Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Turgut Özal'a sunulan "açılım" raporu

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, kendi hazırladığı ve dönemin Başbakanı Turgut Özal'a sunduğu açılım raporunu açıkladı. İşte raporda yer verilen çok çarpıcı analizler...

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-09-04 11:09:00

Turgut Özal'a sunulan

Vakit gazetesi yazarı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz tarafından hazırlanan ve dönemin Başbakanı Turgut Özal'a sunulan raporda, ilk sorunun din eğitiminden uzaklaşılması olduğuna işaret ediliyor. Raporda, bu çerçevede çok çarpıcı analizlere yer veriliyor. İşte ayrıntıları:

Güneydoğu meselesinin birinci sebebi; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların, vatandaşları birbirine bağlayan bağlarda değişiklik yapmak isteyişleridir.

Bunlar, asırlarca bu insanları birbirine bağlayan bağları bir tarafa bırakmışlar ve meseleyi cebr ve kanun ile ve sadece “Ne Mutlu Türküm diyene” kalıbıyla çözmeye kalkışmışlardır. Halbuki bunun çözüm olmadığı ve anarşinin de en önemli sebepleri arasında bulunduğu hadiselerin dilinden anlaşılmıştır.

Münderecatın fazla olması sebebiyle Güneydoğu Meselesinin Sebepleri ve Çözüm Yolları yazısının bir bölümünü yayınlıyoruz. Öncelikle Güneydoğu meselesinin sebeplerinin neler olduğuna yer vereceğiz.

Birinci Sebep: Güneydoğu’da Mukaddes İslâmiyet milliyeti yerine, kavmiyet şuurunun yerleştirilmek istenmesi.
Güneydoğu meselesinin birinci sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların vatandaşları birbirine bağlayan bağlarda değişiklik yapmak isteyişleridir. Bunlar, asırlarca bu insanları birbirine bağlayan bağları bir tarafa bırakmışlar ve meseleyi cebr ve kanun ile ve sadece “Ne Mutlu Türküm diyene” kalıbıyla çözmeye kalkışmışlardır. Halbuki bunun çözüm olmadığı ve anarşinin de en önemli sebepleri arasında bulunduğu, hadiselerin dilinden anlaşılmıştır.

Bu asır ırkçılık asrı değildir. Ebedi ve devamlı olan İslâmiyet milliyeti(1) yerine, geçici, dağdağalı ve hissi olan ırkçılık ikame edilemez. İkame edildiği takdirde hem İslâm milletini ifrad eder, hem de sırf ırkçılık mânâsındaki milliyet duygularına da zarar verir. Böyle bir yaklaşımın Türk milletinde büyük inşikaklara ve anarşiye yol açacağı, Cumhuriyet’in kuruluş safhalarında ve ilerleyen senelerde din alimleri tarafından açıkça haykırılmıştır. (2) Ancak o zamanın devlet adamları, dinden ve din adamlarından gelen seslere, ülkenin birlik ve bütünlüğü için de olsa kulak tıkamışlardır. Bediüzzaman 1945 yılılında Adliye Vekili’ne yazdığı bir Hasbihal'de, böyle bir durumda “Benimle uğraşmayın; elli sene sonra yüzde doksanı nefsinin heves ve arzularına tabi olup, millet ve vatanı anarşiye sürüklemesi muhtemel nesillerle meşgulüm” demişti. Gerçekten elli sene sonrası, 1993-1994 yıllarıdır ve bugün dininden uzaklaşmış Güneydoğu gençliği, hiçbir sınır tanımadan, vatanı ve milleti anarşiye sürüklemektedir.(3)

Burada ırkçılık illetine tutulmuş insanlara da söyleyecek sözümüz vardır: Şu dünya yüzü, özellikle de şu memleketimiz, eski zamanlardan beri çok değişikliklere maruz kaldığından ve asırlarca İslâm merkezi olması hasebiyle değişik İslâm milletlerinden çok miktarda göç olduğundan, ancak levh-i mahfuz açılırsa, hakiki ırklar birbirinden ayrılabilir. Öyle ise hamiyet duygusunu ırkçılık fikrine bina etmek doğru olmaz. O halde gerçek ırkçılığa değil, belki dil, din ve vatan münasebetlerine bakılacaktır. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahil kabul edilmelidir.(4)

İNANANLAR KARDEŞTİR

Burada büyük mütefekkir Cemil Meriç'in şu sözlerini de kaydetmek ve üzerinde düşünmek icab eder:
“Bu ülkenin ırklarını, tek ırk, tek kalıp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi; ister siyah derili, isterse sarı... İnananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek, Türk'ü, Arab'ı, Kürt'ü, Arnavut'u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya yani irşadi. 3 bin yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kabusa kalbeden meş'um bir salgın; maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok şiirsiz ve şikâyetsiz.”(5)

Önemle şunu belirtmek istiyoruz ki; hakiki bir Müslüman, samimi bir Mü'min, hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle yasakladığı şey fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir.(6)

Komünizm, sosyalizm, lâiklik veya sosyal demokrasi adı altında bir asra yakındır bu mübarek vatanın özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde anarşi tohumları ekilmiştir. Çünkü bu isimler altında dinden soğutulan veya dinden tamamen uzaklaştırılan nesil, İslâmiyet’ten çıkınca da anarşist olmuştur. Böylece sosyal hayatı zehirleyen bir katil durumuna gelmiştir.(7)

“Yeni nesil, dinî eğitimden mahrum edilmemeli”

İkinci Sebep: Dinî tedrisâtın eğitimden çıkarılması


Dış düşmanlarımız, Osmanlı Devleti'ni, Osmanlı topraklarında açtıkları muhtelif okullarla yıkmaya başlamışlardır. Bu durumu ve neticelerini Mısır Müftüsü Muhammed Abdüh şöyle anlatmaktadır:
“Nerede Müslüman bir bölge varsa, orada bir Amerikan okulunun veya bir başka Avrupa dinî cemaatinin okulunun bulunduğunu görüyoruz. Müslümanlar, çocuklarını, dünyevi refah açısından yararlı olur ümidiyle buralara gönderiyorlar. Gençlik çağının heyecanlı dönemlerinde yabancı okullara giden Müslüman çocukları, bu okullarda tahsil hayatı boyunca İslâm’a ve temel esaslarına aykırı şeyler duyuyor veya yaşıyorlar. Kulakları, babalarının inançlarına hakaret eden laflarla doluyor. Öğrenim çağı tamamlanmadan, kalpleri her çeşit İslâmî inançtan sıyrılıyor ve İslâm adı altında yeni bir nesil ortaya çıkıyor. Bununla da kalmayıp kendilerini kirleten şeyleri, söz vefiilleriyle cemiyet içinde de yaymaya başlıyorlar.”(1)

Bunları duyunca, Robert Koleji'ni kuran Amerikalı papazın, “Fatih İstanbul’u, burada inşaa ettiği Rumeli Hisarı ile fethe başladı. Ben de bu okul ile İstanbul’u yeniden Hıristiyan alemine kazandıracağım” sözünü hatırlıyorum.

Türk ve Müslüman düşmanı olan Fener Patriği Gregorius tarafından Rus Çarı'na gönderilen mektupta, Türklerin ancak eğitim sistemine müdahale ile ve içlerinden kendi tarihlerine düşman bir nesil yetiştirmekle mağlup edilebileceğini ifade ettiğini de hepimiz biliyoruz. O hain diyor:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak, dinî hislerini gevşetmek icab eder. Maneviyatları sarsıldığı gün, onları zaferlere götüren kuvvetleri de kesilmiş olacaktır. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerinde bu tahribi tamamlamaktır.”(2)

Bu tahribin dinden tecerrüd eden Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi ile nasıl yapıldığı ise Cumhuriyet’in mimarı kabul edilen Mustafa Kemal tarafından aynen şöyle anlatılmaktadır. Hiç yorum yapmadan aynen naklediyoruz:

Ruşen Eşref Ünaydın anlatıyor:
“(Mustafa Kemal diyor): 1910'larda Abdullah Cevdet maskarasının içtihadında bir yazı okumuştum. Milletlerin maddi ve manevi varlıklarından söz ediyordu. Alman mütefekkiri Ludwig Büchner, manevi boşlukları doldurulmamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddi düzeyde olursa olsun, bir gün çökeceğini anlatıyor ve ispatlıyordu. Tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan mahrum milletler, maddi imkânları geniş olsa da, ciddi bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler diyordu. Birdenbire düşündüm; ‘Laikiz..’ dedik, dinle alakamızı devlet olarak kestik. ‘Cumhuriyetiz..’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye kalkıştık. Latin harflerini aldık, yeni nesilleri binlerce yıllık tarih hazinesinden mahrum bıraktık.”(3)

İşte 60 yıldır bu eğitim sisteminin meyvelerini topluyoruz. Son 20 yıl bir tarafa bırakılırsa, Avrupa'nın dansını, içkisini ve balesini taklid edenlerden veya devletimizi yıkmak için ASALA yahut PKK ile işbirliği yapanlardan başkası var mı? Japonya son 40 yılda dünyanın süper ekonomik gücü haline geldi. Almanya II. Dünya Harbi'nin tahribine rağmen bu hale ulaştı. Halbuki onlardan daha evvel eğitim sistemimiz dinden ve maneviyattan koparılmıştı. Bırakınız onların seviyesine gelmeyi, 1950 yılına kadar sadece üç çaya su bendi yapılmış; baraj değil. Sadece bir kısmı sokaklarda yürüyen ve kanunları hiçe sayan anarşist bir nesil yetiştirmişiz.

Önemle ifade edelim ki; 50 sene dinden uzak bir eğitim gören yeni neslin ilk acı meyveleri, 1971'de görülmüştür. Daha sonraki acı olayları ise milletçe hatırlamaktayız. Din derslerinden tecerrüd etmiş eğitimin Doğu bölgesindeki acı meyveleri ise, PKK tarafında bugün yenmek üzere önümüze gelmiş bulunmaktadır. Eğer bu acı meyveleri yemeye devam etmek istemiyorsak, vatan ve milletin gelecekteki selâmet ve istirahatini arzuluyorsak, hiç olmazsa yeni nesli dinî eğitimden mahrum etmemeliyiz.

Bugünkü eğitim sistemimizde gençlere verilen belli bir gaye ve ideal, maalesef mevcut değildir. Önemle ifade edelim ki; bir veya birkaç insanı sevmek yahut sevmemek, bir milletin eğitim sisteminin gayesini teşkil edemez. Zira bir milletin milli ve manevi kahramanları, okullarda öğretilse de, öğretilmese de, zaten sevilir. Yunan eğitiminin bir gayesi var; İngiliz eğitiminin bir gayesi var. Bize din ve tarih düşmanlığı öğreten Avrupa, dinine mutaassıptır. Hatta bir Bulgara, bir İngiliz neferine yahut bir Fransıza: “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın” denilse, taassupları gereğince diyecektir: “Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım.” Tarihinden koparılmış, dininden tecrid edilmiş ve sadece birkaç insanın sevgisi yahut nefreti ile techiz edilmiş Türk gençliğinin, eğitimden beklediği gaye nedir? Dinsiz millet yaşamayacağına ve lâik eğitim adıyla onu İslâmiyet’ten de uzaklaştırdığınıza göre, hangi gaye ile techiz edeceksiniz? Önemle ifade edelim ki; bizdeki hususan Cumhuriyet’in ilk yıllarında lâik eğitimden kasdedilen, dinden uzak bir eğitim değildir; belki sadece İslâm dininden uzak bir eğitimdir.

Eğitimden gaye; bilgili, milletine faydalı ve devletine saygılı insanlar yetiştirmektir. Milletini düşünen bir devlet, bu gayeyi en iyi şekilde temin eden yolu arayıp bulacaktır. Tespitlere göre, mesela İmam-Hatip okulları daha başarılı öğrenci yetiştiriyorsa ve mesela Kur'an kurslarında okuyan talebeler bu zamana kadar devletine kurşun sıkmamışsa, gayeye daha iyi hizmet ettiği için sayılar artırılıp imkânları çoğaltılacaktır. Makul ve mantıkî netice budur. Halbuki Türkiye'deki mevcut eğitim sisteminde durum tam tersinedir. 160 milyona küçük bir ilkokul yaptıran vatandaşımız, her türlü tebriğe lâyık görülüyor ve TV'de boy gösteriyorken, 1.5 - 2 milyara Gaziantep'te İmam-Hatip yaptıran bir vatandaş neredeyse azarlanıyorsa, bu işte bir çarpıklık var demektir. Başarısız olsa da, bazı şahısları sevip sevmemek, eğitimin temel noktasıdır. Bir zamanlar 10 yıl İstanbul Valiliği'nde bulunmuş bir zat, sicili ve görevinde çok başarılı olan bir kaymakama, “İçki içmeyen kaymakamları aramızda görmek istemiyoruz..” diyebilmektedir. Bu zihniyetle bizim çağı yakalamamız mümkün değildir. Rusya'da ve hatta Bulgaristan'da bile modası geçen fikirler, günümüz Türkiye’sinde hâlâ geçerli akçe ise, Türk eğitim sisteminin çekeceği var demektir. Bu eğitim sistemi ile Güneydoğu'daki okullarda vatanına ve devletine bağlı gençler yetiştiremezsiniz. Ülke çapındaki ve özellikle de Doğu'daki İmam-Hatiplerin sayısını çoğaltma yollarını araması gereken Milli Eğitim Bakanlığımız, yeni İmam-Hatip açmak şurada dursun, İmam-Hatiplerin şube açmasını bile yasaklamaktadır. Bu zihniyetle bir yere varılamayacağını belirtmek istiyoruz.

“DİNSİZ MİLLET YAŞAYAMAZ

Türk eğitim sistemindeki yalan öğretime de mutlaka son verilmelidir. Hukuk talebelerine hukuk fakültesinde Osmanlı Devleti’nde insan hak ve hürriyetleri Tanzimat Fermanı ile gündeme geldi diye yetmiş yıldır öğretilegeldi. Osmanlı’da her şey padişahın ağzında denirdi. Arşiv belgelerine dayanan ilmî araştırmalar yapıldıkça görülüyor ki; İslâmiyet’te insan hak ve hürriyetleri Kur’an ve hadisçe garanti altına alınmış; dünyanın ilk tapu, gümrük, çevre hukuku gibi hukuki düzenlemelerini ilk defa Osmanlılar yapmıştır. Cumhuriyet nesli, ortaöğretimde “Osmanlı Devleti'nde okullar yoktu” diye öğrendi. Sonra arşivlerde yapılan araştırmalar gösterdi ki; mesela İzmir’de Osmanlı dönemindeki okul sayısı şimdikinden daha fazlaymış veya en azından eşitmiş. Cumhuriyet nesli, “Mustafa Kemal’in kendi gayretiyle ve Vahideddin'e rağmen Anadolu'ya çıktığını” öğrendi; sonra İngiliz arşivleri ve Osmanlı arşivleri gösterdi ki; 40 bin Osmanlı altınını cebine koyup onu Anadolu'ya gönderen Sultan Vahideddin imiş. Hülâsa bu metot, Türk eğitim sisteminin en büyük yüzkarasıdır.

Bu konudaki son sözümüz şudur: Mazisini bilmeyen, geleceğini düşünemez. Dinsiz millet yaşayamaz. Dinden tecrid edilen bir maarifden maddi ve manevi hayır beklenemez. Din ve tarih şuuru verilemeyen bir eğitim sisteminden, vatanına ve milletine faydalı münevverler değil, zulmetli münevverler yetişebilir. Her müessesemiz gibi, eğitim sistemimiz de belli bir gayeye tevcih edilmeli ve yalan öğretime son verilmelidir. Eğitim sistemimiz, kendi yürüyüşünü terk etmiş; başkasının yürüyüşünü de öğrenememiştir.

Maalesef iç ve dış düşmanlarımız, bu maarifden çıkan gençleri gayelerine uygun birer maşa olarak bulmuşlar ve neticede bu gençliği vatanına yöneltilmiş birer kurşun haline getirmişlerdir.

***

1) BOA, YEE, Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor. 1/144-145.
2) Kutay, Cemal, Tarih Konuşuyor Dergisi, c. 1, sy. 1, sh. 69-70.
3) Milliyet, 16 Kasım 1974, İsmet Bozdağ.

DIŞ GÜÇLERİN TAHRİKİ

Batı, güçlü Müslüman Türkiye istemiyor


Terörün asıl hamisi, asırlardır Müslüman ve Türk düşmanı olan, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’dır. Amerika ise bunların hain planlarına hayır dememektedir ve Türkiye'nin şu halini kendisi için daha yararlı gördüğünden, görünüşte terör düşmanı imiş gibi davranmaktadır Üçüncü sebep; Dış güçlerin tahriki...

Güneydoğu'daki olayların ve meselelerin önemli sebeplerinden birinin de dış ‘güçlerin tahriki ve yardımı’ olduğu herkes tarafından açıkça bilinmektedir. Tarih boyu, İngiltere'nin, Amerika'nın, Fransa'nın, Rusya'nın ve Musevilerin, Osmanlı Devleti'ni yıkarak Doğu’daki toprakları üzerinde müstakil bir Ermeni ve Kürt kukla devletlerini kurmayı hedeflediklerine daha evvel işaret olunmuştur. Bu gaye ve ideallerinin bugün de devam ettiği bir gerçektir. Eğer Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurdurmadılarsa, bu bizi düşündüklerinden değil, Amerika ile Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanmaktadır. Amerika, Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürt devletinden kendisinin değil de Avrupa'nın ve özellikle de Almanya'nın istifade edeceğini tahmin edince, bu işten vazgeçmiştir; ancak hâlâ dolaylı yollarla terörün arkasındadır. Zira Amerika da Avrupa da 21. asırda güçlü bir Müslüman devlet ile güçlü bir Türkiye istememektedir.

Terörün asıl hamisi, asırlardır Müslüman ve Türk düşmanı olan, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya'dır. Amerika ise bunların hain planlarına hayır dememektedir ve Türkiye'nin şu halini kendisi için daha yararlı gördüğünden, görünüşte terör düşmanı imiş gibi davranmaktadır. Daha birkaç sene evvel Amerika’nın Körfez'deki askerlerinin komutanı olan “Çöl Ayısı”nın haritayı göstererek “Burada er ya da geç bir Kürdistan kurulacaktır” demecini unutmamalıyız. Ve bunlar teröre hamilik etmeye, kıyamete kadar devam edecekledi. Vahim olan, millet ve devlet olarak, bunların hulül edebileceği, yumuşak bir karın bırakmamamızdır.

“BÜYÜK DEVLETLER, YUNANİSTAN VE ERMENİSTAN’I MAŞA OLARAK KULLANIYOR”

Bu büyük devletler, Türkiye ile hem din, hem de sınır düşmanlığı bulunan Yunanistan ile Ermenistan'ı açıkça maşa olarak kullanmaktadırlar. Bu arada Türkiye ile aralarında ve daha doğrusu devletlerin siyasi iktidarları arasında bazı ihtilafları olan Suriye, İran ve Irak'ı da kullandıkları vâkidir. Avrupa ve Amerikan istihbarat örgütleri, terörün hamisinin sadece Suriye, Irak ve İran olduğunu gösteriyor ve maalesef bizim MİT teşkilatı da aynı kaynaklardan istifade ettiği için bazan benzeri hatalara düşüyor. Halbuki bu üç ülke, Türkiye ile olan bazı basit ihtilaflarından dolayı, Avrupa, Rusya ve ABD tarafından PKK hadisesinde piyon olarak kullanılabilirler. Meselenin asıl önemli yönü, bunlarla olan ihtilaflarımızı ve dolayısıyıla teröre olan yardımlarını karşılıklı konuşma ile giderirseniz mümkündür. Ancak asıl bunları bu oyuna sokan asıl güçleri tespit etmek ve bunların sadık dostları olan Yunanistan ile Ermenistan’ı halletmek zordur. Türk devleti ve istihbaratı, hiçbir zaman Ermenistan ve Yunanistan ile Suriye, Irak ve İran’ın yaptıkları bir tutmamalıdır. Yunanistan'ın PKK ve DEV-SOL ile birlikte çalıştığı resmen de açıklanmış vaziyettedir. Ermenistan'ın ASALA'nın devamı olan PKK'ya destek verdiğini ise herkes bilmektedir.(1)

“DIŞ TAHRİKLERE KARŞI UYANIK OLMALIYIZ”

Önemle ifade edelim ki; bu dış güçlerin tahrikleri belli bir süre dursa bile, biz Müslüman olduğumuz sürece kıyamete kadar devam edecektir. Avrupa'nın PKK'ya tavır alması da aldatıcıdır. Sadece PKK'nın yaptığı uyuşturucu ticareti kendi gençliklerini mahvetmeye başlayınca ve istihbarat kaynakları bunun vehametini ortaya koyunca, böyle bir tavra mecbur kalmışlardır. Ayrıca bu işi bizden taviz koparmak için de kullanabilirler. Bütün bunların karşısında bizim yapmamız gereken, dış tahriklere karşı millet ve devlet olarak, düşmanlarımızın hulûl edebileceği yumuşak bir karın bırakmamaktır. Bu yumuşak karın şu anda Doğu ve Güneydoğu'da mevcut olan yetmiş yıllık dinden uzak eğitimin mahsulü, Allah ve Peygamber korkusu bulunmayan anarşiye hazır gençliktir. Bunlar, bir kısır zor tedbirlerle bertaraf edilebilir. Mühim olan iyi bir eğitimle asıl bataklığın kurutulmasıdır.

Dış güçlerin PKK'yı destekleme yollarından birincisi, Çekiç Güç'tür. Bosna'da yüzbinlerce insan bir yandan Sırp kurşunları, bir yandan açlık ve soğuktan ölürken; Azerbaycan'da ve Çeçenistan'da tank paletleri altında parçalanmaktan kaçarak kurtulabilen yüzbinlerce insan soğuk ve Aras Nehri ile başbaşa ölüme terkedilirken, seyirci kalan Avrupa'nın ve Amerika'nın ile dedesi ve babası ile irsiyet itibariyle Müslüman ve Türk düşmanı olan Butros Gali başkanlığındaki Birleşmiş Milletler’in, Saddam'ın zulmünden zor durumda kalmış Müslüman Kürtleri korumak üzere Çekiç Güç bulundurma kararı aldıklarına inanan insanların bu mukayeseyi yapmamasına şaşıyoruz. Çekiç Güç'ü tasvip edenlerin akıllı olduklarına inanmakta da epeyce zorlanıyoruz. Buna inanan devlet adamlarımıza ve de belki safiyane ve belki kasıdane Doğu'daki Kürt kardeşlerimize gülüp geçiyoruz. Diyarbakır'daki Vakıflar işhanına gelip Kürtçe oradaki esnafa “Niye isyan etmiyorsunuz? Biz sizi korumak için buradayız” diyen Çekiç Güç'ün, Türkiye'deki anarşinin birinci derecede sebebi olduğundan şüphe yoktur.
PKK'yı destekleyen Çekiç Güç ve bunu organize eden malum devletler olduğu halde, sadece ve sadece bunların maşası ve kuklası olarak kullanılan bölge devletlerine yüklenmek, akıllı bir dış politikanın usulü olamaz. Zira bu ülke insanlarının en az yüzde ellisi Türk devleti ve milleti ile beraberdir. Bu ülkeleri, Türkiye'deki terörü desteklemeye teşvik eden, Irak ve İran'ı Rusya’dır; Suriye'yi ise Amerika ve Avrupa'dır. Bunu görmemek veya görmezlikten gelmek, safdilliktir. Özellikle Yunanistan'ın 1995 yılında Güney Kıbrıs ve Suriye ile yapmış olduğu askerî anlaşmaların arkasında yatan Türkiye'yi bölme ve ortadan kaldırma hesaplarının, şayet ihanet içinde değillerse, bu iki milletin ana baba bir kardeş olduğunu iddia edecek kadar Yunan rakısı ile sarhoş olanları bile artık ayıltacağını ümit ediyoruz.

Şark meselesinin altında ingiliz Lord Salisbury'nin “Hilal, haçtan ne aldıysa, geri vermelidir” sözü yatmaktadır.(2) Deriya’nun “Şark Meselesi” adlı kitabında söylediği şu sözler de bundan farklı değildir: “Şark meselesi, Fatih'in İstanbul'u fethetmesi ile başlar. Hatta Hz. Muhammed'in doğumu ile başlar. Zira şark meselesi, bir İslâm meselesi demektir.”(3)

İSRAİL’LE TERÖR ANLAŞMALARI

Bütün bu gerçekler bir tarafta dururken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin İsrail ile terör konusunda bir dizi antlaşmalar imzalamaya gayret etmesi, Batı’nın oyununa gelmekten başka bir şey değildir.

Tekrar önemle ifade ediyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti, İslâmiyet’i şark meselesinin temeli olarak gören Batılılarla birlikte hareket ettikçe ve Müslümanları tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi potansiyel tehlike olarak gördükçe, Güneydoğu meselesi çözülemeyecektir. Çünkü terörü desteklemekte, Türkiye Cumhuriyeti'nin istihbarat örgütleri, bilerek veya bilmeyerek, dış güçlerle beraber hareket etmektedir. Bunun samimi olarak ifade edilmesinde zaruret görüyoruz. Kötü niyet aranmamasını istirham ediyoruz.

Dördüncü sebep: Ermeni faktörü

Ermeniler, 1856 Paris Antlaşması'ndan beri, Osmanlı Devleti'ni yıkmak ve kendilerince Türklerden intikam almak için teşkilatlanmaya başlamışlardır. Ermeni meselesinın tek sebebi, şark meselesinde olduğu gibi, İslâmiyet meselesidir. Bu arada eski vatanları olduğunu ileri sürdükeri Anadolu'nun bir kısım bölgelerinde müstakil bir Ermeni devleti kurma hayâli de müşevvik unsurlardan olmuştur. Ancak Batılılar ve şark meselesini çıkaranlar, kendilerine en uygun maşa olarak Ermenileri bulmuşlardı. Zira asırlarca Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında teb'a-i sadıka sıfatıyla yaşayan Ermeniler, evvela Rusların tahrikiyle anarşi çıkarmaya başlamışlardır.(4) Hınçak ve Taşnak Ermeni Komiteleri, tamamıyla Rusların desteği ve tahriki ile kurulmuştur. 1. Dünya Harbi’nde asırlarca beraber oturdukları insanların ordusunu ve milletini, Ruslar lehine arkadan vurmaya başlayan Ermeniler, 24 Nisan 1915 tarihli tehcir kararıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan çıkarılmıştır. Yapılan soykırım değil, zorla göçtür. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması, ayrılıkçı Kürtler kadar Ermenilere de umut vermiştir. Fakat Allah'ın yardımıyla ümitleri kursaklarında kalmıştır. Lozan konferansında Kürtler, Müslüman oldukları ve azınlık sayılmadıkları için, Ermeniler ise hâlâ Anadolu'da olmadıkları için hesaba katılmamışlardır.

Maalesef Ermeni meselesi, daima Kürt meselesi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu, Ermeni meselesi, Kürt rmeselesini doğurmuştur. Kürt Şerif Paşa'nın Ermeni Bugos Nubar Paşa ile imzaladığı sözleşme unutulmamalıdır. Bu arada Bediüzzaman’ın o günlerde bunlara verdiği cevap da hatırlarda tutulmalıdır. Önemle ifade edelim ki; Ermenilerin Kürtlerle aynı sülaleden, yani Keldânîlerden geldiği konusu, bugün Kürtçüler tarafından kullanılan önemli kozlardan biridir. Bu silahı susturacak en önemli silah ise İslâmiyet milletidir. Bediüzzaman'ın Ermeni Bugos Nubor Paşa ile Kürt Şerif Paşa’ya verdiği cevapta belirttiği gibi, Müslüman bir Kürt’ü, Ermenilerle aynı ırktan gelme meselesi, bir an bile meşgul etmez ve etmemelidir. Eğer Güneydoğu'da bununla meşgul olanlar varsa, onlar İslâmiyet’ten tamamen kopmuş Kürtlerdir. Ayrıca Kürtlerin gerçekten Ermenilerle aynı etnik kökenden geldiği de tarihen sabit değildir. Zira bir kısım yazarlar, İran'daki zalim Dahhâk’ın bu bölgeye sürdüğü İranlılar derken, Bediüzzaman'ın da dahil olduğu bir kısım müellifler, Kürtlerin Araplarla aynı kökten geldiğini ifade etmektedirler. Zaten şu anda Kürtçe konuşan insanların ise birçoğunun Türk, bir kısmının Arap, hatta Ensari ve Al-i Beyt olduğu herkesçe bilinmektedir. Yani bu bölgede asırlardır yaşayan asıl Kürt milletinin ise mühim olan Müslüman olmalarıdır. Bu, kardeşliğimiz için 1000 sene yetmiştir; bundan sonra da kıyamete kadar yetecektir. Yaşanan bir olayı şahidinden dinleyelim:

“ŞARKI AYAKTA TUTAN DİNDİR”

“İslâmiyet’ten tamamen kopmuş Kürtler, şu anda da PKK saflarında Ermeni komutanların emriyle Müslüman ordumuza ve halkımıza silah çekmektedir. Böyle bir PKK teröristi ile olan münakaşamızda, ‘PKK militanlarının arasında sünnetsizler bulunduğunu ve bunların da Ermeni olabileceklerini’ ifade ettim. Cevap çok şaşırtıcıydı: ‘Farketmez; Kürtler de sünnetsiz olabilirler’ dedi. Anladım ki; şarkı ayakta tutacak olan dindir; ondan koptuğu an, vatanından ve milletinden de rahatlıkla kopabilir.” Bilindiği gibi, Ermeniler, 1975'te kurdukları ASALA ve daha sonra kurulan JCAG ile NAR gibi örgütlerle Türk devletini ve diplomatlarını hedef almaya başlamışlardır. Ancak bu metodun tepki topladığını görünce, dinden uzaklaşmış Kürtleri maşa olarak kullanmaya başladılar ve PKK bünyesi içinde anarşiyi devam ettirme gayretine giriştiler. Şu anda Avrupa ve Amerika'nın kullandığı en önemli maşa, Ermenistan ve Ermenilerdir. Ermenistan ve Ermenilerin kullandığı en önemli maşa ise, PKK ve maalesef bir kısım Kürt vatandaşlarımızdır. Anarşiden meydana gelen tepki Kürtlere yönelik olmaktadır; işin kaymağını ise, Ermeniler yemek peşindedirler. Ancak, Rabbimiz onlara bugünü göstermeyecektir inşaallah.(5)
Burada bir Ermeni gazetesinin şu yorumunu da aktarmak istiyoruz: “Kürtlerle işbirliği ettiğimizden dolayı bizi tenkit edenler bilmelidir ki; Kürtlere teveccüh göstermek, Ermeni davasına hizmet etmek demektir. Kürtçülük hareketinden uzak durmak, Ermeni davasına hizmet etmemek demektir.(6)

Bütün bunları, meydana gelen hadiseler ispat etmektedir.
Beşinci sebep: Petrol fırtınası ve Türk Cumhuriyetlerinin ortaya çıkışı

Bu her iki sebep de Türkiye Cumhuriyeti'nin maddi ve manevi açıdan bölgesinde süper güç olma yolunun açılmasıyla ilgilidir. Bir Hıristiyan yazar, “Kürtlerin ve Ermenilerin diğer meseleleri beni ilgilendirmez. Bizim Kürt meselesine verdiğimiz önem, Mezopotamya’daki yeraltı kaynaklarımız içindir” diyerek birinci şıkkı özetlemektedir. Doğu ve Güneydoğu'da Batılı şirketlerin sondajlar neticesinde petrol yok diye kapattıkları kuyulardan petrol fışkırması, bu işin kasten yapıldığını gösterir. Batılılar, güçlü bir Türkiye ile bu bölgedeki petrol rezervlerini bölüşmek istememektedirler. Kukla bir Kürt devleti kurup, böylece petrol rezervlerine el koymak onlar için daha kolay olacaktır.

Birkaç yüz Kuveytli öldü diye, binlerce Amerikan askeri oraya gitmemiş, belki oradaki petrol için gitmiştir. Petrolün siyah yüzünde siyah bir nokta olarak kalan Lawrence'in yaptıkları asla unutulmamalıdır. Petrol fırtınası, maalesef bölgedeki dinî hayatları zayıflamış bir kısım Kürt kardeşlerimizi Müslümanlarla kavga etmeye ve neticede Batılıların rüyalarını görmeye sevketmiştir.(7)

KUKLA KÜRT DEVLETİ KURMA TEŞEBBÜSÜ

Petrol kadar önemli bir diğer sebep de Sovyetlerin yıkılmasından sonra bu topraklar üzerinde ortaya çıkan ve bağımsızlıklarını kazanan 10’a yakın Müslüman Türk devletidir. Doğu ve Güneydoğu, bu Cumhuriyetlere uzanan Türkiye'nin karayolu köprüsüdür. Batı ve Amerika, bu köprüyü kukla bir Kürt devleti ile kesmek istemektedir. Bu oyuna Kürtler de, yeni Türk Cumhuriyetleri de gelmemelidirler. Bunu teyid eden bir olayı şahidinden dinleyelim: 1990'da gittiğim Amerika'nın California eyaletinde bir ekonomi profesörünün bana söyledikleri hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır: “Genç Türk Profesörü! Şu anda dünyada iki süper güç var: Amerika ve Japonya. Her ikisi de maddi ve manevi açıdan sıçrama kabiliyetlerini kaybetti. Sıçrama yapsak bile, milimetrelerle ölçülen sıçramalar yapabiliriz. Ancak dünyada maddi ve manevi açıdan metrelerle ifade edilebilecek sıçrama kabiliyetine sahip bir Devlet ve bir millet var; o da Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Müslüman Türk Milleti. Tabiî Amerika ve Batı, köprülerinizi kesmezse...”

YARIN: EKONOMİK SEBEPLER
1) Başar, Cem, Terör Dosyası Ve Yunanistan, İstanbul 1993, sh. 40 vd.
2) Yıldız, Kürt Gerçeği, 49
3) Karadağ, Raif, Şark Meselesi, İstanbul 194, 10 vd.
4) Yıldız, Kürt Gerçeği, 155 vd.
5) Krş. Yıldız, Kürt Gerçeği, sh. 215 vd.
6) Ermeni Husaper Gazetesi, 13 Eylül 1930
7) Yıldız, Kürt Gerçeği, 127-149

Kaynak: Vakit

Haber Ara