Dolar

34,9494

Euro

36,6308

Altın

3.003,71

Bist

10.007,77

Türkiye, bölgesel bir güç mü oluyor?

Finlandiya Dışişleri Enstitüsü’nden Araştırmacı Igor Torbakov, “Yeni Bir Stratejik Kimlik Arayışı: Türkiye bağımsız bir bölgesel güç mü oluyor?” başlıklı rapor hazırladı. İşte çarpıcı raporun tam metni..

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-09-17 23:32:00

Türkiye, bölgesel bir güç mü oluyor?

Yeni Bir Stratejik Kimlik Arayışı:
TÜRKİYE BAĞIMSIZ BİR BÖLGESEL GÜÇ MÜ OLUYOR?


Finlandiya Dışişleri Enstitüsü
Igor Torbakov - Araştırmacı
Hanna Ojanen - Program Yöneticisi
www.upi-fiia.fi

Çev.: Zuhal Özdemir

ÖZET:


* Son zamanlarda Türkiye’nin diplomatik faaliyetlerindeki hareketlilik, Türk dış politikasında dinamik ve kendine güvenen bir imaj çiziyor. Fakat son dönemde Türkiye liderliğinde uluslararası arenada yapılan çeşitli çalışmalar, Ankara’nın partnerleri ve komşuları arasında biraz kafa karışıklığı yaratmış gibi görünüyor.

* Türkiye’nin uluslararası tavrı çeşitli şekillerde algılanıyor. Bu konudaki fikirler oldukça geniş: Türkiye’nin, Batı’ya sırtını dönen dış politikasıyla dengeli bir istikamet tutturduğunu düşünenler olduğu gibi, Türkiye’nin gidişatının “kontrolsüz” olduğunu düşünenler de var.

* Aslında, Türkiye’nin tavrı iç ve dış faktörler tarafından şekillendiriliyor. Ülkenin uluslararası kimliğindeki değişiklik ve Türkiye’nin yeni jeopolitik rolü ile ilgili vizyonundaki değişiklikler bu tavrı etkiliyor.

* Mevcut Türk dış politikasının merkezinde, temel bölgesel meselelerde ülkenin bağımsız bir yol izlemesini ve bütün komşularıyla dengeli bir ilişki sürdürmesini sağlayacak yeni bir stratejik bakış açısı yer alıyor.

* Türkiye’nin gittikçe artan bağımsız rotası, şüphesiz ki önemli bir pozitif güç sağlarken, aynı zamanda ülkeyi zorlu sorunlarla karşı karşıya getirebilir. Üstelik Türkiye’nin gerçekten bağımsız ve iddialı bir dış politika izlemesi için gerekli olan kaynakların eksikliği nedeniyle de ülkenin bu isteği sınırlanabilir.

* Türkiye’nin batılı müttefiklerinin zihninde, hala büyük bir soru işareti olarak kalan husus ise, Ankara’nın bir yanda yükselen milliyetçi eğilimlerle öte yanda Avrupa ve Amerika ile sürdürmesi gereken yakın ilişkiler arasında denge sağlamayı başarıp başaramayacağıdır.


‘Türkiye’ Tartışması

Türkiye, tartışmaların, alın yazısı olduğu bir ülke. Ankara’nın son zamanlardaki dış politika aktivizmi de bunun tipik bir örneği. Uzunca bir süredir, Türkiye’nin üst düzey liderleri, bıkıp usanmadan Cezayir’den Suudi Arabistan’a, Rusya’dan Azarbeycan’a birçok ülke arasında zik zak dokuyorlar. Her gittikleri yerde de yeni diplomatik girişimler oluşturmak, arabuluculuk yapmak, yeni bölgesel güvenlik düzeni için plan geliştirmek ve ticaret bağlarını canlandırmaya çalışmak için uğraşıyorlar. Gözden kaçmayan diğer bir husus ise, Türkiye’nin dış politikasında son birkaç yıl içinde gözlemlenen hareketliliğin hemen hemen tamamının, aşikar bir şekilde Avrasya ve/veya Orta Doğu eğilimli olduğudur.
Türk dış politikasının yöneliminde göze çarpan bu değişim, Ankara’nın geleneksel batılı müttefikleri, ABD, AB ve NATO tarafından temkinli bir şekilde karşılandı. Bu değişim karşısında Batı’nın sergilediği tutum, ihtiyatlı bir teşvik ve temkinli bir endişenin karışımı şeklinde karakterize edilebilir. Batılı analistleri tedirgin eden temel sorular ise şunlar: Türkiye’nin bu yeni kararlılığı ve tutkusu Batı’nın stratejik hedefleriyle ne dereceye kadar bağdaşmaya devam edecek? Ankara, Batı’nın “problemli” gördüğü ülkelerle, iyi komşuluk ilişkileri kurmakta ne kadar bağımsız olacak?

Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin bugünkü uluslararası tavrıyla ilgili çok çeşitli görüşler var. En azından Türkiye’nin bazı batılı müttefikleri arasında, Türkiye’nin yarım yüzyıldır bağlı olduğu Euro-Atlantik kurumlar ve Batı yöneliminden gittikçe daha çok uzaklaştığı yönünde endişeler var. Bu görüşe göre, Batı’dan uzaklaşan Türk dış politikasının ağırlık merkezi, diğer bölgelere, özellikle de Müslüman Orta Doğu’ya kayıyor. Bu durum, Türk dış politikasının şekillenmesinde, 2002’de iktidara gelen “ılımlı İslamcı” Adalet ve Kalkınma Partisi’yle (AKP) birlikte artan İslam etkisi ile açıklanıyor.

Türkiye’nin dış politikasındaki önceliklerin değişmesiyle ilgili olarak ortaya konulan daha iyimser bir görüşe göre ise, Ankara’nın jeopolitik komşuluk ilişkilerinde daha kararlı ve bağımsız bir rol oynama isteği, ülkenin geleneksel Batı merkezli stratejik duruşu ile çelişen değil, onu tamamlayıcı nitelikte. Bu görüşü savunanlara göre, Türkiye’nin bölgedeki artan rolü, ABD veya AB politikalarıyla uyumsuz olmak durumunda değil. Bilakis, Ankara’nın bölgedeki gelişen profili, Türkiye’nin batılı partnerleri arasındaki stratejik önemini artıracak bir değer olarak görülebilir. AB’nin amaçladığı şey, yakın bağlar kurabileceği istikrar ve barış içerisinde komşuluk ilişkileri geliştirebilmektir. ABD için de, bölgede uzlaşma sağlanması ve terörizmin engellenmesi amacına hizmet eden bir yol olması sebebiyle, çatışma ve ihtilafların çözüme kavuşması önemli bir husustur. Ayrıca, ABD, askerlerini Irak’tan çekmek isterken, Washington, Ankara’nın savaşla harabeye dönen bu ülkede istikrarlı bir ortam oluşturma çabasını memnuniyetle karşılayacaktır. Rusya’nın eski Sovyet cumhuriyetlerini kendi yörüngesine geri çekmeye niyetlendiği Kafkasya’da, Türkiye’nin iyi ilişkiler geliştirmesi, ABD tarafından da desteklenecek gibi görünüyor. Türkiye, bir yandan bölgesel gündemini takip ederken bir yandan da Batı’nın bu hedefleri için de katkı sağlayabilir. Başkan Obama’nın, Nisan ayı sonunda Avrupa turunu tamamlarken, Türkiye’ye gerçekleştirdiği iki günlük ziyaret Türkiye’nin bölgedeki artan öneminin işaretleri olarak değerlendirilebilir.

Fakat, bütünüyle olumsuz bir görüş de, hem Türkiye yönetiminin dış muhalifleri hem de Ankara’yı hiçbir kesin kavramsal ve stratejik temeli olmayan, son derece aykırı bir dış politika izlediği için suçlayan AKP hükümetinin iç muhalifleri tarafından benimseniyor. Bu kritiklere göre, AKP’nin dış politika görüşü, popülist düşüncelerden etkilenen, kendi politik gücünü koruyabilmesi için menfaatçilik güden, prensipsiz bir görüş olarak değerlendiriliyor. Sonuç ise kaos politikaları ve “yönsüz bir Türkiye”.

Yeni Stratejik Kimlik

Türkiye’nin stratejik yönelimindeki bu değişikliğin, sadece AKP çevresinin dini inançlarından ya da güç tutkusundan kaynaklandığını düşünmek, muhakkak ki meseleye çok basit bir şekilde yaklaşmak olacaktır. Türkiye’nin “ılımlı İslamcıları”nın 2002’de kazandığı seçim zaferi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e verilen tam destek (Marttaki yerel seçimlerde yaklaşık %39 oranında oy almışlardı), ülkenin sosyo-politik hayatını şekillendiren önemli güçler arasında. Bu değişikliklere sebep olan tarihi güçler:

a)Anadolu bölgesinde görülen dikkat çekici ekonomik kalkınma

b)Ekonomik açıdan dinamik ve kültürel açıdan muhafazakâr, yeni hırslı taşralı sosyal aktörlerin oluşması sayesinde seçkinlerin genişlemesi

c)Seçimle gelen yetkililerin ve buna bağlı olarak daha güçlü bir hükümetin artan rolü


Bunlar ulusal kimlik açısından, Türkiye’nin Müslüman komşularına karşı eğilimine ve onlarla özdeşleşmesine zemin hazırlayan dini duyarlılığı arttıran önemli değişikliklerdir.

Bu faktörler, hâlihazırda güçlü olan ulusalcı tavırların ve Türk ayrılıkçılığı mefhumunun daha da güçlenmesine hizmet ediyor. Bunun sonucunda da, Türkler, kendi ülkelerini Batı (Avrupa) prizmasının dışında görüyorlar ve mevcut jeopolitik konumuyla ilgili olarak da daha çok kendilerine güveniyorlar. Üstelik Cumhuriyet öncesi tarihlerini, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu geçmişlerini de daha çok benimsiyorlar. Bütün bu değişiklikler Türkiye’nin çağdaş dünyaya bakışını ve bu dünyadaki konumunu şekillendirmede etkili oluyor. Bu yeni vizyonun temel etkileri, bir yanda Ankara’nın uluslararası stratejisinde “Batı boyutunun” (ABD ile ilişkiler, AB’ye katılım ve NATO üyeliği) nispeten zayıflaması, diğer yanda bölgesel yönelimin de (Türkiye’nin Orta Doğu komşuları ve eski Sovyet Avrasya ülkeleri de dahil) nispeten güçlenmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Son zamanlarda stratejik bağımsızlığa karşı gösterilen eğilim, Erdoğan’ın eski dış politika danışmanı ve yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından geliştirildi. Davutoğlu’nun stratejik vizyonuyla, Türkiye’nin jeopolitik konumu büyük ölçüde revize edildi. Davutoğlu ve benzer zihin yapısına sahip teorisyenlere göre, Türkiye, Avrupa Birliği, NATO ya da Asya’nın dış sınırlarında kalan, kalıcı bir çevresel ülke olarak algılanmasındansa, Avrasya’nın merkezinde konumlanmış bir ülke olarak görülmelidir. Bu konumlandırma, Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar gibi coğrafi ve tarihi açıdan stratejik önemi olan bölgelerle doğrudan bağlantısını sağlar.

Bu çoklu bağlar (Davutoğlu’na oldukça yakın gelen “stratejik derinlik” kavramı) Türkiye’nin dış politikasını sadece bir eksen üzerinde (mesela sadece Batı ekseninde) değil, çeşitli alternatif eksenlerde inşa edebilmesi için altın bir fırsat niteliğinde. Son birkaç yıldır Türkiye’nin aktivist dış politikasının altında yatan kavramsallaştırma budur. Ankara’nın yeni stratejik vizyonu, parlak bir eleştirmenin kelimeleriyle, “bağımsız, ulusalcı, İslamcı, pan-Türkçü, küresel ve batılı”; fakat asıl mesele, bu çeşitli ilgilerin belli bir politikada nasıl birleştirileceği ve uzlaştırılacağıdır.

Türk Dış Politikasının Orta Doğululaştırılması

Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde, Türk dış politikası hem coğrafi açıdan hem stratejik açıdan daha çeşitli hale geldi. Ankara’nın yeni ve öyle görünüyor ki daha iddialı olan uluslararası görüşü, şu üç temel faktörden ortaya çıkmış gibi görünüyor: Türkiye’nin kendi uluslar arası kimliğindeki değişim, yeni tehdit/tehlike algıları ile iç ve dış gelişmeler arasındaki derin bağlantının ciddi bir şekilde farkına varılması.

Türkiye’nin, problemli bir bölge olan Orta Doğu’ya karşı mevcut alakası ve stratejik ilgisinin artması bu önemli faktörlerin işleyişinin mükemmel bir göstergesidir. İlk olarak Osmanlı kimliğinin tarihi ve kültürel yönlerinin yeniden gündeme getirilmesi, Türk politikasının önde gelenlerinin, ülkenin öz algısını ve bununla beraber bölgedeki rolüne ilişkin vizyonunu yeniden şekillendirmelerini sağladı. Cumhuriyetçi Kemalistlere göre Ankara’nın jeo-stratejik sınırları dışında yer alan topraklar (çoğunlukla daha önce Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Arap toprakları), şimdi Türkiye’nin jeopolitik sorumluluk alanında görülüyor. Üstelik kendilerini beş yüz yıl Arap Orta Doğu’sunu yöneten Osmanlı hanedanlarının onurlu varisleri olarak görmeleri, AKP’nin üst düzey politika yapıcılarının kendilerini sadece politik olarak değil, ahlaki olarak da bölgede meydana gelen gelişmelerden sorumlu hissetmelerini sağlıyor. Bölgesel uzlaşının sağlanması çalışmaları, böyle bir algının örneği olarak görülebilir.

İkinci olarak, Türkiye açısından Orta Doğu dışında, diğer komşu bölgelerin hiç biri ülkenin güvenliği açısından bu kadar büyük bir tehdit oluşturmuyor. Bu tehditler çoğunlukla Irak’ta halen mevcut olan istikrarsız koşullardan, İran’ın nükleer programı ile ilgili belirsizlikler ve risklerden ve çözümlenemeyen Filistin probleminin yarattığı her türlü ihtilaftan kaynaklanıyor.

Son olarak, ülkenin iç koşulları ile dış gelişmeler arasındaki birebir bağı gören AKP stratejistyenleri ve siyasetçileri, kurnaz birer popülist ve aynı zamanda hesapçı pragmatistler olarak, en sonunda hem Türkiye’de halk arasındaki siyasi tavır dalgalanmalarına hem de komşu ülkelerde cereyan eden olayların iç istikrar üzerindeki muhtemel etkilerine iyi ayak uydurmuş görünüyorlar.

Bölgedeki Türk aktivizmi veya hatta Türk dış politikasının “Orta Doğululaşması” şeklinde tanımlanan değişikliklerin altında yatan sebepler, bu üç faktörün kombinasyonudur. Özellikle bu faktörlerin ikincisi, Irak’ta istikrarın sağlanmasına yardımcı olmak, Washington ile Tahran arasında bir diyalog başlatılması için kolaylık sunmak, Suriye’nin Suudi Arabistan ve Mısır’la olan ilişkilerinin düzelmesi için aracılık edilmesi ve savaşan Filistinli grupların uzlaşması için desteklenmesi gibi Ankara’nın Ortadoğu’daki çeşitli çabalarının tamamını içine alıyor.

Ankara’nın Orta Doğu’yla ilgili artan meşguliyetini, basit bir şekilde zaman zaman “yeni Osmanlıcılık” şeklinde adlandırılan aşırı gururlu neo-emperyal ideolojinin büyüttüğü Türkiye’nin batılı müttefikleriyle ilgili hayal kırıklığına bağlamak çok safça kalacaktır. Bundan ziyade Türkiye’nin bölgedeki sağlam ve iddialı politikaları, iki yönlü ve pragmatik amaçlar güdüyor. Ankara, stratejik çevresinin istikrara kavuşmasını istiyor çünkü her an tehlikeli bir şekilde alev almaya hazır olan bölgenin, kendi iç istikrarını etkilemeyeceğinden emin olmak istiyor. Pragmatistler olarak AKP siyasetçileri, bölgesel istikrarı hem politik açıdan hem de ekonomik açıdan bir kazan-kazan durumu olarak görüyorlar. Ankara için, istikrara kavuşmuş bir Orta Doğu, güvenli bir jeopolitik komşuluk ve Türk ürünleri için değerli bir piyasa (özellikle böyle bir küresel ekonomik gerileme ve Avrupa taleplerinde daralma olduğu bir dönemde önemsenmeyecek gibi değil) demektir.

Ankara’nın Kafkasya Hamlesi

Türk aktivizminin diğer bir örneği de Güney Kafkasya’dır. Stratejik olarak Karadeniz ve Hazar Denizi arasında, dağlarla çevrili engebeli bir bölgede konumlanmış olan bu topraklar Ankara için jeopolitik açıdan son derece önemli. Bölge, Türkiye’nin kuzey doğu sınırına bitişik; stratejik olarak da Türkiye’nin enerji açısından zengin olan Orta Asya Türkleriyle bağlantısını sağlayan bir koridor niteliğinde ve son olarak da Güney Kafkasya Hazar hidrokarbonlarının Türkiye ve Avrupa piyasalarına geçişi için ana enerji kanalı.

Kendi içinde ve devletlerarası çok fazla sorunu olan bu değişken bölgede istikrarın sağlanması ve enerji akışı güvenliğinin garanti altına alınması Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki ikili stratejik hedeflerine katkı sağlayacaktır. Bölgenin istikrarını ve enerji güvenliğini tehlikeye sokan son Rusya-Gürcistan savaşının akabinde, Ankara gerçekleştirdiği çeşitli diplomatik faaliyetlerle iki yönlü bir amaç güdüyor: Bölgesel sorunların hallolmasında büyük bir atılım gerçekleştirmek ve alternatif enerji taşımacılığı rotalarını güvence altına almak.

Ankara’nın en büyük isteği, merkezinde Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye arasındaki sınır problemlerinin çözümü yatan büyük Kafkasya uzlaşmasının sağlanması ve Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi. Eğer böyle bir uzlaşı Türklerin katkılarıyla sağlanırsa, bölgenin bütün jeopolitik ve jeo-ekonomik dengelerinde büyük değişimler olacak ve Türkiye stratejik açıdan kazanan taraf olarak ortaya çıkacak.

Fakat AKP’nin politika belirleyicileri, Kafkasya arzuları ne olursa olsun, hedeflerine Moskova ile uzlaşı sağlanarak (Güney Kafkasya, Rusya ve Türkiye’nin “çakışan komşuları”) ulaşabileceklerini çok iyi anlıyorlar. Bu yüzden Ankara’nın, Gürcistan savaşına karşı ilk tepkisi, Rusya ve Türkiye’yi uygulanabilir bir bölgesel güvenlik rejiminin iki önemli unsuru haline getiren, yeni bölgesel güvenlik planları geliştirmek -Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu- oldu.

Fakat bu durum bizim Batı karşıtı bir “Rus-Türk ekseni”nin oluşumuna şahitlik yaptığımız anlamına gelmiyor. Doğru, Rusya-Türkiye ilişkileri hem bölgesel anlamda(Güney Kafkasya) hem de kendi içlerinde çok önemli. Resmi olarak, bu çift yönlü ilişki “stratejik çok yönlü partnerlik” olarak nitelendiriliyor. Yine de Moskova ve Ankara arasındaki gerçek ilişkinin boyutları çok daha karmaşık. Gerçekte Rusya ve Türkiye- iki post-emperyal ve bağımsız uluslar arası aktör- hem işbirliği halinde hem de stratejik rekabet halinde, özellikle kilit bölge olan Güney Kafkasya’da. Rekabet sadece boru hatları ile ilgili değil, aynı zamanda komşularla ilgili. Örneğin, Türkiye Erivan ile ilişkilerini normalleştirme girişimlerinde bulunurken, Rusya’dan uzaklaşabilir.

Peki Batı ne yapmalı?

Amerika ve Avrupa’nın yakın gelecekte gündemine almayı düşündüğü Türkiye, farklı bir jeopolitik konumda. Günümüz Türkiye’si, bir zamanların cansız bir gelişmekte olan ülkesi değil, zengin patronlarına hem ekonomik hem de stratejik açıdan bağımlı olan, 1960ların hatta 1980lerin Türkiye’sinden çok farklı bir konumda: Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi, G20 üyesi ve BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi. Kısacası, Türkiye şu anda çok daha fazla kendine güvenen, iddialı ve stratejik açıdan da Cumhuriyet tarihi boyunca olduğundan çok daha fazla bağımsız bir ülke. Aynı zamanda ülke, bölünmez egemenlik ve ulus-devlet kavramlarına takılıp kalmış “post-modern” AB’nin aksine hala çok “modern” bir devlet.

Bütün bu faktörler, bahsi geçen bölgeler de dahil olmak üzere, nerede ve ne zaman uygun görürse bağımsız bir şekilde hareket edeceğine dair bariz bir eğilimle ilişkilendirildiğinde, Türkiye, ABD ve AB’nin kendi çıkarları için de bir anahtar olarak görülürken, bir yandan da zor bir partner haline getiriyor. Ankara’nın uluslararası duruşunda en azından iki bakış açısı değişecek gibi görünmüyor: 1) Bundan sonra Türkiye hiç kimseye karşı bir şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmeyecek. 2) Türkler Batı ile iş birliği halinde olmaya devam edecek, fakat mümkün olan her zamanda da kendi şartlarına göre başka partnerlerle ilişki kurma fırsatını kollayacak. Dikkat çeken şu ki, Türk siyaset düşünürlerine göre, AB artık Türkiye’nin Avrupa kimliğini teyit etmek için vazgeçilemez bir kurum değil; daha ziyade Türkiye’nin (küresel değilse bile) bölgesel prestijine katkı sağlayacak bir araç olarak değerlendiriliyor. Kendi açık kimliğiyle, Türkiye AB gibi büyük bir bütünün parçası olmaktan kazanç sağlayabilir.

Aslında Türkiye’nin stratejik çıkarları ile Batı’nınkiler temelde büyük ölçüde örtüşüyor. Türkler stratejik çevrelerinin, gerek Orta Doğu olsun, gerekse Güney Kafkasya, istikrarlı ve açık olmasını, böylece politik ve ekonomik açıdan sıkı bir ilişki içerisinde olunmasını istiyorlar. Avrupa ve Amerika da aynı şeyi aynı nedenlerden ötürü istiyor. Hedefe ulaşmanın yolu gerçekte farklılık gösterebilir ama Türkler ve onun batılı partnerleri bu güne kadar aynı düzlemde ve aynı doğrultuda hareket ediyorlar.

Batı’da ve aynı zamanda Türkiye’deki bazı önemli düşünürlerin endişe ettiği şey, Ankara’nın dış politika rotasını derinlemesine devam ettirirken, hırslı uluslararası duruşunu takip edip edemeyeceğidir. Görev ve sorumlulukların büyüklüğü, bölgelerin karmaşası, meselelerin dolambaçlı yapısı gibi Ankara’nın sınırlı kaynaklarıyla ve mevcut ekonomik durgunluğun getirdiği yeni sıkıntılarla birlikte halledilmesi gereken çok sayıda problem, Türk dış politikası gündeminde belli bir daralmaya gidilmesini kaçınılmaz kılıyor. Yapılan eleştirilere göre, Türkiye tutkularını ve isteklerini küçültmeye, çok sayıda problemleri arasından bazılarını öncelemeye ve öncelikle onları halletmeye zorlanmayacak mı, yoksa politikasına bütün yönleriyle devam mı edecek?

Daha ciddi eleştiriler, popülist politikalara eğilimli olan AKP liderlerinin, halkın gittikçe artan ulusalcı (ve bu yüzden Batı karşıtı) tutumları ile batılı partnerleriyle yakın çalışmalar yapma hedefi arasında bir uyum sağlayıp sağlayamayacağı yönünde. Unutulmamalıdır ki, Batı, demokrasinin ne kadar hileli ve karmaşık olduğunu çok iyi biliyor. Türkiye’nin AB’ye katılım ihtimalini belirsizleştiren etkenlerden biri, AB üyesi bazı ülkelerde Türk karşıtı düşüncelerin yükselişidir. Böyle bir düşünce, hükümetleri birliğin stratejik çıkarlarına ters yönde etki eden politikalar izlemeye itiyor. Aynı sebeple, Türkiye’nin demokratik yollarla seçilmiş olan liderleri de, halkın Gazze savaşı için yaptığı büyük protesto gösterilerini görmezden gelemezdi ki bu durum Erdoğan’ın geçen Ocak ayında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı ani çıkışını açıklıyor.

Sonuç olarak nihai nokta şudur: Bölgesinde gerçek anlamda etkili bir oyuncu olmak isteyen bir Türkiye’ye rağmen, Ahmet Davutoğlu’nun zihninde oluşturduğu yaratıcı planların hepsinin vardığı tek nokta ‘Avrupa’dır. Bu da AB kaynaklı reform sürecinin her ne olursa olsun neden devam ettiğini açıklıyor. Jüri halen AKP iktidarındaki Türkiye’nin ‘Avrupa rotası’nda kalıp kalmayacağını, yön değiştirip değiştirmeyeceğini tartışıyor.

Kaynak: Umran Dergisi / Eylül 2009

Haber Ara