlki Batı dünyasının yükselişiydi, ki bu süreç 15. yüzyılda başlamış ve 18. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir ivme kazanmıştır. Beraberinde bildiğimiz anlamda moderniteyi getirmiştir: Bilim, teknoloji, ticaret, kapitalizm, tarımsal ve endüstriyel devrimler. Yalnız bununla kalmamış, Batı uluslarının da uzun vadeli siyasi nüfuzlar elde etmesini sağlamıştır.

19. yüzyılın sonlarında meydana gelen ikinci değişim ise ABD'nin yükselişi idi. Sanayileşmeyi tamamlamasının hemen ardından ABD, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana en güçlü ulus haline gelmiş ve bu ulus diğer ulusların bileşiminden daha güçlü bir konum elde etmiştir. Son yüzyılın büyük kısmında ABD küresel düzeyde ekonomi, siyaset, bilim, kültür ve fikirleri hakimiyeti altına almıştır. Son yirmi yıldır, bu hakimiyete rakip olacak bir güç ortada yoktur, ki bu da tarihte emsali görülmemiş bir durumdur.

Şimdi ise modern çağımızın üçüncü büyük güç değişimine şahit oluyoruz: Diğer aktörlerin yükselişi. Son 20-30 yıldır, dünya genelinde ülkeler, bir zamanlar hayal bile edilemeyen ekonomik büyüme oranları yakalıyorlar. İnişli çıkışlı bir süreçten geçmiş olsalar da genel trend hep ileriye dönük olmuştur. (Bu büyüme en rahat Asya'da görülmekteydi ancak artık sadece burayla sınırlı değil, bu sebeple değişimi “Asya’nın yükselişi” diye adlandırmak durumun hakkıy
SON VİDEO HABER

Suriyeli çalıştıran esnaf şaşkın: 'Aha yabancılar da gitti!'

Haber Ara